İmparatorlukları, Batı tarafından sömürgeleştirilmeyle son bulan ve bağımsızlık mücadelelerinin ardından bir ulus-devlet yapılanması altında birleşen halkların ''çoğunluğunun'' benimsediği ideoloji, post-emperyal ideoloji olarak tanımlanıyor.[1] Bu ideolojiye içkin travma, ideolojinin serencamını haiz taşkınlıklarda belli ediyor kendini; post-emperyal ideoloji, mağdurluk hissiyatından besleniyor. Mağduriyet anlatısının, kendinde hak olarak tanımladığı temelde iki hedef var; toprak egemenliğini ve ulusal itibarını maksimize etmek. Eğer bu itibar tehlikedeyse, şiddet, hınç gibi tepkiler, kendine benzemeyeni ilga etmeye yönelik kategorilerin varlığı gözlenebilir hale geliyor. Post-emperyal ideoloji, sömürge deneyimi ile birlikte, kolektif travma meseli üzerinden tartışılabilir halde. Kolektif travma, oluşturulmuş sosyal düzenin alaşağı edilmesiyle vuku buluyor; aşağılanmış hisseden, şirazesiz ve tezatlarla ortada kalakalan ''çoğunluk'', post-emperyal ideolojiye kolektif travmasını aktarıyor. Ortaya çıkan yeni ulus-devletin rüştünü ispat etme çabasını körükleyen bu travma, muzdariplik retoriğine içkin olarak, bağımsızlık ilan olunduktan sonraları da, politik söylemin bir bileşeni halinde kalıyor. Kolektif hafızanın bir parçası olagelen bu bileşen, ''kabul edilmiş kurbanın'' her daim haklı olduğuna ve bu haklılığın koşulsuz şartsız tanınmasına yönelik zorlayıcı bir çaba atıyor ortaya. Bu minvalde, henüz kavramsallaştırılmamış olan post-emperyal travmaya mensup özellikleri açımlayabilmemiz için, bir örnek üzerinden gitmekte fayda var. Fikrimce, bir düşün insanı olarak Cemil Meriç, post-emperyal travmayı anlayabilmemiz açısından önemli bir örnek teşkil ediyor. Meriç’in Osmanlı devlet geleneğine bağlı ailesinin, Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan Antakya’ya göçünün ve Meriç’in Antakya’da, dönemin Fransız mandası altında yetişmiş olmasının, fikri hayatına, kaçışlarına, kayboluş ve buluşlarına etki ettiğini ve bu etkide, post-emperyal travmanın izlerinin saptanabilir olduğunu düşünüyorum.
Meriç, arayışlarla dolu fikrî dünyasını kimi devirlere ayırır; 1917-1925 koyu Müslümanlık devri, 1925-1936 şoven milliyetçilik devri, 1936-1938 sosyalistlik devri, 1938-1960 araf denilebilecek kuluçka devri, 1960-1964 Hint devri, 1964’ten sonra sadece Osmanlı.[2] Meriç, neredeyse 1960’ların sonlarına kadar, yani Konya'ya ziyaretleri başlayıncaya (1966-1967) ve ''aydınlanıncaya'', ''Buda gibi uykusundan uyanıncaya'' kadar, Batı'nın muhayyilesine olan hayranlığını neredeyse her yazısında belli eder. Fakat rahatsız bir hayranlıktır bu. Kendi ''gerçeklerine'' yabancılaşmanın, ''Avrupalılaşmanın'' bedelini, içinden çıkamadığı ruhsal hezeyanlarla karşılar. Kelimelerin ''içine düşmüştür'' Meriç. Cumhuriyet’in, ülkedeki fikrî hürriyeti ezen karakteri, geçmişi silip süpürme gayesi gütmüş inkılaplar, ortaya çıkan ''kendi dillerinden habersiz bir alay hödük'' rahatsız eder onu. ''Altı yüzyıl cerrahi bir ameliyatla içtimai uzviyetten koparılıp atılınca, Türk düşüncesi boşlukta kalmıştır''.[3] Bir zamanlar Marksist olduğunu mahkemede haykırsa da, bu, ümitsizlikten doğan bir isyandır; o yalnızlık içinde bir şey olmak ihtiyacı hissetmiştir sadece. Türkçülüğe meylettiğinde de böyledir, ilimciliğe, inançsızlığa, kadınlara, içkiye, Hint dünyasında da… ''Kucağında yaşadığı cemiyette hep yabancı muamelesi gören, bazen Türk, bazen şehirli, bazen insan olduğu için envai hakarete uğrayan göçmen çocuğu bir yere tutunmak, bir komüniteye girmek ihtiyacı''[4] duyar hep. Fırtınaya tutulan gemi, limanlara sığınır. Seksüel buhran içindedir, ruhi buhran. Polis korkusu, frengi korkusu... Hep kaçmak arzusundadır. Hiçliğini bütün merareti ile hisseder. O zamanlar eleştiriyordur Osmanoğlu’nu; entelijansiyanın ana vasfını kapı kulluğuna indirgemişler, onlar da, korkup emir alan haysiyetsiz uşaklar oluvermişlerdir. Kan kokusuyla azgınlaşan Osmanoğulları, oturup da Farabi, İbni Sina ile uğraşma lüzumu görmemiştir. Tam da bu yüzden, şiddeti kınar Meriç. Düşünmeyi gereksiz bulmuştur Osmanoğlu; düşünmeye teşebbüs edenin adı kâfirdir, katli vaciptir. Şöyle yazar bir eleştirisinde Meriç: ''Siz sadece Osmanlısınız. Osmanlı, yani epiküryenler sürüsünden bir domuz. Fezahatlerinin farkında olmayacak kadar mesuliyetsiz ve şaşkın. Şuursuzluğun, köksüzlüğün, tarihten kopuşun en canlı timsali...''[5] Şuna da bakalım: ''İkiyüzlü bir hayvandır Osmanlı; Tanrı'yı ve kulu aldatan bir panayır gözbağcısı. Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında dua''.[6]
Paris, rüyalarının şehridir Meriç'in, kafasının vatanıdır; lakin gönlüyle Anadolu topraklarına bağlıdır. Yabancılaşmıştır. Coğrafi kader, biyolojik kader, sosyal kader, hepsi üzerine çullanmıştır. Batı'yı ancak ''anahtar deliğinden'' dinleyip, okumak ve düşünmek, kâbusa çevirmiştir hayatını, yürüyemez. Ya Balzac’ın, ya İbn Haldun’un ya da Makyavel’in ardına gizlenir; onlarda kendi ümitlerini, ümitsizliklerini yaşar. Descartes yahut Spinoza olamaz, cemiyet bel kemiğini kırmıştır zira. Memleket, muazzam bir tımarhanenin hücrelerine dönmüştür. Batılılaşmayı, bir tiyatroya beşinci perdenin ortasında girmeye benzetir. ''Angoisse''larının nedeni, kendini küçük görmedir; psikozların nedeni şuuraltının lağımları değil bu kültürel yabancılaşmadır. Delirmekten korkar, yapayalnızdır. Hiç bir işe yaramayan bir adam hisseder kendini. Yine de kitaplar tesellisi olur; Dosto, Balzac, Comte, Diderot, Hugo, Descartes, Büchner... ''Tanrı biziz'' der; ıstırap çeken insanlarız ve insanla ilgili her hayal kutsal, her teselli, her ümit. Yuvarlanmamak için, boğulunca bir dala tutunmak ihtiyacı bakidir. ''Trajedisini'' diliyle, zevkleriyle, heyecanıyla, yarısıyla Büyü Doğu kadrosundan olmakla, düşünceleriyle ve inançlarıyla da Yön'e yakın olmakla tanımlar. Meriç, Avrupa'nın gözünde hâlâ bir ''maymun'' olarak görülmeyi içine sindiremez; hiçbir ananesi, haysiyeti olmayan sırnaşık bir gölge halindedirler. Müslümanlar, Doğulular, Türk olduğundan utanan, tarihinden utanan şuursuzlar. Meriç, körlüğün üzerine yıktığı ''küçüklük duygusunun'' ağırlığını da yüklenir üzerine. 1965’te, ''hepimiz suç ortağıyız'' diyecektir; yıllarca uyutulduk, kitaplar deccalı Tanrı gösterdiler... Buda'nın uyanışını, hakikate erişini kendine kılavuz eder. Tutunacağı dalı, cemiyeti, bulmuştur da denilebilir.
Konya'ya gidip gelmeye başlayan (1966-1967) Meriç'in ''uyanışının'', yabancılaşmasından sıyrılışının, kendi deyişiyle ''deccalı tespit edişinin'' yazılarına etkisi görülmeye başlar.[7] Bu süreçten itibaren Osmanlı mirası, İslâm, Türklük, yolunu aydınlatan unsurlar haline gelir. ''İnsan inançlarını kaybedince çomarlaşıyor''dur. Bütün ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan haline İslâmiyet getirmiştir; ''biyolojik değil moral bir vahdet, mukaddes''. 600 yıl aynı potada eriyip, kâinata meydan okunmuş, zaferden zafere koşulmuştur. Lakin entelijensiya, Avrupa kapitalizminin uyuz köpeği haline gelmiş, Türk insanını Türk insanına düşman etmiştir. Meriç “uyanmıştır”; ''yarım asır Avrupa tefekkürü ile uğraştıktan sonra, kendi gerçeklerine dönen eski bir müstağrib'' olarak, Batı-Doğu muhasebesini yapacaktır bundan böyle. O zamana kadar, insanlığın düşünme tarihini tavaf eden bir şakirttir, çıraktır. Meriç artık, Osmanlı’nın, birçok unsurun mesut bir terkibi olduğunu düşünür. Osmanlı’nın düşünceye ihtiyacı olmamıştır, neden olsundur ki? İslâm, tefsir, hadis, fıkıh vs. ile hayatın bütününü kucaklıyor, düşünceye ihtiyaç bırakmıyordur. Huzur vardır orada, adalet, demokrasi vardır... Aksiyon ve iman medeniyetidir Osmanlı; kılıç ve adalet ile muzaffer olan bir ülkenin, kendini lafla müdafaaya ihtiyacı yoktur. Entelektüel Batılı bir hayvandır. Bütün Batılı eserler, kaybettiği şeylerini arayıp, aczlerini dışavuran, rüştlerini sürekli ispat etmeye çalışan inançsız ve kaybolmuşların eserleridir. Bu ''çocuklar'', İslâm'ın eserlerini neden okusunlardır ki? ''Hayatından memnun olan insan veya sınıf düşünmez. Her düşünce bir kopuştur. Düşünce bir bedduadır, rahatsız eder. Düşünce fert planında bir felakettir''.[8] Bu topraklarda eser yazılacaksa eğer, bir şeyler düşünülecekse, bizi kaybettiklerimizle yüzleştirecek, nihayetinde de bizi yeniden ''hiç düşünceye'', İslâm'ın kollarına taşıyacak eserler lazımdır; bu bağlamda Peyami Safa'nın Yalnızız eserini, Necip Fazıl'ın yabancı cevherlere teşne halkın ''öz kök'' alakasızlığını müzmin şahsiyetsizlik hastalığı olarak nitelendirdiği İdeolocya'sını sever mesela Meriç. Diğerlerini, ''rüştünü idrak etmeden kocayan nesillerin kendi kendilerini tahrip insiyakı''[9] addeder. Batılı eserleri de, onların aczini ve kendi aczimizi, yoksunluğumuzu görmek için okumak, tetkik etmek gerekir, İslâm imanıyla. Bu bahis geçerken, Dostoyevski örneğini verir Meriç;[10] ''ilimci ve dinsiz'' olduğu vakitlerde, ''Hıristiyan'' Dosto'yu okurken neden rahatsız hissettiğini de belirterek. Şöyle der: ''Dosto'yu anlayabilir miyiz? Evet. Hem de Batı'nın bütün romancılarından çok. 1968'den beri kurbanı veya seyircisi olduğumuz trajediyi, bütün çıplaklığı, bütün eziciliği ile Ecinniler’de yaşıyoruz. Sosyalizm, anarşizm, batıcılık... Dosto, bütün dertlerimiz üzerine düşünmüş, tabii Rus milliyetçisi olarak''.[11]
Burada şunu belirtmem gerek; 1975 yılında Meriç, Kerim Sadi ile bir söyleşisinde, ''Kader karşısında aciziz. Dosto, Weber, Tolstoi budala değildiler. Kaybettikleri cennetin hasreti içindeydiler. Allah'a inanmak için 2 kolumu kestirebilirdim,''[12] dediği için, yine Tanrı'ya inancı sarsılmış, kendiyle çelişiyor addedilmiştir.[13] Fakat Meriç, geçmişte yaptığı okumalar sırasındaki inançsızlığından bahseder burada. 1960’ların ortalarından sonra, Konya ile tanışıklığından sonra, kendiyle bu anlamda çeliştiği bir nokta yoktur denilebilir. 1970'lerin sonunda Nobel ödüllerine yönelik yaptığı konuşmasında da,[14] genel kanının aksine Avrupa'ya özenmez; Türkiye’de, kendi toplumu ile yüzleşen edebî eserlerin yokluğundan dem vurur. Bu bağlamda şu ifadelerine bakmakta fayda var:
Evet, bir Balzac'ımız, bir Dickens'ımız, bir Dosto'muz yok belki. Ama bir Peyami, bir Kemal Tahir, bir Adalet Ağaoğlu, Avrupa'daki çağdaşlarıyla pekâlâ boy ölçüşebilir. Divan edebiyatında roman yok. Niçin olsun? Batı'nın ilk romanlarından biri, Topal Şeytan. Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman, başlangıcından itibaren bir ifşadır. Osmanlı'nın ne yaraları vardır, ne de yaralarını teşhir etmek hastalığı. Hikâyeleri ya bir destan parçasıdır yahut hisse alınacak bir kıssa. Romanın burjuvaziyle doğduğunu söylerler... Osmanlı, Osmanlı olarak kaldıkça, Batı romanını anlayamazdı...[15]
Şöyle demesi de ondandır: ''Dosto, büyük kılavuzlarımdan biri. Doğu ile Batı'nı muhasebesini yaparken, insanı, bütün azamet ve sefaleti -daha çok sefaleti- ile teşhir masasına yatıran o büyük romancıdan cesaret aldım''.[16] Meriç'e göre, gençler önce kendilerini tanımalıdırlar; kendi dillerini, kendi irfanlarını. Sonrasında da, insanlığın tarihine eğilmeli, Asya ve Avrupa'nın her düşüncesini incelemelidirler. Niyet, ''ikra'' emr-i celiline uymaktır;[17] Batı'yı Batı yapan fikri temeller, insanlığın ve İslâm'ın ortak hazinesinden alınmıştır. Bu keşfedilmeli, inançsızlığın yarattığı kayboluş, yuvarlanış, “öze” -İslâm’a- dönmek üzere, “özü” müdafaa için tahlil edilmelidir yani.
Nihayetinde umranımızla, Avrupa medeniyeti şarklılaştırılmalıdır[18] Meriç'e göre. Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı karşısındaki davranışı, Güliver kompleksi olmuş, her şeye yeten Kur'an'dan şüpheye düşülmüş, Avrupa, tantanasıyla şuurumuzu fethetmiştir. Bunların ayırdına varılabilirse, ''Kıtaları ipek bir kumaş gibi kesip biçen, kılıcından kelleler damlayan Osmanlı'', Ortadoğu'daki liderlik fonksiyonunu yeniden kazanacaktır. 1960'ların ortalarından itibaren başlayan yolculuğu -Konya ile temas etmesiyle-, onu ''Büyük Doğu ideolocyası''na yakınlaştırmıştır. Kendini ait hissedecek, şirazesini düzeltecek cemiyetle tanışmıştır da denilebilir; Türk-İslâm cemiyetiyle. Konya yolculuklarında ilk defa olarak başkası ile temas etmiştir;[19] başkası, yani kendi insanıyla. Onlardan değildir o vakitler, lakin uçurumun kenarında uyanmıştır. Boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştur. Fark etmiştir ki, Tanzimat'tan o yana, Türk aydınının alınyazısı iki kelimede düğümlenmiştir: aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları hazırlamış, onlar sadece oyuncu kalmışlardır. Nesiller, bir ütopyanın kurbanı olmuşlardır. Bu ütopya içinde yaşamak, bir bakıma, gerçeği görmelerine de vesile olmuştur. ''Yığın Avrupalılaşırken, aydınlar Türkleşmelidir'' sonucuna varır Meriç; ''Ve çalışmaya başladım. Spinoza kırk dört yaşında ölmüş. Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.'' Peki, Cemil Meriç, o yaşına kadar hâlâ bir “tutunacak dal” arayışında iken ve savruluyorken, Konya ile hayatında değişen ne olmuştur? Nihayet nereye tutunmuştur? Hangi cemiyet tarafından kabul görmüştür?
Ümit Meriç, Babam Cemil Meriç kitabında, Tevfik Fikret Kılıçkaya başlığı altında detaylıca anlatır meseleyi.[20] Cemil Meriç’i İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken tanıyan Konyalı Türkmen Kılıçkaya, Konya’ya dönüp avukat olduktan sonra, İstanbul’a her ziyaretinde Meriç’i Konya’ya davet eder. Bu davetlere zaman zaman icabet eden Meriç, daha sonraki yıllarda MHP’nin Konya İl Başkanı olan Kılıçkaya’ya, amblem olarak partinin -üç kıtada kök salmış Osmanlı’ya atfen- üç hilali seçmesini tavsiye eder. Bu önerisi MHP lideri Alparslan Türkeş’e iletilir ve kabul görür. Meriç, Konya’ya her geldiğinde ya Kılıçkaya’nın evinde ya da Konyalı “idealist” gençlerle birlikte Saray Oteli’nde ağırlanır ki bu gençler arasında Yeniden Milli Mücadele Derneği’nin kurucularından Necmettin Erişen de vardır. Türkeş’in, “Sadece Konya teşkilatımla bir hükümet kurabilirim,’’ dediği ekipte yer alan Kılıçkaya, Meriç’le ülkücüler arasında bir köprüdür. Bu ağ, Meriç’in yazınlarının “gönüllü’’ sansürlenişinde de etkendir.[21] Meriç’in Mart 1973’te Hisar dergisinde yayımladığı Türkperestlik ve Türkiyat yazısı ve içindeki Ziya Gökalp eleştirisi, 1974’te Bu Ülke kitabına girecekken, Alparslan Türkeş’in Meriç’e, Ziya Gökalp’e değinmemesini “rica etmesi’’ üzerine, yazı, Meriç tarafından Bu Ülke kitabına dahil edilmez. Yazının devamı sayılabilecek, 1975’te Hisar’da çıkan Türkoloji yazısı da, 1978’de Mağaradakiler’in ilk baskısında yer alsa da, 1980’den itibaren bir daha Cemil Meriç’in on iki ciltlik külliyatında yer almaz. Kimi “muhafazakâr psikatristler’’, Meriç’in Konya sonrası “uyanışını’’, “ikinci bakış’’ olarak nitelendirip,[22] Meriç’in Konya ile tanış olana kadar psikolojik bakımdan kör olduğunu, ömrünün elli yılını arayışla geçirdikten sonra çocukluk dönemindeki karmaşalarını çözmüş olan Meriç’in, kendi psikolojik tarihine ikinci bir bakış attığını düşünürler; ateizm, sosyalizm vb. inançlara tutulan, mağaradaki Türk aydını, çocuksu bölme (splitting) manevrasına kapılmış, nihayetinde de mağaradan kaçmıştır; ikinci bakışla… Batı heveslileri tarafından aldatılmış, “öz köküne’’ yabancılaşmış, lakin geç de olsa meselenin ayırdına varmış, aymıştır…
Meriç üzerinden, post-emperyal travmanın birkaç unsurunu tespit edebilmek mümkün; sömürgeleştirenin -Batılının- “gücüne’’, iktidarına, muhayyilesine hayranlık ve bu güce erme telaşı; bunu başaramayıp, geleneksel -yerel- olandan çıkamayınca, “yeterince iyi olamama’’ hissiyatını yenmek için rüştünü ispat etme arayışları; aslında hiç “Batılı gibi olamayacak olmanın’’ karşısında gelişen benlik kaybı korkusu ve bu korkunun doğurduğu radikal olana eğilim, hınç, nefret; radikal olanın, Batılı olanın karşıtı olarak ve onu kapsayacak, aşacak şekilde inşa edilmesi; bu inşanın inananları ile birlikte, geleneksel olandan beslenen ve sömürgeleştirene karşı “sosyo-tarihsel üstünlük’’ atfedilmiş kendi “imparatorluğunu’’ post-kolonyal bir anlatıyla kurma; nihayetinde, sömürgeleştirene benzeme ve “öteki’’ olarak tanımladıklarını, iktidarına hayran bırakma ve rüştünü ispat etme arzusuyla fethetme isteği.
Cemil Meriç’in düşün serüveni, Tanıl Bora’nın da yazdığı üzere, kendimizin, kendiliklerimizin keşfini ilham eder bir halde.[23] Post-emperyal travma, fikrimce, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerini ve politik kültürünü haiz kabul edilebilir. Özellikle bu travma, AKP’nin postkolonyal Yeni Türkiye anlatısıyla ve eylemleriyle, daha da “dile getirilir’’ olmuştur denilebilir.
[1] Manjari Chatterjee Miller, 2013, Wronged by Empire: Post-imperial Ideology and Foreign Policy in India and China, Stanford University Press.
[2] Ergun Göze, 1975, İçimizden 30 Kişi, Boğaziçi Yayınları, s. 7.
[3] Cemil Meriç, 2020, Jurnal 1, 31. Baskı, İletişim Yayınları, s. 71.
[4] A.g.e. s. 77.
[5] A.g.e., s. 228.
[6] A.g.e., s. 355.
[7] Cemil Meriç, 2021, Jurnal 2, 25. Baskı, İletişim Yayınları, s. 153.
[8] Cemil Meriç, 2021, Sosyoloji Notları, 21. Baskı, İletişim Yayınları, s. 141.
[9] Cemil Meriç, 2021, Bu Ülke, 65. Baskı, İletişim Yayınları, s. 90.
[10] Cemil Meriç, 2022, Mağaradakiler, 33. Baskı, İletişim Yayınları, s. 272.
[11] A.g.e. s. 272.
[12] Cemil Meriç, 2021, Sosyoloji Notları, 21. Baskı, İletişim Yayınları, s. 378.
[13] Bkz. Nurdan Gürbilek, 2008, Mağdurun Dilli, Metis Yayınları.
[14] Bkz. Tanıl Bora, 2021, Cereyanlar, 8. Baskı, İletişim Yayınları, s. 394.
[15] Cemil Meriç, 2021, Kırk Ambar, Cilt 1, 21. Baskı, İletişim Yayınları, s. 288.
[16] Cemil Meriç, 2022, Mağaradakiler, 33. Baskı, İletişim Yayınları, s. 275.
[17] Cemil Meriç, 2020, Kültürden İrfana, İletişim Yayınları, s. 482.
[18] Cemil Meriç, 2021, Umrandan Uygarlığa, 29. Baskı, İletişim Yayınları, s. 64.
[19] Cemil Meriç, 2022, Mağaradakiler, 33. Baskı, İletişim Yayınları, s. 282.
[20] Ümit Meriç, 2018, Babam Cemil Meriç, İnsan Yayınları, s. 168.
[21] A.g.e., s. 169.
[22] Murat Beyazyüz ve Erol Göka, 2008, Kronolojik Bir Biyografi Yerine Psikobiyografi: Cemil Meriç, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s. 142.
[23] Tanıl Bora, 2006, “Cemil Meriç”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5, İletişim, s. 519.