Kısa Bir Değini: “Türkçe Tıp” Garabeti Üzerine

Arkaik ve anakronik bir can çekişmeden farksız olan, tıp veya hekimlik dilinin Türkçeleştirilmesi girişimlerindeki koyu cehaleti, o bildik tözcülüğüyle “Öztürkçe” ideolojisini, Türkçülüğün Esasları’nın (Z. Gökalp, 1923) ikinci bölümünde öngörülen program kapsamında ve “ıstılah ve ıslah” yolundaki pedagojik türküyü ne kadar eleştirsek az. Bu meseleyi politika sularına demirlemeden ele almak da, bir o kadar olanaksız. Kastedilen şudur: “Sagun”, “otacı” veya “dirger” olarak hekim, “dirgerlik” olarak tıp, kezâ dilgibilim (anatomi), sayrılıkbilim/çörbilim (patoloji), tomurbilim (onkoloji), dirimbilimsel göze (biyolojik hücre), gödenbilim (proktoloji) gibi vodvillerden fırlamış unsurlar ve başka yüzlercesi… Kısa silsile: 1870’te bu topraklarda Türkçe tıp eğitimi başlatıldı. Cumhuriyet periyodunda ise, 1928’de “Dil/Yazı Devrimi”nden sonra 1932’de Türk Dil Kurumu’nun (TDK) kurulması ve akabinde gerçekleştirilen Türk Dil Kurultayları marifetiyle dilin “yabancı sözcüklerden arındırılması” çabalarına başlanmış, 1937-1938 yıllarında bilimsel terimlerin “Türkçe karşılıklarını türetme” çalışmalarına hız verilmişti… Bilim diline ilişkin Türkçeleştirme programları, evet, Cumhuriyet’in erken yıllarında belli ölçülerde uygulanmaya çalışıldı. Bir ölçüde de başarıldı. 1980’lerden itibaren bilişim ve iletişim alanında da benzer girişimlere tanık olundu. Ne ki, tıp alanında bilhassa 1970’lerden bu yana atağa kalkan, 2000’lerle birlikte yeni bir dalgayla yükselen bu hevesin çoğu kere terminoloji, nomenklatur ve geniş ölçekte de dil-kültür bağlamındaki semiyolojik çulsuzluğu çok açıktır. Nosyon, kavram, konsept, terim, ıstılah, mefhum veya fehva silsilesine ilişkin, yahut da bireyin sözü (la parole) ve toplumsal yapının koyutladığı dil (la langue) arasındaki dinamiklere ilişkin bir müktesebatı olmadığı çok barizdir. Düşünelim ki nereye işaret ettiği belli olmayan “Öztürkçe” referansı bile, yaşayan varlık olarak dil kavrayışını ihlal eden bir tözcülüğe karşılık geliyor. Hayır, üzgünüm ki bu öyle bir şey değil; sanıldığı gibi bir çırpıda yerleşik kılınacak bir paraşüt hiç değil... Bunun kendisi bile niyetin nasıl da ideolojik olduğunu gözler önüne seriyor olmalı.

Etraflı tahlillerle uzun uzadıya yazılabilirse de, kısaca göz atmakla yetinelim. Çağdaş tıbbî terminolojideki çoğu elemanın kökeni Eski Yunan ve Latinceye uzansa da, bugün artık profesyonelleşme ve ivmelenen uzmanlaşma ile birlikte alt-kültürel birimler halinde bir “bağlamsallaştırma”dan bahsetmek durumundayız. Manası itibarıyla birbirine denk olan Eski Yunanca, Latince veya İngilizce/Fransızca karşılıklar bile yerine göre, alt-kültürel yordamlarla, belli uzmanlık branşlarının hanesine kaydedilmiş durumda. Birkaç örneği anarak somutlaştıralım: Başka eşdeğerleri muhakkak olsa da apopleks, örneğin, hemen hemen sadece endokrinoloji bağlamında karşımıza çıkarken diskrazi, büsbütün hematoloji bağlamında zikredilir. Overlap ise romatolojinin hanesine yazılmış gibidir. Basitçe idiyopatik ile karşılanabileceği halde kriptojenik, nörolojide hassaten epilepsi bağlamında kullanılır. Alerji ve immünoloji sahasındaki idiyosenkretik ise tabloyu daha da karmaşıklaştırır. Göz hastalıklarındaki dekolman, KBB alanında dehissans veya başka bir yerde detaşman olarak karşımıza çıkacaktır; peki ya üçüne de “ayrışma” mı denilecektir, farklı anılsa bile bunlar nasıl özümsenecektir? Bu alt-kültürel motifi, “kronik” semptomların çeşitli branşlara göre zamansallığının değişmesi ile birlikte düşünebiliriz: Bir yakınmayı kronik sayabilmemiz için geçmesi gereken süre diyare için, öksürük için veyahut dorsalji/lumbalji için bambaşkadır. Dahası bu ölçek, “subakut” veya “hiperakut” atıfları olup olmamasına göre de değişiklik arz edecektir. Kezâ “remisyon, relaps, rekürrans” üçlüsü de, alanlara göre bambaşka içeriklere sahiptir. Örnekse nöropsikiyatrideki remisyon, relaps ve hatta eksaserbasyon ile, bunun göğüs hastalıklarında büründüğü karşılıklar arasında kayda değer nüanslar vardır. Benzer bir durum kür, konvalesans ve reküperasyon için de söylenebilir. Yine kimi terimler, birer tamlama olarak yıllar yılı oturmuştur; “aberran arter”, “aksesuar dalak”, “refleks taşikardi” yahut “rebound asidoz” gibi. Yine EKG’deki “konkordans” veya “defleksiyon”, sıvı-elektrolit dengesindeki “defisit”ler gibi… Bunlar kendi spesifik kompartmanlarında devinir. Örnekse “aberran”a bir şey, onun pratik muadili olarak düşünülebilecek “ektopik”e ise başka bir şey bulamazsınız; bulsanız da oturmayacaktır o. Konstitüsyonel, otonom ile vejetatif arasındaki dinamik gibi tıpkı.

İşte mesele o ki, tüm bunlar bir tür “semiyosfer”e açılır; alan içinde, pratikte, tam da zanaatın işleyişi sırasında şekillenip demlenir. Saha içinde (in situ) oturur. Tıpkı belli branşların “-iyatri” (geriyatri, psikiyatri), diğerlerinin ise “-loji” (jinekoloji, kardiyoloji) sonekiyle keyfekeder anılması gibi. Şu sorunun ne denli saçma olacağını gözümüzde canlandıralım mesela: Nörologlar hastalarını iyileştirmedikleri ve salt klinik-bilimsel araştırma ile ilgilendikleri için mi acaba “şifa” (iatreia) soneki tercih edilmemiş, logos denmiş? Hedef vurulur: “Bu önerme doğru değildir, öyleyse bu tercih ne kadar da yanlış!” İşte, Öztürkçeci yaklaşımların dile ilişkin muhakemesi aşağı yukarı bu türden karikatürize edilmiş gülünç sorularla cedelleşir. Üstelik de onlarca ders notunda, teksirde veya kitapta öğrenmeyi, ezberlemeyi kolaylaştıran pedagojik kısaltmalar yahut hatırlatıcı ipuçları (mnemonics) topyekûn bu “yabancı” tercihler üzerinden kurgulanmıştır. İyi ki de öyle olmuştur; zira mezuniyet yıllarımız arasında tam kırk sene olan babamla meslekî-klinik bir istişare yapabilmemiz, aynı jargonu konuşmamız ancak bu sayede mümkün olabilmektedir. Bu yapılanmanın sosyokültürel sermayesi zayıf, taşradan veya alt-orta sınıflardan gelen öğrencilerin Batı dillerine şu veya bu ölçüde aşinalık kazanmasına hizmet etmesi de cabası… Alan içine dönerek şunu ikrar ve tekrar edelim: Dolayısıyla salt “anlam” yönelimli bir ikame çabasının, pür “lügâtçi” bir masabaşı mesainin zinhar yetmeyeceği açıktır. Sorulabilir ki, şu basit morfolojik silsile, nüanslarıyla birlikte nasıl karşılanacaktır örneğin: Protrüzyon, proptoz, prolapsus, herniasyon… Dahası strangülasyon, divertikül, invajinasyon, volvulus, rotasyon… Cerrahî prosedürleri düşünelim: Eksizyon, rezeksiyon, enükleasyon, ekstirpasyon, ekstraksiyon… Nasıl başarılacaktır? Bu bahislerde çocuk ve erişkin cerrahisindeki alt-kültürel çeşitlenme bile başka başkadır. Tıpkı dahiliye veya kardiyoloji yoğun bakım ile, anestezi yoğun bakım arasında alt-kültürel bir açılanmadan söz edebileceğimiz gibi. Tıbbî genetikteki dismorfolojik kavram setinin inceliklerini düşünelim ya da: Malformasyon, deformasyon, displazi, disrupsiyon… Ya da mekanik patolojik unsurları akla getirelim: Stenoz, skleroz, obstrüksiyon, oklüzyon, blokaj, atrezi, striktür... Söz konusu lügâtçi ikame çabasının semiyolojik açıdan çuvalladığı çok sayıda örnekten bir tanesini işaretleyelim: Arnold Pick veya Emil Kraepelin’in psikotik bozukluklar için 19. yüzyılın sonlarında kullandığı, hatta Eugen Bleuler’in 1908’de “şizofreni” şeklinde yeniden formüle edeceği klinik tablonun önceli olan “dementia praecox”, alabildiğine yanlış bir tercihle “erken bunama” (yahut anlamdaş bir başka Öztürkçe karşılık) ile tercüme edilir. Dolayısıyla teslim edelim ki belli ölçülerde imkânsız bir misyondur bu; hele hele bugünlerde. Patoloji “sayrılıkbilim” midir yoksa “çörbilim” mi; Öztürkçe hudutlarında bunda bile mutabık kalınamamıştır henüz. Dahası, değil mi ki ülkücü hekim Şefik İbrahim İşçil ile Ali Ulvi Elöve’nin Türkçe Hekimlik Terimleri Üzerine Bir Deneme (1948) kitabını veya Saim Ali Dilemre’nin iki ciltlik Dil Devrimi İçin (1949) eserini yayımladığı yıllarda değiliz.

Çok sular aktı, çok rüzgârlar esti. Yahut da Ord. Prof. Dr. Zeki Zeren’in 1946’da yayımlanan Anatomi Sözlüğü ve Türk Anatomi Terimleri adlı kitabının önsözünde “Tıbbî terimlerimizi Arapçadan kurtarma, Türkçeleri varsa kullanma, yoksa eski kaynaklardan araştırma, bulma, uygun bir şekilde oluşturma gereğini” ifade ettiği yıllar büsbütün geride kaldı. 1970’li yıllarda TDK’da oluşturulan Hekimlik Terimlerini Türkçeleştirme Yarkurulu’nca yayımlanan Hekimlik Terimleri Kılavuzu’nun (1978) ima ettiği ufuk, kaçınılmaz biçimde akamete uğradı. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin, Mustafa Kemal’in doğumunun yüzüncü yılı vesilesiyle tertiplenen toplantının akabinde neşrettiği Türkçe Tıp Terimleri Toplantısı (1982) kitabındaki özlemlerin, 2006 yılında TDK kapsamında kurulan Tıp Terimleri Çalışma Grubu’nun faaliyetlerinin, grubun başkanı Cengiz Yakıncı’nın koordinatörlüğünde çıkan Sözlük dergisi (2008-2017) gibi yayınların, TÜBA’nın neşrettiği Hekimlik ve Türkçe: Türkçe Tıp Terimleri Çalıştayı (2003) kitabının, Süreyya Ülker’in Ülker Tıp Terimleri Sözlüğü (1986/1991/2004) veya Ayfer Aydoğan ile Sami Aydoğan’ın Tıp Çeviri Sözlüğü (1995/2006/2013) gibi örneklerin ta baştan boşa düşmeye yazgılı olan çabalar olduğu kesindir. Hatta, nispeten daha sıhhatli olan çabalar olarak Aykut Kazancıgil’den Utkan Kocatürk’e, Hayri Sözden’den İsmet Dökmeci’ye, yerli ve millî tıp sözlükçülüğü ürünlerinin de… Ki zaten, milliyetçi ve muhafazakâr motivasyonlarla ortaya atılarak bu ideolojinin hijyenik imtiyazlarından faydalanıp da tutarsız veya fırsatçı olmayan, pratikte bunu tam anlamıyla yaşamsallaştırabilmiş bir örneğe rastlamak hayli güçtür. Kendi payıma, yurttaşlık deneyimim sırasında bunun istisnasını henüz görmediğimi söyleyebilirim; Türkçesi sahiden de nitelikli bir ülkücüye rastlayamadığım gibi. Nitekim fakültedeki öğrenciler, yani tıp talebeleri arasında örtük alay ve mizah konusu olmaktan öteye gitmemiş olan bütün bu girişimlerin üstelik de bir tür “arındırma” ve “tasfiye” söylemiyle, hatta “mütareke ve işgal yılları” göndermeleri ve “Türk dünyasından uzaklaşma” vurguları eşliğinde, Oktay Sinanoğlu’nun (Bye Bye Türkçe, 2000) ısrarcılığı veya Feyza Hepçilingirler’in çoktan kanonlaşmış kitabı Türkçe “Off” (2004) gibi tuhaf örnekler üzerinden kitle iletişim çağına lanet okurcasına, bir dejenerasyon tiradı eşliğinde gerçekleştirilmesi, hele hele bütün bunların çoğu kere “emperyalizme karşı Türkçenin gücü” veya “yabancı dillerin boyunduruğu” gibi vasat retoriklerle yapılması bizi ısrarla politik sahaya çağırmaz mı? Buna “Türkçü-Toplumcu Budun Derneği” gibi sakil oluşumların tazyiklerini, zorlama “Öztürkçe karşılıklar türetme” ve Eski Anadolu Türkçesi dönemindeki eserlerde, Klasik Osmanlı tıp metinlerinde geçen “kaybolmuş” sözcükleri tarama, kazıp çıkarma ve “yabancı tıp terimlerine Türkçe karşılık örnekleri devşirme” gayretini ekleyelim. Gerçekten de “Türkoloji” denen şeyin bile zorunlu olarak Türkçe veya Türkî olmadığı bir ortamda (örnekse bugün etimoloji bahsinde iyi-kötü bildiğimiz şeyleri A. Tietze ile S. Nişanyan’a, yani “ecnebi” sayılanlara borçlu olduğumuzu[1] anımsayalım), muhtelif sosyal bilim enstitüleri dergileri akademik açıdan düzeysiz makalelerle, Tarama Sözlüğü’nü sözvarlığı açısından didik didik ederek çoktan tedavülden kalkmış örnekleri tekrar servis etme girişimleriyle dolup taşar.

Şöyle düşünelim: İzotonik sodyum klorür çözeltisine her “serum fizyolojik” (sérum physiologique) dediğimizde veya beyin-sinir cerrahisini “nöroşirurji” (neurochirurgie) olarak andığımızda, bu topraklarda tıp eğitiminin Fransızca başlatılmasına dönmemiz gerekiyor. Yahut da, bugün klinik pratikte Arapça kökenli “zatürre, zatülcenp, iltihab, intaniye” gibi ifadelerin pek kalmamış oluşu da… Bu, tekil tercihleri çokça aşıp geçen tarihsel bir imzadır ve haliyle yerinden oynatıp sarsmak da, doğal olarak tepeden inme reçetelerle, dikey direktiflerle cereyan etmeyecektir. Mustafa Kemal’in icat ettiği kimi geometri terimlerinin, kezâ Aydın Köksal’ın türettiği “bilgisayar, yazılım, donanım, çevrimiçi, sekme” gibi onlarca bilişim teriminin oturmuş olması da, “millî irade”yi aşan bir olgudur… Çok sular aktı, evet. O tren kaçtı. O tren fikrî mülkiyete ilişkin hürmete, ifade özgürlüğüne, yetkin bir eğitim sistemine, buluşları önceleyen bilimsel-teknik uğraşlara, Ar-Ge faaliyetlerine verilen önemdi ve asla olmadı. Örnekse Almanya’daki veya Fransa’daki gibi olmadı, olamadı bu. Batı dünyasında kimsecikler tutup da bugün “Behçet Hastalığı”na (Morbus Behçet, 1937) yahut “Reşat-Schilling tipi monositer lösemi”ye (Reschad-Schilling Monozytenleukämie, 1913) kendi dillerinde “özgün” karşılıklar icat etmeyi düşünmez örneğin –abesle iştigâldir.[2] Ancak III. Reich döneminden, Nazi hekimlerinden kalma eponimleri sistematik biçimde tasfiye etmek planlanabilir (ve nitekim bal gibi uygulanmıştır). Menzilimiz orasıdır işte: “Mayın, bomba, cezaevi, idam, infaz, tecavüz, işkence, şehit” gibi sözcükler, örneğin, başka hiçbir dilde bu denli yoğunlukta kullanılmıyor olmalı. Korkarım buna emin olabiliriz. Dilin “kirlenmesi” ve “yozlaşması” fenomenini -varsa öyle bir şey- buralarda aramak gerekmez mi biraz da?[3]


[1] İlk baskıları, sırasıyla: (i.) Tarihî ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lûgatı (Cilt I: A-E), İstanbul: Simurg, 2002; (ii.) Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü, İstanbul: Adam, 2002.

[2] Örnekse Süreyya Ülker, mendelevium elementine adını veren kimyacı D. İ. Mendeleef’in, soyadı “Mendilci” olan Ruslaşmış bir Kazan Türk’ü olduğu varsayımından hareketle “mendilciözü” adını öneriyordu örneğin: “Kişi Adlı Katıtlar”, Dirgerin Sesi, 4. sayı, 1994, s. 16-18. Çiğneyerek sündürmek yersiz: Bunun evrensel adı ırkçılığın bilimselleştirilmesidir.

[3] “Cehalet” dendi; evet, ta kendisi: Antipati ve tasfiye, örnekse Nurullah Ataç’taki gibi şöyle veya böyle estetize yordamlarla icra edilseydi, tamam. O ki Ataç, Türkçede yaşayan bütün Arapça, Farsça kelimelerin dilimizden atılmasını isteyen bir tasfiyeci idi. Yine de o, örnekse kültür yerine “ekin” dediğinde bunu artık belli kertelerde işleyip olgunlaştırmış, yoğurarak bağlamsallaştırmış ve bunu sesine-sözüne yakıştırmıştır. Şöyle yazarken, yine de demokratik tonlar taşır örneğin: “Biraz uğraşınca bir karşılık bulunuyor. İyi mi? Tutar mı? Orası başka. Kimi beğenilir, tutar, kimi beğenilmez” (“Gene Dil”, Ulus Gazetesi, 14 Aralık 1948). Son olarak, bütün bu serüvende tartışmaya değer olan az sayıdaki şeylerden bir tanesi, şair-hekim Ceyhun Atuf Kansu’nun şu cümlelerinde yankılanan tutumdur belki de (1977): “Yabancı terimlere dayanan bir bilim uygulamasını büyüye benzetebiliriz. Büyünün de uygulamada kendine özgü sözcükleri, terimleri, törenleri ve yalın halktan gizlenen kutsal dokunulmazlıkları vardır. Hekimliği de anadilden ayrılan terimlere uygularsanız, onu bir büyü hâline getirirsiniz. O zaman bilim ile büyü arasındaki sınır kalkar; bilim de bir gizem, bir büyü olur. Hekimlik dilinin yabancı terimleriyle karşılanmasına hekimliği bir büyü hâline getirdiği için karşıyım ilk önce. […] Hiçbir bilimin halk üstünde, insanlık üstünde bir yeri yoktur; her bilim halk içindir, insanlık içindir. Hekimlik dilinin Türkçeleşmesi için savaşanların temel ereği budur. Hekimliği büyüden, gizemden kurtarmak istiyorlar. Hekimlik dilinin Türkçeleşmesini isteyenler bu kuramı savlıyorlar.” – Aktaran: M. Ş. Onaran, “Deneme Niteliğinde Bir Sözlük”, Cumhuriyet Kitap Eki, 921. sayı, Ekim 2007, s. 28. Merak edilirse, Türkçeleştirme serüvenine ilişkin olarak, Onaran’ın metnine ilaveten Ekrem Kadri Unat’ın kimi makalelerine göz atılabilir. Yine şu derlemeye bakılabilir: S. Kemahlı, “Tıp Eğitimi ve Hekimlik Dilimiz Nasıl Türkçeleşti?”, Tıp Eğitimi Dünyası, 44. sayı, 2015, s. 5-12. Ayrıca bkz. S. Ünal, “Tıp Dili Türkçeleştirme Çalışmaları”, I. Türkçe Tıp Dili Bilimsel Toplantısı Konuşma Metinleri içinde, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi, 2019, s. 79-82. Az sayıdaki eleştirel tutumdan biri ise, Dr. Hakkı Açıkalın’ın dijital ortamda, Süreyya Ülker’e ait bir sözlük tercümesi (H. Feneis, Anatomi Sözlüğü, 1979) vesilesiyle yazdığı “Tıbbın Dili” başlıklı doyurucu ve ironik metindir. Tercümede retinanın “torlak”, akciğerin “akbağır”, diyaframın “böleç”, mandibulanın “altıbükeç”, sigmoid kolonun “cörgem” olarak karşılandığını aktardıktan sonra, matrak bir cümle kurar Açıkalın: “Bu ‘çeviri’nin Türk hekim ve tıp öğrencilerine getirdiği tek fayda, espri kabiliyetlerine yaptığı müthiş katkıdır.” Elhak, doğru! Not edelim ki aynı Süreyya Ülker, 1990’ların başında Dirgerin Sesi isimli bir “Yıllık Türkçe Tıp Dergisi” çıkarmaya başlamıştı; kendisinden başka kimseciklerin oradaki metinleri anlayamadığına kâniyim.