Fuhuş, daima, mizojininin ahlâkçı ambalajlarla sarmalanmasının pervasızca billurlaştığı bir mesele olagelmiştir.[1] Gerçekten de, fahişelik ile patriyarka ilişkiselliği, esasında bir “kriz” olarak AIDS’le oldukça paralel bir tarihsel ortaklaşma sergilemiş olan frengi özelinde de karşımıza çıkar ve kararlı bir sürekliliğe işaret eder.[2] Fransız Devrimi ile birlikte, kadınlar birey kabul edildiği ve kocanın tiranlığı kaldırıldığı halde, “koca ile karısı” arasında eşitlik kurulmadı. Geç 19. yüzyılda, bütün Avrupa'da ve Amerika'da kadınlar, kocalarının yasal vesayeti altındaydılar. Kadınların kullanma yeterliliğinde olmadıkları haklara sahip olmaları, hukukun önemli bir kurnazlığıydı. Karının bağımlı statüsü ve yasal yetersizliği kısmen, 18. yüzyıl hukukçularının düzelttiği şekliyle Roma kaidelerine, kısmen Germanik göreneğe dayanmaktaydı. Tüm kadınlar için model teşkil eden evli kadın, sadece aile içinde ve aile aracılığıyla vardı[r]. Kocanın üstünlüğü ise, “karının kendisini koruyan güce sunduğu bir saygı”dır. Tamamlayacak şekilde koca da, üstünlüğünü kadınların kırılganlığı düşüncesinden almaktaydı. Roma hukukundan alınan fragilitas kavramı, doğal zayıflıktan çok, küçükleri korumanın gerekçelerine işaret etmekteydi. Bu yüzden, bir kadının kocasına frengi bulaştırdığının kanıtlanması boşanma gerekçesi sayılmaktaydı; çünkü bu durumda hastalık, zorunlu olarak zinanın ürünüydü. Bir koca ise, aksine, kabahatsiz bir kadına bilerek ve mütemadiyen frengi bulaştırsa bile, kusurlu sayılmamaktaydı. Benzer şekilde, bir kadının evlilikten önce bazı gerçekleri [gebelik ya da fahişe diye fişlenmiş olmak gibi] gizlediğine dair iddialar, aleyhine kullanılabilirdi.[3]
Doktorlar kocadan izin almadan hastalığı tedavi etmezdi; çünkü tedavi hastalığın gizli nedenini açığa çıkarırdı. Aynı doktorlar, 19. yüzyıl boyunca, özellikle Pasteur'den sonra giderek artan bir taraftar kitlesine sahip oldular ve savundukları değerler güç ve itibar kazandı. Yüzyılın sonuna doğru frengi hayaleti tüm Avrupa'ya musallat olunca doktorlar sonunda en saygın “matron”ları bile tedavi etme hakkını elde ettiler. Natüralist Aydınlanma hijyenin gerçek ahlâklılık, yani vücudu hastalıktan ve ruhu da kötülükten koruyan bir ahlâklılık olduğunu zaten savunmuştu; bu durum [birtakım kültürel handikaplar paranteze alınırsa] tahkim edilmiş oldu. 20. yüzyıl başlarında, frengiye karşı savaşan doktorlar genç kadınların cinsel eğitiminin kendilerine emanet edilmesini hararetle istediler. Doğru eğitim verilen genç kadınlar ayartılmaya direnmek için daha donanımlı olacak ve müstakbel kocalardan sağlık belgesi isteyebileceklerdi. Bu istikâmette peşi sıra risaleler ve rehberler yayımlandı.
Diğer taraftan 19. yüzyıldan devralınan bir miras da tüm hızıyla sürüyordu: 1830'ların ve 1840'ların popüler devrimlerinden ve yıkıcı kolera salgınından sonra, sağlık reformcuları ve “ahlâki istatistik” yazarları “Büyük Kirli”den kaynaklanan sosyal düzensizliği, bulaşıcı hastalığı, kent çöplüğünü ve ahlâksızlığı takıntı haline getirmişlerdi. Saygın topluma enfeksiyon bulaştıran kanal [bir “musibet lekesi”, bir veba, bir yangılı yara] olarak fahişeyi saptadılar. Birtakım yönetmelikler çıkarıldı. Yönetmelikçiler ile taraftarları fahişelerin denetlenmesini ve periyodik muayeneye tabi tutulmasını kamu sağlığını, kamu ahlâkını ve kamu düzenini savunma olarak övdüler. Fahişeliği “zorunlu bir kötülük” olarak gören bu kişiler erkeğin düşkün kadınlara cinsel açıdan ulaşmasını haklı gösteren çifte-standartlı bir cinselliği savundular. Zira erkekler için cinsel arzunun psikolojik zorunluluğundan emindiler. Yönetmeliği savunanlar fahişelerin sağlık kontrolünden geçirilmesinin zührevî hastalıkların yayılmasını kontrol edeceğini iddia ettiler. Bu iddiayı da, bazı yerlerde yaygın olan frenginin hastalıklı fahişelerle rastgele cinsel ilişkiyle yayıldığı ve eldeki tanı ve tedavi yöntemlerinin hastalıklı fahişelerin muayene ve tedavisini gerçekleştirmeye yeterli olduğu varsayımına dayandırdılar.[4] Özetle, Viktorya döneminde, cinsel arzu ile vahşi cinayetler veya sair yüz kızartıcı suçlar arasındaki en genel bağı fahişelerin oluşturduğu fikri hâkimdi. Söz konusu dönem, insani kalıtımsal yozlaşma [soysuzlaşma] ile kadın mastürbasyonu, nemfomani, fuhuş, alkolizm, cinayet ve intihar arasında doğrudan bir nedensel bağ kuruyordu. Fahişeler ister suç işlesin, ister suçun kurbanı olsun, isterse de erkeklerin cinayet işlemesine sebep olsun, hep derinde yatan neden olarak görülmüştü. Her düğümü çözen bu “doğuştan suçlu kadın” senaryosunun klasik bilimsel temellendirmesi ise, ırkçılığıyla sivrilen kriminolog Cesare Lombroso tarafından 1893 yılında [yayımlanmış olan Mücrim Kadınlar, Fahişeler ve Normal Kadınlar başlıklı bir eserinde] yapılmıştı.
Bununla birlikte, hoş, Türkiye özelinde de, “mizojini”den söz edilmeksizin bir heteronormativite kritiği yürütmek de tutarsızlıkla malul olacaktır. Nitekim, not etmeli ki Ezgi Sarıtaş, Heteronormativite ve İstikrarsızlıkları: Geç Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemlerinde Cinsel Modernlik [2018] başlıklı özgün doktora tezinde, ikili cinsiyet modeli ve cinsiyet özdeşleşmesi ile erotik arzunun ayrışmalarını, kadınsı [efemine] erkek figürü olan züppe ve erkeksi kadın figürü olan “erkek kıyafetinde kadın” başlıkları altında inceler. “Eve K. Sedgwick'in önerdiği onarıcı okuma [reperative] yöntemini benimseyerek, erkek kıyafetinde kadın ve züppe gibi eşiksel figürlerin sağladığı queer tahayyül imkânları üzerinde durmak” ister. Erken dönem Osmanlı romanlarındaki züppe figürü üzerinden kadın arzu nesnesinin yarattığı kadınsılaşma kaygısına ve bu kaygının Batılılaşma kaygıları ile nasıl iç içe geçtiğine göz atar. Erkek kıyafetinde kadın figürünün hem bu kaygıları dindirme hem de normatif cinsiyet ve cinsellik kurgularını bozguna uğratma potansiyeline dikkat çeker. Bu iki figür yoluyla yaptığı çözümleme ile kadınsılık korkusu olarak mizojininin ve erkeksiliğe duyulan arzunun geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet heteronormativitesinin kurucu unsurlarından olduğunu savunur. Sarıtaş’a göre, normatif cinsiyet tanımlarının kıyısında yer alan bu iki figür ayrıca, erkeklik ve kadınlık tanımlarının yeniden yapıldığı bir dönemde kadınsılık ve erkeksiliğin nasıl yüzergezer hale geldiğini irdelememe imkân sağlar.[5]
Sarıtaş geç Osmanlı heteronormativitesinin işleyişindeki istikrarsızlıkları açığa vuran bir kavram olarak “züppe”den söz ederken, onun abject [dışkı/atık] kılınması yoluyla ideal erkek figürü olarak çıkarmaya çalışıyordu. Aynı anda hem heteroseksüelliğe dair kaygıların yüzeye çıktığı bir figür, hem de kadınsılık korkusu biçimini alan mizojiniyi içeren bir karakter olduğunu [ve bu iki bileşenin Osmanlı özelinde “mizojen bir heteronormativite”yi oluşturmak üzere tarihsel olarak iç içe geçtiğini] söylüyordu:
“Tek cinsiyetli bir model söz konusu ve buradaki mutlak cinsiyet erkek… Kadın ise erkeğin ‘kusurlu’ versiyonu olarak ele alınıyor. İki cinsiyetli model kadın ile erkeği birbirine karşıt olarak görürken, tek cinsiyetli modelde arzu nesnesinin belirsizliği 19. yüzyılda [‘züppe’ özelinde teşhis edilen] ‘kadınsılaşma korkusu’ ile birlikte mizojiniyi de beraberinde getiriyor.”[6]
Bu tip bir erkeklikte, arzulamaya ket vurulur, kadını arzulamamak -ve erkeği arzulamak- cinsel patoloji söylemiyle uyumlu biçimde kadınla özdeşleşmek anlamına gelir. Dolayısıyla özdeşleşme men edilir, kadınsılık sürekli olarak reddedilir ve kendisine diğer erkeklerden yalıtılmış, hem sosyal hem cinsel fobiyi imleyecek biçimde iki anlamda, homofobik bir uzam inşa eder. Bu erkeklik her zaman diğer erkeklerin tehdidi altında kırılgandır ve ortaya sürekli tehdit altında hisseden paranoyak bir benlik çıkar. Nefret dolu bir özdeşleşme yoluyla, kendisini “erkeklerin kurbanı” olarak görür. Burada işleyen şey, Sedgwick’in de tartıştığı biçimiyle, paranoyak eşcinsel paniği ve homofobidir. Homofobi yalnızca kişinin karşısındakinin eşcinsel olmasından ve kendisine yönelik hemcinsel arzular beslemesinden duyulan korku değildir, aynı zamanda kendi hemcinsel arzularının yarattığı bir korkudur da.[7]
Mazhar Osman’dan devamla, aynı ekolün bir diğer kayda değer ismi Dr. Fahreddin Kerim Gökay ise, pek çok çalışmasıyla, hygiéne mentale denilen “akıl hıfzıssıhhası” teşkilatının ülkülerini resmetmekteydi. Ortalamadan sapanı sapkınlaştırarak ve bunu da toplumun “genel ahlâk”ına yayarak nizam bekçiliğine soyunmaktaydı. Burada somutlaşan değerler dizgesi, Türkiye’de çeşitli bürokratik mercilerin, bakanlıkların veya valiliklerin açıklamalarına her daim sızan ve anayasa metnine dayandırılan o “toplumsal hassasiyet ve duyarlılıklar”, “milli güvenlik”, “kamu düzeni”, “kamu vicdanı/yararı”, “takdir yetkisi ve yerindelik alanı”, “genel sağlığın ve genel ahlâkın korunması” ve “başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması” gibi gerekçelendirme araçlarına da epistemik ve aksiyomatik altlık teşkil ediyordu. Gökay, Tıb Dünyası mecmuasında 1944 yılında yayımlanan “Ahlâk Hastaları” başlıklı bir metinde, şu tuhaf satırlara yer vermekteydi:
“Ahlâk hastaları arasında psödologya fantastika adını verdiğimiz marazî yalana düşkün mitomanlar, yalancılar, cemiyet kanunlarını hiçe sayan kanun-şikenler, anti-sosyaller, serseriler, hayal kuvvetini işleyerek etrafı aldatanlar, sahte üniforma taşıyanlar, kumbarbazlar, sahte çek ve telgraflar tanzim edenler, şehvet düşkünleri, fahişeler, poli-morfist idyo manyaklar, anarşistler, cemiyet düşmanı reformatör geçinen fanatikler, asker kaçakları, muhtekirler, mübalâğacılar vardır…”[8]
Bağlamak üzere şunu diyebiliriz ki, hastalıklar ile, hele hele cinsel edimlerle bulaşan hastalıklarla, yahut da salt zührevî olana indirgenmiş birtakım hastalıklar [emrâz-ı zühreviye] ile bağdaştırma hamlesi, artık aşinası olduğumuz bir hijyenist hegemonik taktiğin adıdır ve “kadınsılaştırılarak” bir “üçüncü cins” kategorisine fırlatılan queer varoluşu giderek bir tehdit öznesi haline sokar. Onu ancak mikrobik açıdan görünür kılar ve bir “toksik başka”ya çevirir. Bu süreçte medyanın ürettiği sembolik anlamlar, çarpık bir gerçeklik tasarısını inşa eder. Söz konusu inşa ise, hastalık taşıma potansiyeli olan “sakat” bedenlere sahip oldukları algısında birleşen bir kolektif yanılgının adına dönüşür. İktidarın şiddet teknolojileri, bunu geri-besler ve tehdit nesnesine indirgenen bedenden korkmak, hijyenist bir edimi koşullayarak söz konusu bedene karşı saldırgan tutumu meşrulaştırır. Toplumsal düzleme yansıtılan bir illüzyon olarak dayanıksız gerçeklik tasarıları, medyanın sponsorluğunda giderek büyür ve queer cinsellik, bir “bulaş” yatağına, kurutulması gereken bir bataklığa bürünür. Abartılı medyatik tasarının “hastalıklı ölüm makineleri” kavrayışı, kolektif korku nesneleri olarak queer varoluşu, katli vacip birer saldırı hedefine dönüştürür. Fobi ile nefret arasındaki heteroseksist köprü artık kurulmuştur. Heteronormatif sistemin suret-i haktan göründüğü momentin adıdır bu.
Bütün bu ahlâkçı söylem yapılarının gerisinde yer alan ve farklı konfigürasyonlar halinde sıralanarak imdada koşulan dinsel, ulusal/milliyetçi, militer, cinsel, tıbbî ve patriyarkal motifler,[9] esasında “heteroseksizm”in ne demeye geldiğine işaret etmesi bakımından oldukça önem taşır. Söz konusu kavram, normatif ve preskriptif düzeneklerin kökenindeki ilişkisel/kesişimsel dinamiklere işaret ettiği ölçüde nispeten kapsayıcıdır.[10]
[1] Kısaca bkz. Serpil Sancar, “Modern Erkekliğin Hoşgörülen ‘Kusur’u: Fuhuş”, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti içinde, İstanbul: İletişim, 2014, s. 268-274.
[2] Şu kaynağa bakılabilir: M. Spongberg, Feminising Venereal Disease: The Body of the Prostitute in Nineteenth Century Medical Discourse, New York University Press, 1997.
[3] Nicole Arnaud-Duc, “Hukukun Çelişkileri”, Kadınların Tarihi [Cilt IV]: Devrimden Dünya Savaşına Feminizmin Ortaya Çıkışı içinde, ed. G. Duby ve M. Perrot, çev. A. Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası, 2005, s. 80-110, özellikle, s. 95-96.
[4] Yvonne Knibiehler, “Vücutlar ve Yürekler”, Kadınların Tarihi [Cilt IV] içinde, 2005, s. 307-346, özellikle, s. 307-333, s. 317-319.
[5] Ezgi Sarıtaş, a.g.e., 2018; özellikle, s. 254-277.
[6] Konuyla ilgili kısaca, Sarıtaş’ın şurada yayımlanan bir söyleşisine bakılabilir: Kaos GL Dergisi, 162. sayı, Eylül-Ekim 2018, s. 18-21.
[7] Homofobi ve giderek “eşcinsel paniği”, eşcinsellerden ve eşcinsellikten çok heteroseksüellik ve heteronormativitenin işleyişi hakkında bilgi verir. Homofobi cinselliğin heteronormatif konfigürasyonlarının da yeniden-üretilmesine neden olur. Simetrik biçimde, heteronormativite de, hemcinsler arası erotik ilişkilerin idrak edilebilirliğini sağlayan çerçeveleri düzenler ve Butler’ın deyimiyle cinsiyet, toplumsal cinsiyet ile arzunun kendi iç tutarlılıklarını sağlama alır; Krş. B. S. E. Sarıtaş, a.g.e., 2018, s. 168 ve 200. “Eşcinsel paniği” ise, 20. yüzyılda Batılı erkeklerin homofobik şantajın toplumsal baskıları karşısındaki kırılganlıklarını deneyimleme biçimlerinden biridir. Bu, yalnızca marjinal bir eşcinsel erkekler topluluğundan duyulan bir korku değildir; 18. yüzyıldan itibaren erkekler arası tüm homososyal bağları yapılandırmıştır. Tanımlamak gerekirse, eşcinsellere yönelik şiddet vakalarında savunma olarak kullanılan ve bugün artık kabul görmeyen bir tanı olan “eşcinsel paniği”; eşcinsel olmak, hemcinsleri arzulamak veya başkalarınca eşcinsel sanılmak karşısında duyulan kaygı ve korku olarak tanımlanabilir [a.g.e., s. 55-57].
[8] Akt. R. Kılıç, Deliler ve Doktorları, 2015, s. 126. Bu faslı kapatmadan kaydedilmeli ki, modern Türkiye’deki psikiyatri tarihinin önde gelen isimleri arasında, her ikisi de askerî tıbbiyeli olan Dr. Nazım Şakir [Şakar; 1888-1969] ile Dr. Rasim Adasal [1902-1983] da sayılabilir. Ne ki, bu ilk akliye ve asabiyeciler modern “Türk psikiyatri tarihi”nde önemli bir yere sahip olmakla birlikte hiçbiri Mazhar Osman kadar popüler değildir. Nitekim Adasal Osman’ı, öncü Batılı meslektaşlarıyla mukayese edip özdeşleyerek, “Türkiye’de kutsal bir amacın ilk irşadcısı ve mimarı” ve modern Türkiye psikiyatrisinin öncüsü olarak selamlıyordu; bkz. Deliler ve Doktorları, 2015, s. 23-24. Belki Gökay veya Osman kadar “aşırı” bir figür olmamakla birlikte, Türkiye’de “Freud’dan ilk bahseden kişi” olmasıyla tanınan ve Ruh Hastalıkları ve Cinsel Bozukluklar [1954], Psikonevrozlar ve Seksüel İflaslar [1955], Cinsiyet, Aşk, Evlilik [1963], Normal ve Anormal Cinsiyet [1975] gibi kitapların da yazarı olan Adasal, bu bahiste müstakil bir çalışmayı hak ediyor. Diğer taraftan, Türkiye’deki ana akım tıbbiyeli tipolojisi, rezervuarında yer alan “Diyarbakır celladı” Dr. Reşid Bey, “Mamak Mengele’si” Dr. Turan İtil, Doktor Nâzım veya Ayhan Songar gibi muktedir kapıkulu, rejim bekçisi “halaskâr” ve militer örneklerle dolup taşar. Bunlar, tekil ve müstesna örnekler olmaktansa, alelade birer müesses nizam çıktı örnekleridir; öyle ki sosyo-politik bir “prosopografi”ye yerleştirilerek analiz edilebilir. Prosopografi ağından, Pierre Bourdieu’nün 1978 yılında yaptığı bir konuşmada “zekânın ırkçılığı” dediği şeyi analiz ederken adına numerus clausus dediği cemaatçi dinamiğe giden bir bağlantı pekâlâ mevcuttur. Söz konusu bağlantı, toplumsal bedenin beyaz teknisyenleri olarak tıp seçkinlerini görünür kılacak, sözgelimi bir Haydar Dümen figürünün [âhir zamanlarda] filizleneceği vasatı ele verecektir. İşe, şu yayında minnetle zikredilen isimlere göz gezdirilerek başlanabilir: F. Frik, “Cumhuriyet Devrinin İlk Hekimleri”, Dirim: Aylık Tıp Gazetesi, 1989 [1973], s. 17-23.
[9] Milliyetçilik, militarizm ve patriyarka döngüsü yadırgatmasın: Öyle ki Murat Belge de, “Türkiye’nin modern uluslaş[tırıl]ma sürecinde, ‘kadın’ konusunun, son derece erkeksi, ‘maço’ konular olan milliyetçilik ve özellikle ‘militarizm’ arasında arkaplanda kalacak bir konu olmadığını” vurguluyordu. Bu anlamda Cumhuriyet’in yakın tarihi, cepheye mermi taşıyan kadınlar gibi imgeler veya Sabiha Gökçen gibi fedai figürler üzerinden kadını “halaskâr faziletler”i yavrusuna aktarmak ve “ateşli bir vatancılık hissi”ni telkin etmek ile yükümlü olacağı “millî vazife”ye çağıran, dahası vazifesini yaparken “cinsî hissi”ni tamamen unutması gerektiğini salık veren anlatılar bakımından zengin sayılabilir: Bkz. Militarist Modernleşme: Almanya, Japonya ve Türkiye, İstanbul: İletişim, 2012, s. 677-682.
[10] Not edelim ki, Remzi Altunpolat’ın sarihçe özetlediği gibi, nasıl ki bir sistem olarak patriyarka, cinsiyetçilik [seksizm] ideolojisini üretiyor ve bu da mizojini ile sonuçlanıyorsa; heteronormatif sistem de zorunlu/doğallaştırılmış heteroseksüelliği öngören heteroseksist ideolojiyi üretir, onu aile, din, sağlık, bilim, medya, ordu, eğitim, sosyal hizmet gibi kurumlara yayarak işler ve homofobiyle sonuçlanır: “Queer, Kimliksizleşme ve Devrimci Ufuk” başlıklı söyleşisinden [Felsefeciler Derneği, Ankara, 27 Ekim 2018].