Alevilik konusu Türkiye’nin Osmanlı’dan miras alıp kangren haline getirdiği toplumsal ‘durumlardan’ birine işaret ediyor. Kabaca söylersek bu ‘durum’, devletin tanımladığı prototip vatandaş kimliğinin dışında duran gerçek kimliklerin resmen ‘görülmemesi’ ile bağlantılı. Burada birbirini besleyen iki sorun var: Birincisi devletin vatandaşlık tanımı hakiki, yani yaşanan bir kimliğin üzerine oturmuş değil. Eğer ‘Türk’ kimliği Orta Asya menşeli bir etnisiteden ziyade, bu toprakların ürettiği senteze dayandırılmış olsaydı, belki zaman içinde Anadolu’nun parçalı kimliksel yapısı bu çatı altında farklılıklarını koruyarak birlikte olmayı becerebilirdi. Ancak milliyetçiliğin ‘kurucu ideoloji’ haline gelmesiyle, Türklük de kimliksel çeşitliliği görmezden gelen bir külte dönüştü.
Cumhuriyet’in bu yaklaşımının Kürtleri ve Sünni Müslümanları sistem dışına itmesi, hatta bazen yok saymasının şaşırtıcı bir yanı yok. Ancak iş Alevilere geldiğinde durumu yadırgamamak kolay değil. Çünkü Aleviler yüzyıllardan sonra kendilerini Sünni cemaatle eşitleyecek olan Cumhuriyet’e hararetle sarılmışlar ve desteklemişlerdi. Ayrıca, dini özel hayatın çerçevesi içinde tutmayı hedefleyen ve bu anlamda ‘nötr’ bir kamusal alan yaratan laiklik de Alevilere gayet cazip gelmişti. Dahası Aleviliğin Türkmenlikle ilişkisi, bu grubun devletin koyduğu ‘Türk’ tanımını çok daha kolaylıkla taşıyacağının belirtisiydi.
Ne var ki Cumhuriyet hem Osmanlı’nın doğal uzantısıydı, hem de getirdiği ‘Türk’ tanımının işlevsel olması halkın çoğunluğuyla ilişkilendirilmesine bağlıydı. Böylece siyasi olarak laik, ancak kültürel olarak Sünni bir vatandaş tipolojisi hedeflenmiş oldu. Alevilik ise sanki bir anda buharlaşmıştı. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte, devletin beklentisi Alevilerin giderek ‘laik ve Türk’ şablonuna oturacağı ve bu yeni cemaat içinde devlete asimile olacağıydı.
Ne var ki tepeden gelen siyasi kimliklerin, tarihin derinliklerinden beslenen kültürel kimliklerin yerine geçmesi mümkün olmuyor. Alevilik de yaşadı... Ancak örgütsüzlük, kentleşme ve kültürel birikimin sonraki nesillere aktarılmasında yaşanan kopukluk, bu cemaatin içerden parçalanmasına ve savrulmasına neden oldu. Bugün Aleviliğin ne olduğu hangi Alevi ile konuştuğunuza bağlı olarak değişiyor. Dahası zaten heteredoks bir inanç olan, yani geçmişte melezleşmeye açık olması ile anlam ve derinlik kazanan Alevilik, bizatihi inancı küçümseyen bir laikliğin kuşatması altında bazı ideolojileri inancın yerine geçiren akımlar da yarattı.
Sonuç bir yanda inanç olarak kalan Aleviliğin küçük gruplar halinde kendi kabuğuna çekilerek iletişim kanallarını yitirmesi, öte yanda da siyasileşen Alevi grupların marjinalleşerek toplum dışına itelenmesiydi. Bu aşırı parçalanmış yapı ne Alevilerin içinde ne de topluma yönelik siyaset yapılmasına olanak tanımadı. Örneğin zorunlu din dersi konusundaki taleplerini Aleviler ancak çok cılız bir biçimde seslendirebildiler. Oysa özellikle bu konu, tartışma dışı olması gereken temel bir hakkı ifade etmekte...
Bugün Sünni kesimin doğal temsilcisi olan AKP, Alevilerin talepleri yönünde önemli bir adım atıyor. Bu adım herşeyden önce görme, duyma ve dinleme isteğini ortaya koymakta. Diğer taraftan Alevilerin bütün iç farklılaşmalarına karşın belli başlı birkaç temel talepleri var. Siyaset, alt grupların farklılıkları üzerinde değil, herkesi birleştiren kalın hatlar üzerinde yapılmak zorunda. Aksi halde iyi niyetli bir hükümetin açılımını kullanamamanın yükünü herhalde hiçbir Alevi önderi taşıyamaz. Çünkü bilinmesi gerek ki, siyaset imkanları azınlık grupları için daima konjonktüreldir. Yani doğru kullanmadığınız takdirde bir daha ne zaman yeniden sahip olacağınızı bilemezsiniz. O nedenle Alevilerin de kolaycı eleştirileri bir yana bırakıp, tüm toplumu muhatap alan basit ve net bir siyasi söylemde buluşmalarında yarar var. Aralarındaki farklılıklar nedeniyle didişmek için nasıl olsa önlerinde bir sürü yüzyıl bulunuyor...
Taraf, 16.1.2008