Eskiler nazarında hastalık biraz rutubet biraz hararet meselesiydi. Bugün [irsî hastalıklar sayesinde] anladık ki, hastalık insanın üzerinde doğar, yaşar, ölür; onun da ecdâdı, yavruları, dostları ve düşmanları vardır. Mesela Abdülhamid devrindeki bir paşanın kanseri, Meşrutiyet senelerinde oğlunun müfrit ataklığı yahut Cumhuriyet günlerinde torununun yankesiciliği şekline girerek nüksedebilir!
— Cenap Şahabettin, 1933.
Ulus-devletlerin formasyon sürecinde ırkçılığın bilimselleştirilmesi, esasında bilimin ve bir tür “insan mühendisliği” olmaya soyunan biyomedikal tıbbın, siyasal teknolojilerin rafine edilmesinde işe koşulmasının tarihsel prototipini oluşturmuştur. Soyluluk diskuruna dayanan ırkçılıktan maşizme, militarizme, eril cinsiyetçiliğe, oradan da homofobiye giden bir “kral yolu” vardır ve bunun zeminini de normatif ahlâkçılık döşer. Söz konusu bayındırlığın kendisi ise, en temelde matbaa ve matbuat kapitalizminin şekillendirdiği bir hayalî cemaat olarak “ulus” birimidir. Modernitenin “temizlik” söylemi[1] ve dışlayıcı kriminolojik hamleleri ise “ulus” denilen modern kurumsallaşmaya zaten içkindir.
Nitekim, bir “vaka” olarak Türkiye Cumhuriyeti özelinden gidildiğinde de görülür ki, tıbbî mecazlar, milliyetçi söylemde öteden beri revaçtaydı. Kuvvetli olmayı hak, zayıflığı suç olarak gören sosyal Darwinist mercek, toplumsal sorunları hastalıklar, sakatlıklar cinsinden teşhis etmeye ve onlara cerrahî müdahale kesinliğiyle çözüm bulmaya ayarlıydı. Tanıl Bora’nın saptamasıyla, hem İttihat ve Terakki’nin öncülü olan İttihâd-ı Osmanî Cemiyeti’ne hem Türk Ocağı’nın kuruluşuna öncülük eden askerî tıbbiyelilerin askerlikle katılaşmış meslekî ideolojisi de, bu tıbbî dilin revaç bulmasına katkıda bulunmuş olmalıydı. Savaşlar, tehcirler ile kavim-kırımların ardından, Yeni Türkiye’de tıbbî mecazların reaksiyoner kullanımı, biyopolitik bir çerçeveye yerleşti. Milliyetçi biyopolitikanın sacayağını nüfus artışı, öjenizm [ırk hıfzıssıhhası] ve beden terbiyesi oluşturuyordu. Necip soyun fiziken ve ruhen “yükselmesi” adına, tufeylilerin [asalakların] ayıklanmasını öngören alenî ve pronatalist bir ırkçılık kol gezmekteydi.[2] Bu da, hiç şüphesiz, iradî bir modernizasyon projesinin ürünüydü.[3]
“[Mazhar Osman (1884-1951) gibi nöropsikiyatrlar] millete devâ olmadaki rollerini genişletmeye çalışırken, Cumhuriyet rejimini Osmanlı devletiyle karşılaştırmaktan hiç de çekinmediler. Dr. Osman’ın kendine biçtiği devlet ve medeniyet için propagandacılık görevini ciddiye aldığı kesindi. Dönemin geçerli millî tarihyazımı yönelimine uyarak, vatanı ‘ıssız bir hastalık yuvası’na dönüştürmesinden dolayı, bizzat Osmanlı devletini dejenere olarak nitelendirmekteydi.”[4]
Diğer yandan cinsellik ve doğum/üreme üzerindeki milliyetçi sıkı denetim, kadının tehlike ve yozlaşma kaynağı olarak görülmesiyle birleşmişti. Kesinkes “fena kadınlar”ın sorumlu tutulduğu “ahlâk ve fuhuş hastalıkları”, ırkın nicel ve nitel varlığına dönük en büyük tehdit addediliyordu. Cinsel temas haricinde de bulaşabilmekle birlikte tamamen zührevî hastalık olarak kodlanan frenginin, çok daha yaygın hastalıkların yanında marjinal denebilecek kadar az zarar vermesine rağmen büyük bir afet muamelesi görmesinin sebebi de oydu. Cumhuriyet’in baş asabiyecisi Mazhar Osman, şehvet/kadın ayartısının yol açtığı frengiyi modern hayat tarzının yol açtığı yozlaşmanın alâmeti saymakta yalnız değildi. 1935’te Dr. İhsan Özgen imzasıyla yayınlanan Üç Belâ risalesinin konuları “frengi, fuhuş, içki”den oluşuyordu.[5] Nitekim Mazhar Osman da, kâinatta alkol kalksa bîmarhane mevcutlarının yarıya ineceği kanaatindeydi. Tababet-i Ruhiye’sinde, “doğuştan tereddiye [soysuzlaşma, dejenerasyon] en çok sebep, frengi, alkol ve verem” olarak sıralanıyordu. Dahası ona göre, ana-babanın içkiye alışması, babanın frengi olması, ananın vereme yakalanması çocuğun “tabii olmasına” engel olur; böyle bir çocuk “dejenere”dir. Ebeveyn tarafından neslin tereddiye uğratılması çocukların “delilik, yarım delilik, ahlâksızlık istidadına üç mühim âmil”dir.[6]
Altı çizilmeli ki, cinsellik ile ırkçılığın kesişimi bakımından Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemleri, oldukça mümbit bir arazidir. Özellikle “zimmî” denilen topluluklar özelinde hüküm sürer bu. Genellikle ağır biçimde ırkçılığa bulanan yorumlarıyla Mazhar Osman’ın kitapları, bilhassa verdiği “edebî tat” ile ve yine “halkı eğitmeye, halk için çalışmaya” koşullanmış kamuya açık konferanslarındaki nüktedan tutumlarıyla okurlarda/dinleyicilerde popüler bir etki uyandırmıştı. Osman, Tababet-i Ruhiye adlı kitabının ikinci bölümünde sık sık keyif verici maddelerle ilişkilendirdiği cinsel sapkınlıkları ayrıntılarıyla anlatırken, kantarın topuzunu fena halde kaçırıyordu: “Memleketimizin Türklerinde, Rumlarında, Ermenilerinde, Yahudilerinde puştlara [aktif eşcinsel] çok tesadüf edilir. Erkek orospu rolünü oynayanlar hepsinde varsa da en çoğu Rum delikanlılardır.”[7] Bu, Tony Kushner’ın meşhur piyesinden maharetle uyarlanan çağdaş bir klasik olarak Amerikan yapımı altı bölümlük mini-dizi Angels in America’nın [2003] jenerik alt-başlığının işaret etmeye çalıştığı şeyin tıpkısıdır: Ulusal Temalar Üzerine Bir Gey Fantezisi, gerçekten de eşcinsellik ile “ulus” arasında bir kiriş çizer. Cinsiyet ile milliyetçiliğin atbaşı gitmesi olgusunu, yani cinsiyet-temelli hiyerarşilerin milliyetçiliğin kurumsallaşmasında oynadığı asal rolü gündeme getirir.
Nitekim, Amerikan gerçekliğinde AIDS’le birlikte açığa çıkan kültürel politikalar konusunda epey emek harcamış olan ve alana ilişkin teorik hâkimiyetinden ötürü 1992’deki [yazık ki AIDS’e bağlı] zamansız ölümü bir “yıldız kayması”na benzetilecek kadar övülen Thomas E. Yingling, AIDS ve Ulusal Beden [AIDS and the National Body] başlıklı, ölümünden sonra derlenerek neşredilen kitabında yer alan “Wittgenstein’ın Tümörü” başlıklı yazıda, ulusal kimliğin bedenin ideal kavramsallaştırmasını ve başkalığın “uzlaşımsal iskânı”nın toptan reddiyesini gerektirdiğini söylüyordu. AIDS, bedenin heteroseksüel olarak tasdik edilmiş erojen bölgelerini, ailevî bağları, haz ve mahremiyetin toplumsal formasyonunu ihlal ettiği ölçüde anti-Amerikan bir içlemle donatılmıştır. O arada toplumsal yeniden-üretimin ve en temelde “üreme”nin taşıyıcıları olarak “doğru/makbûl/sağlıklı beden”ler, daima ulusal çıkarların hizmetine koşulmuş olan ana-akım “kanon”larca güvenceye alınır. Eşcinseller, ulusal sağlığın istikrarı için bir tehlike arz etmeye başlar. Akademik mecralarda yankılanan çok-kültürlülük, bir kültürel merkeziyete ve “ideolojik değer”e denk düşen kanon tarafından eğilip bükülmüştür.[8]
Milliyetçilik ile cinsiyetçiliğin kesişimselliği adına, yani bir bakıma ilişkisellik adına söz alıp bu kez karşı-açıdan anımsatalım ki, patriyarkal ilişkiler, kolonyal tahakkümün de [kol kola seyretmeleri bir yana[9]] esaslı bir modelini sunar. Nitekim Frantz Fanon’un sunduğu şema da kadınların konumu ile kolonileştirilmiş öznelerin konumu arasında belli bir eşlenikliği gösterir [conjugation]. Patriyarkal toplumda kadınlar, kendilerini erkeklerin bakış açılarından seyreden yarılmış öznelerdir. Bizzat kadınsılık erkeklerin bakışıyla tanımlandığından, kadınlar kendilerini birer nesneye dönüştürür. İşte Fanon da, siyahların nesneleştirilmelerini ve bu süreci içselleştirmelerini aynı tarzda açıklar. Irk ve toplumsal cinsiyet temelli imtiyaz o kadar iç içe geçmiştir ki, Fanon ırk temelli güçsüzleştirmeyi betimlemek için kastrasyona başvurur: “Bütün bedenime siyah kan sıçratan şey, benim açımdan bir ameliyattan, bir organın kesilmesinden, bir iç kanamadan başka ne olabilirdi ki?” Bu, bir sürekliliğe işaret eder. Gerçekten de, on dokuzuncu yüzyıldaki tıbbî söylemler ile popüler söylemler, birini betimlemek için öbürünü kullanarak “siyahlık”, “cinsellik” ve “kadınsılık” arasındaki bağlantıları adım adım pekiştirir. Kadınlar, siyahlar, aşağı sınıflar, hayvanlar, delilik ve eşcinsellik arasında kurulan eşdeğerlilikler, bilimin gelişmesiyle birlikte daha da katılaşır ve merhametsizleşir. Hele ki ırk ile toplumsal cinsiyet arasında kurulan benzeşiklik [bilimsel yazılarda] o kadar temel bir rol oynamıştır ki, ırksal özellikler konusundaki belli başlı açıklama tarzları cinsel özellikleri açıklamak için kullanılmıştır. Bunun oluşumsal epistemik kökeni ise açıktır: “Bilim ampirik gözlem yoluyla değil, farklılık tecrübesini ve anlayışını yapılandıran bir eğretilemeli sistem yoluyla ilerlemişti ve özünde farklılık nesnelerini yaratan da bu eğretilemeli sistemdir.”[10]
Bu gerçeklik sırtlanarak Türkiye özeline yeniden dönülürse, Tanıl Bora da, milliyetçi söylemdeki “kuvvetli olma istenci”nden dem vururken, “düşünen bir mefkûrenin yanında; bir de, sağlam vücûd bulundurma” ihtirasıyla, “millî bedenin fiziken güçlendirilmesi”ne yönelik çağrılarını paylaşıyordu. Burada açığa çıkan şey, ırkçılıkla kol kola seyreden cinsiyetçiliktir:
“Sosyal Darwinist söylemin, kuvvetsizliği ahlâken düşüklük sayma eğilimi, bu söylemden etkilenen Osmanlı aydın muhitinde de devreye girdi. Zayıf bedenler, imparatorluğun-milletin zayıflamasının, gerilemesinin fizikî kanıtları ve aynı zamanda sebepleri idiler. Muhtelif hastalık isimlerini, toplumsal geriliğin ve çöküntünün mecazları olarak kullanma alışkanlığının yaygınlığı, bu bakış açısına yanaşıktı. Toplumsal ve millî sorunların çözümü de bir hıfzıssıhha faaliyeti gibi tahayyül edilecek, urları kesip atmak, cerahat akıtmak kabilinden tıbbî ve bilhassa cerrahî mecazlarla konuşulacaktı böyle olunca. […]
‘İleze, çıtkırıldım, hareketsiz, soluk benizli insanlar’ milliyetçi edebiyatta bir millî inhitat [çöküş] manzarası olarak resmediliyordu. Sefahate gömülmek kadar kitaba gömülmeyi de bu inhitata yol açan bir kusur sayan anti-entelektüalizm de yolunu buradan genişletiyordu. Ajitasyon, çelimsizleri basbayağı günah ve vatana ihanet ile suçlamaya varıyordu.
Zayıf bedenlere kahrederken sık kullanılan sıfatlardan biri ‘muhannes’tir; kadına benzeyen, kadınlığa meyleden… Milliyetçi neşriyat, dinç ve gürbüz olmamayı, bu ‘zaafı’ öncelikle önemsememeyi, erkekliğini kaybetmekle kodluyordu. Osmanlılar-Türkler ‘erkek bir kavim iken’ fetih başarılarıyla gevşemiş, sefahate dalmış, ‘pamuk şilteler içinde kadınlaşma’ felâketine uğramıştı. Neticede ‘erkek ordusu dağıl’mış; Türk, ‘koca erkekliğini ezvâk-ı garbiyeye, sefahat-i frengiyeye değiş’mişti. Hitap hep ‘Türk oğlu’nadır; milliyetçi kalkışma, aynı zamanda erkekliği uyandırma, yeniden erkek olma çağrısı olarak anlatır kendini. Maşizm, kenetlendiği militarist milliyetçilik söylemine libidinal yakıt sağlar, onu arzuyla doldurur.”[11]
Buradaki “Frenk sefahati” ile, “Frenk illeti” kalıbıyla yahut da “illet-i efrencî, maraz-ı efrencî, dâü’l-efrenc, Frenk uyuzu” gibi tabirlerle karşılanmış olan frengi arasındaki bağlantıya dikkat çekilmelidir. Sahiden de frengi, Türkiye modernleşmesinde ahlâki yozlaşmayı temsil etmeye özelleşmiş hastalık gibi görünür.[12] Romanlarda Batı hayranı alafranga tiplerin sonu frengiyle biter ve hatta sifiliz hastalığına verilen söz konusu isim bile “Frenk’e, Batılı yabancıya ait” anlamını taşır. Böylelikle [zaten] ahlâki alana havale edilmiş olan bir problem, giderek ulusal bir soruna, bir memleket meselesine dönüşür. Frengiyle “neredeyse ayrıştırılamayacak kadar bütünleşmiş” olan fuhuş da yine Batılılaşmanın getirdiği sorunlardan biri olarak ele alınır. İstanbul'da frenginin tehlikelerine dikkat çekmek için, 1949-1954 yılları arasında yayımlanmış Seksoloji: Cinsî Bilgiler Mecmuası’ndaki bir söyleşide, şunlar söyleniyordu:
“Günlük hayatın ve münasebetlerin çok kesif olduğu böyle bir şehrin sokaklarında tedavisiz, kendini bilmeden dolaşacak bir frengilinin, bir gonorelinin yalnız kendisi ve etrafındakiler için değil, fakat bütün bir şehir hattâ memleket için nasıl bir hastalık ve felâket kaynağı olacağı bellidir.”[13]
Yine, Cumhuriyet’in kurulmasına ramak kala Sağlık Bakanlığı görevi de yürütmüş olan askerî tabip-cerrah Dr. Rıza Nur’un [1879-1942] 1907 yılında Eski Türkçe [Osmanlıca] kaleme aldığı şu [translitere edilmiş] satırlar da dikkat çekicidir:
“Bugüne kadar muayyeb [ayıplanmış] ve mübtelâ'ları menfûr [bağımlıları iğrenç] addedildikleri hâlde bu hastalıklar tenâkûs [azalmış] değil daima tezâyüd etmiştir [artmıştır]. Demek ki mer'î [riayet edilen] ve cârî olan [geçerli] bu muamele-i sükûn ve hicâb bu tarz-ı istihyâ [utanma] ve âr bir mânia-i intişâr [yayılmasına engel] teşkîl edemiyor.”[14]
“Ayıp” ve “iğrenç” motifi, erken Cumhuriyet yıllarında frengi özelinde de yürürlükteydi. Nitekim Hulûsi Behçet’in 15 Şubat 1935’de radyoda verdiği konferansın konusu, frenginin neden ayıp bir hastalık olarak görüldüğü ve gizli tutulduğu üzerineydi. Ona göre, söz konusu tutumdaki başat sebep hastalığın sadece fuhuş ile geçtiğinin zannedilmesidir. Zira hastalığa yakalananlar çevrelerinde hastalığı fuhuş ile kaptıkları düşünüleceğinden hastalıklarını saklamak istiyorlardı. İnsanlar için frengiyi kabullenmek o kadar zordur ki sağlık müesseselerine başvurduklarında kayda geçirilip düzenli olarak görüldüklerinde hastalıkları ortaya çıkacağı endişesiyle sahte hekimlere ve şifacılara gitmeyi tercih edebilmekteydiler. Nitekim Hulûsi Behçet de, doktorlar olarak hastalardan işittikleri biricik kaygının rahatsızlığın çevrede duyulmaması olduğunu belirtiyordu. Yine, emekli Sıhhiye Müfettişi Kamil Talimcioğlu da, 1930’ların sonlarında yakınlarının, dostlarının kendilerinden kaçacaklarını düşündüklerinden hastalığını saklayanların olmasından şikâyetçiydi. Aynı dönemlerde akliye ve asabiye uzmanı Mustafa Hayrullah [1875-1950] meslektaşlarını hastaların çoğunun frengi olduğunu saklamalarına karşı uyarıyordu. Mazhar Osman da deneyimli bir uzman olarak frengiye yakalananların büyük bir suçlu gibi utanırken tanıyanların ona suçlu nazari ile baktıklarını dile getiriyordu. Bir kişinin frengili olduğunu söylemek kişinin “şerefine hakaret” veya bir “iftira” olarak yorumlanabilmekteydi. Dahası, “meyusiyet” olarak ifade edilen, hayata dair beklentileri tükenmiş ya da geleceğe dair umutsuzluğa kapılmış “meyus” [yeise kapılmış, umutsuz] kişilerin intiharları, bıraktıkları notlarla açıklığa kavuşuyordu. Bunların önemli nedenlerinden bir tanesi, tedavisi olmayan ya da “yüz kızartıcı” bir hastalığa [ağırlıklı olarak, frengiye] yakalanmış olmaktı. Ahlâki bunalımın yol açtığı, daha da önemlisi, müntehir notlarına bakılırsa, çoğunlukla öte-dünya kaygısı gütmeyen “seküler” intiharlardı bunlar.
“Frengi olmaktan duyulan utanç 1894’de Sultan Bayezid civarında oturan Bâb-ı Seraskeri İkinci Levazım Şubesi Başkâtibi Hüsnü Efendi’yi intihar etmeye zorlamıştır. Hüsnü Efendi kendi el yazısı ile bıraktığı vasiyetnâmede intihar sebebini kalem odacısı Ahmed’in müptelâ olduğu frengi illetini kendisine bulaştırması ve hastalığın çaresi bulunmaması olarak gösteriyordu. Hüsnü Efendi’nin hastalığın odacıdan geçtiğine hiç şüphesi yoktu. Onun otuz beş seneden fazla devlete hizmet eden şerefli bir memur olarak böyle bir hastalığın mağduru olmaktan duyduğu utanç yanında kızgınlık satırlarına açık bir şekilde yansır, öyle ki Ahmed’i mezarı kenarında bıraktığı üç çocuğu ve ailesinin manevî katili olarak tanımlarken bu hastalığın ‘geçebileceği mahallere’ ömrünce girmemiş, işten eve, evden işe giden namuslu bir adam olduğunu açıklama ihtiyacı duymuştu.”[15]
[1] Temizliğin ve vücut bakımının kültürel tarihini ortaya koyan Georges Vigarello, modernite ile birlikte “temiz” ve “kirli” sözcüklerine yüklenen ahlâkî anlamları da açıklığa kavuşturur. Ortaçağ’daki yıkanma ediminin gerçek anlamı “temizlik” ile hijyenden uzaktır; suyla ilgili olarak yüzü ve elleri kapsayan yüzeysel bir “derli toplu” işlemdir. 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise, burjuvazinin de etkisiyle temizlik, artık toplumsal açıdan “örnek” bir işlevsellik kazanır. Bu da, rasyonalitenin filizlenmesiyle, yani temizliğin mimarî, demografik ve mikrobik/hijyenik açıdan bilimselleştirilmesiyle ilgilidir. Yüzeyden derinlere, gözle görünür olandan görünmez olana doğru gelişimsel bir seyir izleyen yıka[n]ma disiplini giderek “erdemli” olmak gibi, direnç sağlama yanında “düzen”i tesis etmek gibi, gidermenin yanında “korumak/savunmak” gibi karşılıklara, hele ki Pasteur’den itibaren ise artık büsbütün nesnel, deneysel ve istatistiksel içeriklere kavuşur. Bkz. G. Vigarello, Temiz ve Kirli: Ortaçağ’dan Günümüze Vücut Bakımının Tarihi, çev. Z. Z. İlkgelen, İstanbul: Kabalcı, 1996; özellikle, s. 226-229, 238-248, 270-280 ve 300-307.
[2] T. Bora, Cereyanlar: Türkiye’de Siyasî İdeolojiler, İstanbul: İletişim, 2017; s. 226-227. Türkiye’nin uluşlaşma [oluşum ve bekâ] sürecinde iktisadi, biyolojik ve kültürel olarak, milliyetçi-kalkınmacı bir yorumla inşa edilen kadın imgesine ve erken Cumhuriyet’teki jinekoloji ve ebelik kurumlarına ilişkin bir hafriyat denemesi için bkz. Ö. B. Demir, “Jinekoloji ve Obstetrik: Kritik-Klinik Fragmanlar”, Hekim ve Heybesi içinde, İstanbul: NotaBene, 2017; s. 113-144, özellikle, s. 120-124.
[3] Şuraya bakılabilir: Rüya Kılıç, “Tababet-i Ruhiye ve Türk Modernleşmesi”, Deliler ve Doktorları: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Delilik içinde, Ankara: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2015, s. 109-147.
[4] Yücel Yanıkdağ, Millete Devâ Olmak: Osmanlı Savaş Esirleri, Tıp ve Milliyetçilik [1914-1939], çev. N. Elhüseyni, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2014, s. 262-263. Bununla birlikte, ulus-devlet formasyonundaki sınıfsal dinamiklere de ışık tutmalı: On yıllık bir savaşın harabeleri üzerinde, çok kan kaybetmiş bir halde doğrulan Kemalist Cumhuriyet’te, felç olmuş haldeki “hayatta kalma ekonomisi”, 1929 ve İkinci Büyük Savaş krizleriyle bir kez daha çetin bir sınava tutulur. Kırsal kesimdeki reel yoksulluk, artık şehirlere de sirayet etmiştir. Her türlü sendikal örgütlenmeyi yasaklayan ve sınıfsız bir toplum kurmayı arzulayan korporatist Kemalist Türkiye, resmî basının ağzıyla “serserilik mikrobu”nun kurbanı on binlerce sokak çocuğu ve evsizle karşı karşıya kalır. Onları şehirlerden def ederek, ya da ırkçı fikirleriyle ve hatta ırkçılığı bilimsellik kisvesi altında ete kemiğe büründürmüş olan Cesare Lombroso’nun [1835-1909] kriminal antropoloji ekolüne bağlılığıyla da bilinen öjenizmiyle, Mazhar Osman’a emanet ederek hizaya sokmaya çalışır. Hamit Bozarslan, İmparatorluktan Günümüze Türkiye Tarihi, çev. I. Ergüden, İstanbul: İletişim, 2015, s. 267-268.
[5] T. Bora, Cereyanlar, 2017, s. 227-228.
[6] R. Kılıç, Deliler ve Doktorları: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Delilik, 2015, s. 122-123.
[7] Akt. U. Uzmay, “Türkiye’de Eroin Kaçakçılığı ve Politikaları Üzerine” [Cengiz Erdinç ile Söyleşi], Kebikeç, 31. sayı, 2011, s. 177-188; s. 185.
[8] AIDS and the National Body, ed. R. Wiegman, Duke University Press, 1997; s. 17-36. Yingling’e bakılırsa, bir bedenin muhayyel ilişkilerden koparılarak mahrum bırakılması meşrulaştırıldıkça, o yalnızca ulusal ve kişisel kimliğinden değil, arzu, tüketim ve emek ilişkilerinden de koparılmış olur. AIDS, kültürel devrelerin dışında konumlandırılır. AIDS’in imzaladığı beden, büsbütün “ziyan” olmuştur. Meta tüketimine ait hazların mübadele ekonomisinden ve çalışma/emek piyasasından aforoz edilir. İlaç tedavisinin, yüksek maliyetli tıbbî uygulamaların ve de sigorta poliçelerinin külfeti, yalnızca “erteleme”yi garantiler; hazzı değil. Tüketim hazzı ve tatmin, Yingling’e göre, bedenin sosyo-psişik açıdan “iğrenç” kılınmasının başlıca göstergesidir. Aktörleri normalleştiren çalışma hayatından değil ama, esasen bu simgesel düzlemden kovulmuş olmaktır asıl olan. Öte yandan bu, eşcinseller için, “kimliğin fetişleştirilmesi”ne karşı tetikte olmak için bir tarihsel fırsat anlamına gelebilir. Muktedirle müzakere masasında “olgunluk” ve “tutarlılık” pozları kesileceğine, “heteroseksüel bütünlüğün düzenleyici kurgusu”nun karşısına gey ve lezbiyen yazınıyla özdeşleştirdiği “minör” ve partiküler olanın çıkarılması gerekir; majör ve evrensel olanın değil. Esaslı bir doğurgan “okuma” ise, ancak patoloji sahiplenilince başlayacaktır.
[9] “Kolonyalizm, egemenliği altındaki ülkelerde birçok anasoylu [matrilineal], profeminist veya kadın-destekçisi kültürleri ve pratikleri aşındırdığı gibi, kadınların patriyarkal ilişkilerdeki tâbi konumunu yeğinleştirdi. [...] Irk, toplumsal cinsiyet ve cinsellik kolonyal arenada yalnızca birbirlerine katkıda bulunmakla kalmaz; bunlar yalnızca birbirlerine eğretilemeler ve imgeler sunmayıp, aynı zamanda birlikte işler ve birbirlerinin potasında gelişir.” Bkz. A. Loomba, Kolonyalizm/Postkolonyalizm, çev. M. Küçük, İstanbul: Ayrıntı, 2000, s. 193-194, 198.
[10] Ania Loomba, “Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik ve Kolonyal Söylem”, Kolonyalizm/Postkolonyalizm içinde, 2000, s. 176-198, özellikle, s. 185-187 ve devamı.
[11] Cereyanlar, 2017, s. 40. Ekleyelim ki machismo terimi altında kavramsallaştırılan olgu, kadını erkek için araç sayan, erotik ve pornografik kullanımlarında sadece “doyum nesnesi” olarak konumlayan ve “gövdesi üzerinde şiddet uygulanmasını meşru sayan”, saldırgan bir tutum ve düşünme biçimini dile getirir. Krafft-Ebing’in erkek cinselliğini “zaptedilmez gücü ve kudretiyle tatmin edilmek isteyen” bir içgüdü olarak tanımladığını belirten Lynne Segal, “[G]ünümüzde popüler magazin dergileri, reklamlar, hard ve soft pornografi hep aynı imgeyle, bir tür doymak bilmez cinsel iştah olarak ‘erkeklik’ imgesiyle doludur” demekte ve şunları eklemektedir: “Heteroseksüel ilişkiyi erkeğin egemen olduğu, kadının teslim olduğu ‘o muhteşem an’ olarak tanımlayan ‘fethetme/teslim olma’, ‘aktiflik/pasiflik’, ve ‘erkeklik/kadınlık’ söylemleri ve imgeleri her yerde, her zaman karşımıza çıkar.” Akt. A. Oktay, “Machismo’nun Etiği”, Türkiye’de Popüler Kültür içinde, İstanbul: YKY, 1995, s. 159-187, özellikle, s. 163-166.
[12] Bkz. Nuran Yıldırım, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Koruyucu Sağlık Uygulamaları”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi içinde, 5. cilt, İstanbul: İletişim, 1985, s. 1320-1338, özellikle, s. 1328-1330. Richard Sennett de, Ten ve Taş başlıklı eserinin bir yerinde, Thukydides’in, Tarih kitabında, Atina’daki yurttaşların gücünü, Perikles’in Cenaze Söylevi ile birkaç ay sonra Atina’da patlak veren salgın hastalığı yan yana getirerek ölçtüğünden söz ederken, salgınların “ahlâkî çöküş” retoriği ile birlikte anılmasının ne kadar geriye gittiğini vurguluyor gibiydi. Ne ki, modern ulus-devletlerle birlikte bunun “düşmanlaştırıcı” bir muhtevaya kavuştuğunun da altı çiziliyordu. Bkz. Ten ve Taş: Batı Uygarlığında Beden ve Şehir, çev. T. Birkan, İstanbul: Metis, 2002/2018.
[13] S. Atalan, “İstanbul Zührevî Hastalıklarla Nasıl Mücadele Ediyor?” [Ata Tokgöz ile Söyleşi], Seksoloji 9, No. 50, 1953. Akt. E. Sarıtaş, “Seksoloji: 1945-1955 Arası Türkiye’de Cinsel Terbiye”, Fe Dergi, 4/2, 2012; s. 57-71.
[14] Bel Soğukluğuna ve Frengiye Yakalanmama Çaresi ve Yakalanmış Olanların Tedavisi, Muhtar Halid Kütübhanesi, Kısm-ı Tıbbî / Matbaa-yı Hayriye ve Şürekâsı, [H.: 1329], İstanbul, 1913. Dikkatimi çeken sevgili Güneş Sezen’e müteşekkirim.
[15] R. Kılıç, “Türkiye’de Frenginin Tarihi”, Kebikeç, 38. sayı, 2014, s. 291-305, özellikle, s. 295-296. İlaveten, Toplumsal Tarih dergisinin “Maraz-ı Sârî, Emrâz-ı Müstevlî: Tarihte Salgın Hastalıklar” başlıklı özel dosya konusuyla çıkan Ağustos 2018 tarihli 296. sayısında yer alan, Eminalp Malkoç’a ait “Erken Cumhuriyet Döneminde Kucaklaşmayı Unutturan Hastalık: Frengiyle Mücadele” başlıklı metnine bakılabilir [s. 78-85].