Hollywoodvari Bir Yüzleş(eme)me Hikâyesi: Kulüp

Michael Haneke ile yapılan bir söyleşide ona, Oliver Hirschbiegel’in yönettiği Downfall filminde olduğu gibi, Hitler üzerine bir film çekmek isteyip istemediğini ve eğer çekerse, Hitler’in ‘’insancıllaştırılma’’ tehlikesinin oluşup oluşmayacağını sormuşlardı. Haneke, Downfall filmini yavan, hatta aptalca bulduğunu; derin ve geniş bir tarihsellikle ele alınması gereken böyle bir figür mevzubahis olduğunda, kimi ‘’insancıllaştırdığımızın’’, ‘’onunla ne yaptığımızın’’ önemli olduğunu; Downfall’da olduğu gibi bir melodram yaratıp, bu yolla izleyicileri etkilemeye çalışarak ‘’hangi duyguları çağırdığını’’ umursamadan, bunun sorumluluğunu üstlenmeden ve aslında tasvir edilene karşı kayıtsız kalıp, böyle bir filmin çekilemeyeceğini söylemişti. Haneke, seyircilerin Downfall’da manipüle edildiklerini ve tarafsızlıklarını yitirdiklerini, kendi fikirlerini oluşturmalarına izin verilmediğini, tarihsel figürle ‘’baş baş bırakılmadıklarını’’ anlatıyordu. Bu ifadelerinin ardından kendisine, ‘’Peki siz, Hitler hakkında bir film çeker miydiniz?’’ diye sorulmuş ve o da ‘’Hayır,’’ diye cevaplamıştı; böyle bir figür ile ‘’gösteri’’ yaratamayacağını, yaşananları ‘’gösteriye’’ dönüştüremeyeceğini, tam da bu yüzden Steven Spielberg’in toplama kamplarını anlattığı filmi Schindler’in Listesi’ni problematik bulduğunu ifade etmişti. İzleyicilere filmi izlerken, ‘’İnsanların üzerine gaz mı boşaltılacak acaba, yoksa su mu?’’ gibi sorular sordurmanın ve merakta bırakmanın kendisi için mevzu bahis olamayacağını, Holokost üzerine bir film çekilecekse, Alain Resnais’in yönettiği Gece ve Sis filmi gibi olması gerektiğini söylemişti. Haneke, Gece ve Sis’te Alain Resnais’in seyircilere, ‘’ne düşünüyorsunuz?’’, ‘’nerede duruyorsunuz?, ‘’bu görüntüler sizin için ne ifade ediyor?’’ gibi sorular sorduğunu, bundan başka tavrın, yani böyle tarihsel figür veya olayları bir ‘’gösteriye’’ dönüştürmenin kendisi için mümkün olmadığını belirtmişti.

Haneke’nin eleştirdiği Downfall ve Schindler’in Listesi gibi Holokost anlatılarına eklenecek epey film var elbette. Annette Insdorf’un Indelible Shadows (Silinmez Gölgeler)[1] başlıklı çalışması, çeşitli film örnekleri üzerinden tam da bu konuyu irdeliyor. Bu çalışmadaki örnek film okumalarıyla -Holocaust, The Diary of Anne Frank, Judgment at Nuremberg, The Boys from Brazil, Victory, Voyage of the Damned, Au Nom de tous les miens, The Assault, La Storia, Hanna’s War, Playing filmleri gibi-, ‘’yüzleşme’’ meselesinin bir ketçap misali nasıl, hangi yöntemlerle ve amaçlarla filmlere yedirildiği anlatılıyor. Kitaptaki makaleler incelendiğinde, bu tarz ‘’tüketici ürünü’’ filmlerin ortaklaştığı kimi noktaları not edebilmek mümkün: Böyle filmlerde, bir gösterinin parçası olarak seyircilerin sözde ‘’yüzleştirildiği’’ mevzular ve kişiler, gayet yüzeysel, basite indirgenmiş, izlenebilme rekoltesi yüksek bir fenomen haline getirilirler. Kimlikler birer ‘’taslak’’ halinde sunulurlar. Bu minvalde, kimi ‘’rahatsızlık verici’’ olayları çarpıtmak, ‘’renkli’’ hayal ve oluşların içine yerleştirmek, önemsizleştirmek -söz arasında geçiştirmek-, ‘’etkileyici duygusallıkta’’ müzikler eşliğinde romantize etmek, gerçek ve kurgu arasındaki anlam ilişkisini flulaştırmak normalleşir. Hatta bu normallik sağlanamazsa, etkileyicilik ve ‘’güzellikte’’ yarışmakta olduğu diğer kimi filmlerden daha düşük puan alması da muhtemel olur. Yarışı önde bitirebilmenin bir koşulu da, insanların film bittiğinde kendilerini endişeli yahut rahatsız değil, ‘’daha iyi’’ hissetmeleri.

Bu daha iyi hissedişlerde, elbette oyuncu seçimleri ve dekor da önemli. Oyuncuların cazibesi, tanınırlığı, filmlerdeki kıyafetlerin özeni, makyajlar ve ambiyans… Yakın plan çekilen ‘’etkileyici’’ oyunculuklar, bitimsiz diyaloglar ve ‘’duruma göre’’ dalgalandırılan notalar… Ayrıca bu tarz filmleri birleştiren bir diğer nokta, birey ve toplum arasındaki diyalektik ilişkinin ve bu ilişkinin tarihselliğinin siliniyor olması; toplumsallığı olan bir olayda kesilecek bir ceza varsa eğer, karakterlerin kendilerine yahut birbirlerine bu cezayı ödetmeleri istenir. Karakterlerin üzüntülerinin, nefretlerinin, yabancılaşmalarının, ‘’bireysel’’ ilişkilerden -örneğin Nazizim’den değil- doğuyormuş gibi görünmesi de. İyilik, kötülük, sorumluluk, suçluluk, faillik gibi kavramlar, bir tarihsellikten yoksun anlatının içinde, kişilerarası zuhur etmiş ‘’sıradan’’ vakaların olası veçheleri durumuna indirgenirler. ‘’Hainler’’ ve ‘’kurtarıcılar’’ arasında sıkışır anlatı. Geçmiş ve hatırlayış, kamusallıklarından soyunmuş çıplak soyutluklarında, melodramın bir ‘’rengi’’ oluverirler. Sübjektif olanın dahil edilişine pek sıcak bakılmaz. Yüzleşilmesi gerekenler, melodramın kültürel arka planı, ‘’eko çemberi’’ haline gelir. Dolayısıyla, filmi izleyen seyirciler, aynı Holokost’a neden olan körlükte olduğu gibi, duyguları manipüle edilerek, yargılamaktan ve ahlâki olanı sorgulamaktan uzaklaştırılmış olurlar. Bu tarz filmlerde olduğu gibi, kimi olaylar -örneğin, genellikle Yahudi bir kadının, nihayetinde güçlü bir Hıristiyan erkek tarafından kurtarılması gibi- sorgulanmadan, mutlu mesut, akıtılan gözyaşlarının yarattığı boşalmayla nihayete kavuşur. Zaten bu filmlerin asıl amacı, bir eko çemberi, gerçek veya olası, inandırıcı, makul olayları seçerek oluşturmak ve bu ‘’malzemeden’’ izlenir bir melodram yaratmaktır.

Hollywood Reporter’ın ‘’arka arkaya izlemelik’’ on beş dizi önerisinde, ‘’biraz aile dramı, biraz gizem/suç, biraz tarih dersi’’ vaat ediyor olarak değinilen, ulusal gazetelerde ‘’bir solukta bitirildiğine göre’’, başka diziler için de öneri sıralanmasına vesile olan Kulüp dizisi, yukarıda ele aldığım Hollywoodvari yüzleş(eme)me filmlerinin bir örneği. Dizi üzerine yapılan tartışmalarda, ‘’ne anlatıldığına’’ ya da ‘’ne anlatılmadığına’’ odaklanılması, fakat ‘’nasıl’’ anlatıldığının sorgulanmaması önemli bir mesele. Kulüp dizisi, anlattığı konuların yüzeyselliğiyle, taslak halinde sunulan kimliklerle, ‘’renklilikleri’’ ve geçiştirdikleri ile, müzikleri, oyunculukları, kişisel kavgaları, nefretleri, indirgemeleri ile Annette Insdorf’un çalışmasına örnek teşkil edebilecek bir dizi. Dizi, ‘’insancıllaştırma’’ örnekleri ile dolu. Ailesi tarafından, ‘’1922’’den sonra, küçük yaşta Türkleştirilmiş Orhan’ın ve buna vesile olan annesinin dramı, onların aynı zamanda 6-7 Eylül pogromuna giden süreçte, devlet mekanizmalarına olan ‘’faydaları’’ düşünüldüğünde, devletin suç ortakları oldukları gerçeğini değiştirmez. Ve fakat filmde zaten ‘’devlet’’ ortada olmadığı gibi, bu tarz suç ortaklıkları da, ‘’bireysel acılarının’’ ardında görünmez kılınıyor. Devletin geçerliliğini üzerine kurduğu ‘’Türklük Sözleşmesi’’ dolayısıyla zaten bu sözleşmeye riayet etmek istemeyenlerin toplumdan dışlandıkları, nefret söylemlerine maruz bırakıldıkları, öldürüldükleri uzun bir tarihsel süreçten bahsediyoruz. Bu tarihî süreç görmezden gelinerek anlatıldığında, ortaya ‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’, ‘’hain’’ ve ‘’kurtarıcı’’ Yahudiler, Türkler, Rumlar, Ermeniler çıkıveriyor; mesele, ‘’kötülüğün sıradanlığı’’na dönüveriyor.

‘’Derin devletimsi’’ bir yapılanmayı simgeleyen karakter ya da karakterlerin, halklar arasındaki tüm nefretin ve haksızlıkların müsebbibi olabildiği, aileleri çalışma kamplarına, sürgüne gönderenlerin bu karakter gibi ‘’devletle ne idüğü belirsiz’’ kişi ya da kişiler olduğu, hatta böyle kişi ya da kişilerin kışkırtmasıyla insanların ellerine sopaları alıp, yüzlerine de bir anda nefret maskeleri geçirerek -normalde hoşgörülüdürler halbuki- örneğin 6-7 Eylül pogromunu gerçekleştirebildikleri -ki bunu kışkırtan söylemin de ‘’Kıbrıs Türk’tür’’ e indirgenmesi- zaten resmî tarih anlatısı. Yüzleşmeden ve bu yüzleşmenin getirilerinden kaçabilmek için, resmî tarih anlatısının üzerine kurulduğu toprağı deşmemek için ‘’üretilen’’ anlatılar. Dizi bize farklı bir tarihsel anlatı sunmuyor. ‘’Derin devletimsi’’ yapıyı temsil eden Kürşat karakteri, Yahudi Matilda’nın ‘’zengin’’ babasına, ‘’Ülke işgal edildiğinde siz de onları alkışlayanlar arasındaydınız,’’ dolayısıyla ‘’Varlık Vergisi’ni de, Aşkale’yi de hak ettiniz,’’ dediğinde, babasının, ‘’boynu bükük’’ bir şekilde ‘’Ama biz onlardan değildik,’’ gibi ‘’kabullenen’’ bir tavır takınması, bu tarihsel anlatıya, insan haklarına koşut eylemleri ‘’haklı çıkartan’’ söylemlere örnek. Tüm Hollywoodvari örneklerinde olduğu ve benim yukarıda bahsettiğim gibi, Yahudi Matilda, Raşel ve Rum Tasula’nın kurtarıcıları, Müslüman Türkler oluyorlar ve dizi sonunda, sanki onlar da bu kıyımın tarihsel suç ortakları değillermiş gibi, örneğin hem Çelebi, hem de Hacı, gözümüzde aziz mertebesine ulaşıyorlar. Hele ki Anadolu’dan İstanbul’a çalışmak için getirilen ‘’Türk’’ Hacı’nın, Matilda’ya, ‘’Sizin gibi biz de bu topraklara göç ettik,’’ demesi, böylelikle, zorla Türkleştirilmiş ve ailesi çalışma kampına gönderilmiş Matilda ile Hacı arasında, coşkulu müzik eşliğinde bir eşitlik sahnesi sunulması, yine resmî söyleme tekabül ediyor. Devletin bir başka suç ortağı olan ve dizi boyunca Raşel’i sürekli Aysel diye çağıran şoför İsmet, dramı ile bizleri gözyaşlarına boğuyor… Tabii tüm bu süreçleri ‘’daha sahici’’ kılmak için aralara serpiştirilen ağlak müzikleri, kültürel öğeleri, özenli makyajları, kıyafetleri, bir ‘’renk’’ olarak sunulan ve cinsel yönelimi farklı bir birey olduğu ‘’tahmin edilen’’ Selim’i de es geçmemek gerek. Büyük olasılıkla ‘’tehlikeli’’ olduğu düşünüldüğünden yahut dizinin ‘’satmayacağından’’ endişe edildiğinden, ‘’1915’’e değinmeden, Ermeni karakter Işıkçı Agop da, dizide ‘’solan bir renk’’ olarak görünüp kayboluyor. Filmin sonunda, katliamın ortasında herkesin ‘’suç ortaklığı yaparak’’ ‘’içeride’’ mutluluk tablosu çizmeleri, zaten dizinin bir Hollywoodvari yüzleş(eme)me örneği olduğunu bize kanıtlamış oluyor.

Tarih anlatımız henüz 1922 İzmir Felaketi, Varlık Vergisi, Aşkale, Vatandaş Türkçe Konuş, 6-7 Eylül İstanbul Pogromu gibi facialarla yüzleşmemişken, böyle milyonlara hitap eden Hollywoodvari bir Netflix dizisi, ‘’yüzleşme’’ hususunda, böyle bir niyeti yoksa dahi, olumsuz katkılar sunacaktır. Insdorf’un aktardığı, Ellen Fine’ın Elie Wiesel ile yaptığı bir söyleşide, Wiesel şöyle der: ‘’Auschwitz veya Treblinka kelimelerini söylemeden önce bir boşluk, bir nefes alma alanı, bir tür sessizlik bölgesi olmalı.’’[2] Ben de Wiesel’e hürmetle ve izninizle şöyle diyorum: Türkleştirme, 1922 İzmir Felaketi, Aşkale, 6-7 Eylül İstanbul Pogromu gibi tarihsel gerçekliklerden söz etmeden önce bir boşluk, bir nefes alma alanı, bir tür sessizlik bölgesi olmalı. Alain Resnais’in Gece ve Sis’i gibi ‘’alternatif bir Kulüp’’ filme almak isteyenler, umarım ‘’nasıl’’ sorusunu daha çok gözetirler.


[1] Annette Insdorf, 2003, Indelible Shadows, 3. Basım, Cambridge University Press.

[2] Annette Insdorf, s. 4.