İyileşebilecek miyiz?

Integral Academy'nin mayıs ayında Budapeşte'de düzenlediği, dünya barışı ve travmaların iyileşmesi meselesine odaklanıldığı konferansta, psikolog Gabor Mate'yi dinleme ve soru sorma fırsatını yakaladım. Gabor'u İletişim Yayınları'ndan çıkan Vücudunuz Hayır Diyorsa kitabıyla tanıyorsunuz. Gabor, toplumsal travmaların bireysel yaşantılarımıza nasıl yansıdığını anlatabilmek için, kendisi üzerinden bir örnek vererek başladı konuşmasına.

Konferans için Budapeşte'ye geldiğinde, spor yapma niyetiyle spor tesisine doğru yol alırken, bu tesisin karşısında duran bir binayı fark eder; bu bina, 1944 yılında, diğer dört yüz Yahudi ile birlikte Nazilerden korunmak amacıyla annesiyle sığınmak zorunda kaldıkları binadır. O binadan Gabor'un çıkışı, annesinin onu Hıristiyan bir aileye emanet etmesi ile mümkün olur. Bununla bağlantılı başka bir anısını anlattı ardından; Gabor’un 38. yaşını kutladıkları bir doğum günü partisinde, üç yaşındaki oğlu Daniel ona ''İyi ki doğdun,'' demek istemez. Bunun üzerine Gabor sinirlenir ve ona sert bir tokat atar... Hıristiyan bir aileye emanet edilmesi ile oluşan travma, oğlunun ‘’iyi ki doğdun’’ demeyi reddetmesiyle tetiklenmiş, terk edilme acısı yeniden yüzeye çıkmıştır. Halbuki o doğum günü kutlamasında Gabor, oğlunun kendisini sevmesini ve saygı duymasını gereksinmiştir; oyun oynadığını bilse de Daniel'ın cevabını, hakaret olarak algılamıştır. Başka bir aileye teslim edilişi onda, istenmeyen ve sevilmeye değer biri olmadığı duygusunu yerleştirmiştir, ki yıllar sonra bu travma, oğluna karşı şiddet uygulamaya kadar taşınmıştır.

Onu dinlerken bu meseleyi Ilany Kogan'ın da ele aldığı geçti aklımdan; araştırmaları sonucunda, Yahudi soykırımından sağ kalan anne babalarla çocukları arasında, ''sınır oluşumunun'' sekteye uğradığını, hasar gördüğünü saptar Kogan. Sağ kalan anne babalar için, geçmişle bugün arasında, kendilikle nesne arasında, gerçeklikle düşlem arasındaki zamansal sınır geçirgenleşir ve çocuk, hasarlı geçmişle topyekûn özdeşleştirilir.[1] Dolayısıyla çocuk üzerinde kurulan hakimiyet, ‘’normalleştirilir’’. Bu bir döngü olarak devam eder; o çocuklar büyürler ve mesela, kendi travmalarını halklar üzerine yansıtıp onları sömüren, örseleyen liderler haline gelirler.

Gabor, faillerin muhakkak ki travmatik bir geçmişe sahip olduklarını anlattı bize; tabii bu, her travma yaşayanın da faile dönüştüğü anlamına gelmiyor. Kötülüğün sıradanlığı meselesini nereye koymalı? Halbuki Gabor’a göre, Eichmann’ın da travmatik bir çocukluğu vardı. Hannah Arendt'in, İsrail'e yargılanmak üzere getirilen Eichmann'a psikologların ''normal'' tanısını koyduktan sonra, kötülüğün sıradanlığı fikrini ileri sürdüğünü; kötücül eylemlerin illaki bir travmatik geçmiş dolayısıyla meydana gelmediğine, salt görev icabı da fail olunabildiğine dair açıklamalarını buraya bırakıp devam edeyim.

Velhasıl Gabor'a göre, toplumsal travmalarımızla, toplumsal acılarımızla yüzleşebilmemiz gerekiyordu öncelikle, iyileşebilmemiz için. Toplumsal olanın üzerimize yüklediği acıları fark etmeden, bireysel kurtuluş yolu da pek mümkün değildi. Tabii bu farkındalık için, toplumsal travmaların üzerimizden ''kalkması'' gerekiyordu; post-travmatik semptomların belirmesi lazımdı yani... Aksi takdirde, akut stres altındayken, psikologlar bizi sadece dinleyebilir ve "içimizi boşaltmamıza" yardımcı olabilirlerdi. Şimdilerde Gabor ve arkadaşlarının Filistin’de yapmaya çalıştıkları gibi.

Bu aşamada Gabor'a bir soru yönelttim. Toplumsal travmaların iyileşmesine izin vermeyip onları sürekli tetiklemenin -özellikle kriz dönemlerinde- totaliter iktidarların bir karakteri olduğunu düşündüğümü belirttim; zira bu şekilde halk daha rahat manipüle ediliyor, sindiriliyor ve korkutuluyor. Sonra şunu sordum; post-travma aşamasına geçememiş akut stres altındaki insanlar, kendileri için iyi olan bir yönetim şeklini nasıl belirleyebilirler? Gabor, hükümet değişimi olmadan, travmaların iyileşmesinin imkânsız olduğunu söyledi; o zamana kadar yapılabilecek en iyi şey, bireysel psikolojik yardım almaktı...

''Ben olsam daha farklı bir cevap verirdim,'' diye düşündüm ister istemez; daha iyi bir yaşam için politik olarak bir araya gelmenin ve örgütlenmenin insan psikolojisine iyi geldiği biliniyor nihayetinde. Kamusal alanda birbirlerinin acıları ile yüzleşen, daha özgür, barışçıl bir kamusal alan için birlikte eyleyen insanlar, psikolojik olarak daha sağlıklı bir iyileşme sürecine giriyorlar. Birlikte iyileşebilmenin karşıtı, ''birlikte hastalanmak''; Yolanda Gampel'in toplumsal acıyı açımlarken, dış dünyanın, üzerinde kontrolümüz olmadığı toplumsal ve politik etkilerini ifade etmek için başvurduğu ''radyoaktif'' metaforu ile bağlantılı kullanıyorum bunu.

Gampel, fiziğe ait olan radyoaktif terimini, toplumsal şiddetin/devlet şiddetinin etkilerini ifade etmek için kullanır; bu şiddet, ruhumuza nüfus ederken öyle kokusuz ve renksizdir ki, bizde yaratacağı bedensel, psikolojik hastalıkları kontrol etmeye çalışmak hayli zordur. Zira belirli bir ulusa, etnik kimliğe, bölgeye ait olduğumuz için, edilgen alıcılar ya da ileticiler olabiliriz.[2] Bu radyoaktivite, fark etmezsek ve mücadele etmezsek, algılayışımıza, bellek nöronlarımıza dahi zarar verecektir. Aysel Tuğluk'un bellek yitimini, toplum olarak maruz kaldığımız ve ne yazık ki sessiz kaldığımız bu radyoaktif şiddetten bağımsız düşünebilir miyiz? Onun bellek yitimi, birlikte hastalık dediğim durumun bir yansısı. Birlikte mücadele edebilmemiz için, toplumsal acıyı duyumsamamızın önündeki engellerin farkına varmak önemli; neoliberal ekonomi politikaları da tanınma -etnik, dinsel, cinsel vb.- politikalarıyla birlikte bu engeller ''arasında''.

Byung-Chul Han, palyatif toplumu tanımlarken, neoliberal dayanıklılık ideolojisinin, travmatik deneyimleri performans artışı için nasıl katalizör haline getirdiğini anlatır; neoliberal ideoloji, insanları toplumsal acılara, travmalara olabildiğince duyarsız kılmaya, onları mutlu performans özneleri haline getirmeye çalışır. Neoliberal toplumda acı ortadan kalkmış değildir elbet ama kamusal alanda sergilenmesine hoş bakılmaz. Hapishaneler, kışlalar, sağlık kurumları, okullar, fabrikalar gibi disiplin mekânlarına sıkıştırılır acı. Devrimin yerini, depresyon alır palyatif toplumda.

Tam da burada Byung-Chul Han'dan bir alıntı yapmakta fayda var:

... Hâlbuki devrimin mayası, birlikte hissedilen acıdır. Neoliberal mutluluk dispozitifi, bunu daha doğmadan öldürür. Palyatif toplum, acıyı tıbbileştirerek ve özelleştirerek siyasetten arındırır. Böylelikle acının toplumsal boyutu baskılanır ve bastırılır. Yorgunluk toplumunun patolojik dışavurumları olarak algılanabilecek kronik ağrılar, hiçbir protestoya yol açmaz. Neoliberal performans toplumundaki yorgunluk, ben-yorgunluğu olduğu ölçüde apolitiktir. Bitap düşmüş narsist performans öznesinde görülen bir semptomdur.[3]

Tabii Byung-Chul'a göre bu yorgunluk, örgütlülüğün oluşmasında rol oynayacak biz-yorgunluğundan farklıdır. Ben-yorgunluğu, devrime karşı en iyi tedbirdir... Kişiler, farklı olduklarına dair tanınma taleplerinden, neoliberal ekonomi politikalarının siyasi ağrı kesici olarak sunduğu palyatif demokrasi karşısında vazgeçerler. Acı çekmeye performans toplumunda zaman yoktur; acıdan korkulur, uyum ve uyuşma tercih edilir, ‘’bir başına’’ açlıktan ölmemek için…

Seçim öncesinde, Türkiye'deki halkların travmalarına, yıllardır hem homojenleştirici tanınma politikalarının -etnik, dinî, cinsel vb. açıdan-, hem de ekonomi politikalarının ''birlikte'' sebep oldukları eşitsizlikler açısından bakılmalı. Travmaların iyileşmesi süreç alır; halihazırdaki iktidarın ve 6’lı ittifakın failliklere dair inkâr politikalarını düşünürsek -politik örgütlenme önündeki engelleri de göz önüne aldığımızda- seçim öncesi olası bir iyileşme, 7’li masanın adalet ve hakikat üzerine yaptıkları vurguların ciddiye alınmaması durumunda, pek de mümkün görünmüyor. Halkın toplumsal acılarının ve travmalarının sadece ekonomi politikaları dolayısıyla oluşan kısmına değil, Kürtlük, Alevilik, Ermenilik gibi etnik ve dinî kimlikler yahut cinsel kimlikler dolayısıyla dışlanmasının, asimile edilmesinin de dahil olduğu tanınma politikalarına da eğilmesi; insanlara, ''travmalarınızı, acılarınızı tanıyoruz'' denilmesi gerekiyor. Faillerin, mağdurları ahlâki muhatap olarak tanımasının yollarının açılmasından bahsediyorum. Nick Smith'in ele aldığı gibi, Hegelci anlamda, failin haysiyetinin, mağdurun haysiyetine bağlı olduğun kabul edilmesinden.[4] Şunu da atlamamak gerek; Irene Nigolian'ın yazdığı üzere, klinik deneyimler, inkârın kaldırılmasının, travma yaratıcı bir başka süreci temsil ettiğini gösteriyor, ki bu süreç de çok yorucu, yıpratıcı. İnsanlık dışı yıkımların, terk edilmişliğin görünür olduğu, iki tarafın da savunmacı kimlik temellerinin peşi sıra çöktüğü bir hal.[5]

Fakat Nigolian ile hemfikirim; ‘’canavarı, travma kaynağı ve hepimizi delirten kimerayı öldürmenin de tek yolu bu’’.


[1] Ilany Kogan, 2012, Kendilikten Kaçış, çev. Banu Büyükkal, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 11.

[2] Yolanda Gambel, 2022, ‘’Toplumsalın Acısı’’, Toplumsal Acı/Toplumsalın Acısı: Uluslararası Psikanaliz Yıllığı, ed. Melis Tanık Sivri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 14.

[3] Byung-Chul Han, 2022, Palyatif Toplum: Günümüzde Acı, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, s. 24.

[4] Nick Smith, 2010, Hatalıydım, Özür Diliyorum, çev. Kıvanç Tanrıyar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 289.

[5] Irene Nigolian, 2016, ‘’İnkârın Kimlik Şiddeti veya Herkesi Delirtme Çabası’’, çev. Gülay Erol, İçimizdeki Şiddet: Ruhsaldan Toplumsala Şiddet Görüngüleri, der. Fulya Algın Tokmak, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 139.