Edebiyat tarihinde önemli yer tutan isimlerin ölümleri genellikle ardından belli tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Özellikle belli dünya görüşü etrafında konumlanmış veya eleştirmenler tarafından bu şekilde konumlamdırılan isimler söz konusuysa bunun daha fazla görüldüğünü söylemek mümkün. Elbette bunun tamamen yersiz olduğu da söylenemez. Sonuçta Nâzım Hikmet’i, Sabahattin Ali'yi sosyalist görüşlerinden, Nihal Atsız’ı ırkçı fikirlerinden, Necip Fazıl’ı İslâmcı ideolog kimliğinden, İsmet Özel’i politik dalgalanmalarından soyutlayarak düşünmek ne kadar mümkün olabilir? Üstelik bu isimler siyasete dair yazılar yazmışlardır, edebiyatlarına da her zaman politika ve hatta kimi zaman güncel siyaset sızmıştır. Siyaset kimi zaman edebiyatlarında belirleyici rol oynamış, yer yer gölgesini bu edebiyatçıların kurmaca metinlerine düşürmüştür.
Bu isimlerden birisi de yakın zamanda vefat eden Sezai Karakoç. Karakoç aynı zamanda bir siyasi partinin kurucu başkanı olduğu için onu politik bir figür olarak düşünmemek pek mümkün değil. Ölümünün ardından konuşulanlar arasında onun antisemitist içerik barındıran yazıları, sola ve sağa yönelik kaba tasnifleri de bulunuyordu. Hem edebiyatı hem de politik görüşleri bakımından ilgi çekici olan Karakoç’un İkinci Yeni hareketine mensup bir şair olması ve İkinci Yeni şairlerinin genelinin dünya görüşü olarak Karakoç’a oldukça uzak olmaları ilgi çekici. Sezai Karakoç İslâmi hassasiyetleri olan ve İslâmi içerikleri şiirine taşıyan bir şairken İkinci Yeni’nin geri kalan şairleri seküler olarak nitelendirilebilir ve yine Tanrı ile kurulan diyaloglar, cinselliğe yer verişleri ve cinsel ahlâk karşıtlıkları bakımından bu sekülerliği şiirlerine de sızdıran şairlerdir. Bu ilginç birlikteliğin nedenlerini Sezai Karakoç’un 1980’lerde yazdığı bazı yazılardan yararlanarak bulmak mümkün.
Sezai Karakoç 1983 tarihinde yazdığı “Kendini Arayan Şiir: Şiirimiz” başlıklı yazıda Divan edebiyatının Türkiye’nin klasik edebiyatı olduğunu söylemektedir. Tanzimat’tan bu yana bu gerçeğin inkâr edildiğini, yeni bir edebiyatı doğurmanın ise eskinin yıkılmasıyla ilişkilendirildiğini söylemekte, bu yıkıcı bulduğu kültür politikasını eleştirmektedir. Bundan ötürü de ona göre yeni edebiyat Divan edebiyatını reddedip bunun yerine “folklor ve halk edebiyatı”nı öne sürmektedir. Karakoç, Erken Cumhuriyet döneminde daha çok Gökalp ve sonrasında Köprülü etrafında beliren bu kültür politikalarını aynı zamanda politik alandaki diğer gelişmelerle de ilişkilendirerek sunmaktadır: “Geçmişimiz tümüyle inkâr ediliyordu. Yazının değişmesi, geçmiş kültürümüzle ilgiyi tümüyle kopardı” (s. 11). Karakoç Divan şiiriyle barışılmasını önerirken aynı zamanda siyasi düzeyde geçmiş ile, Osmanlı ile, ecdat ile de barışılmasını öneriyordu. Bu konuda Yahya Kemal’i nispeten iyi bir yerde görse de onun şiirinin de eski şirin devamı olamamasını ona dair bir şerh olarak düşmektedir. Karakoç’a göre asıl gerekli olan “eski şiirimizin ruhunun, algılamasının, şiire bakışının yeniden dirilişi”dir (s. 13). Elbette bu diriliş biçim ve mazmunların aynı şekilde kullanılması değildir, bugünkü şartlara uygulanarak kullanılmasıdır. Örneğin aruz kullanmak şart değildir fakat “aruzun ruhu”nu bugüne taşımak gerekir. Karakoç yazısının sonunda “bütünüyle batı uygarlığına ya da onun bir türevi olan marksizme bağlı olanların geleneksel şiirimizin ya da edebiyatımızın dirilişini sağlamaları mümkün değildir” (s. 13) diyerek bu dirilişi sağlayabilecek; geçmiş ile kopan bağı yeniden tesis edebilecek olanların Batıcı olamayacaklarını veya Marksizm gibi Batı kaynaklı ideolojilerden olamayacaklarının altını çizer.[1]
Bunun sebebi ise ona göre Batıcıların geçmişi topyekûn yıkmak ve atmak istemeleridir. Karakoç bunun sorumlusu olarak gördüğü Gökalp’i eleştirir ve onun fikirlerinin Erken Cumhuriyet döneminde etkin olmasından bahseder. Gökalp’in klasik şiire alternatif olarak halk şiirini önermesini de eleştirir ve halk şiirini düşük bir edebiyat seviyesi olarak gördüğünü belli eder. Bu aslında farklı dünya görüşlerinden hareketle de olsa diğer İkinci Yenicilerin de odaklandığı bir konudur. Cemal Süreya “Folklor Şiire Düşman” yazısında “Çünkü folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır,” diyordu. Aslında halk şiiri Erken Cumhuriyet’in Divan şiirinin olumsuzlanması karşısında aradığı bir çıkış yoludur. Sezai Karakoç da, Cemal Süreya da halk şiirine mesafelidir. Sezai Karakoç’un dünya görüşü içerisinde halk şiirine mesafeli olması oldukça tutarlı, Karakoç Cumhuriyet’in ulus-devlet projesine ve bu projeyle bağlantılı, halk şiiri önerisini de içine alan ve geçmiş/Osmanlı geleneği ile kopuş fikrini içeren tüm önerilere karşıdır. İkinci Yeniciler de Erken Cumhuriyet’in kültür politikalarına dair önerilerine karşıdır; örneğin Cemal Süreya bahsettiğim yazısında halk şiirine karşı çıkar fakat bunun sebeplerini anlatırken Karakoç’unki kadar siyasi gerekçeler belirtmez. Cemal Süreya İkinci Yeni’nin özerk şiir dilini savunmak için Erken Cumhuriyet’in özerkliğe darbe vurabilecek tüm önerilerine karşı çıkar gözükür. Cemal Süreya dışında İlhan Berk’in de bu açıdan Sezai Karakoç’la ortaklaştığı söylenebilir, İlhan Berk de birçok yazısında Divan şiirindeki zenginliğe işaret etmiş ve onunla bir bağ kurmak gerektiğinden söz etmiştir. Sezai Karakoç’la diğer İkinci Yenici şairleri dünyaya aynı zaviyeden bakmasalar dahi “özerk şiir dili” meselesinde farklı sebepler ve dünya görüşleriyle de olsa ortaklaşırlar ve Erken Cumhuriyet dönemindeki kültür politikalarının bu özerk şiir dili üzerinde sallanan baltasına karşı bir araya gelirler. Keza hem Karakoç hem de diğer İkinci Yeni şairleri Garip’i de yine buna yaklaştığı ölçüde eleştirirler, Cumhuriyet’in kültür politikalarını yürüten isimlerinden himaye gördüklerinin altını çizerler ve zamanla halk şiiri ile folklorü şiirlerinde kullanan Orhan Veli ve Oktay Rifat’a eleştirilerinde önemli yer verirler.
Özellikle “Dişimizin Zarı” yazısında ise Sezai Karakoç İkinci Yeni’yi merceğine alır ve onun Garip’ten üstün yanlarını ortaya koymaya çalışır. Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sını örnek vererek bu şiirin konusunun insan olduğunu, bu şairlerin insanı şiire dokundurduğunu, ruhsal oluşu içerdiklerini söyler. Akçaburgazlı Yekta’yı örnek olarak seçmesi ise oldukça ilgi çekici çünkü muhafazakâr bir şairin hoşlanmayabileceği “yasak aşk üçgeni” gibi bir meseleyi ve cinsel ahlâk karşıtlığını, bu karşıtlığın toplumla nasıl bir çatışma yarattığını konu edinir bu şiir. Örneğin belki Sezai Karakoç’la dünya görüşü düzleminde birlikte anılması muhtemel bir isim olan Cahit Zarifoğlu Zengin Hayaller Peşinde’de yer alan bir yazısında şöyle söyler: “Zinayı zevkli bir uğraş kabul eden insanlarla neyi tartışacaksınız mesela?” Zarifoğlu’nun yazıları ve röportajları incelendiğinde kendisinin İkinci Yeni ile anılmayı istemediğini söyleyebiliriz[2] ve ona göre İkinci Yeni'cilerin “zinayı zevkli bir uğraş kabul eden”ler grubuna girmesi de muhtemelen bunun sebepleri arasındadır. Sezai Karakoç ise dünya görüşü İkinci Yenicilerle uyuşmamasına karşın onların şiirini savunmaktadır ve bunu yaparken Akçaburgazlı Yekta gibi bir şiiri dahi çok rahatlıkla olumlu örnek gösterebilmektedir. Yine “Galile Denizi” yazısında da bu şairlerin Tanrı’yı ve peygamberleri şiirlerinde gündelik sıkıntı ve uğraşılar içerisinde çizmesinden bahsederken de bir taassup içerisinde değildir. İkinci Yeni’nin tanımlanmasında bu gibi örneklerin de önemli olduğunun farkındadır ve bundan gocunmaz.
Karakoç, “Galile Denizi” yazısında İkinci Yeni’yi “salt yaşama şiiri” olarak yorumlamaktadır (s. 31). Bu akımın “insanın insanlar arasındaki yeriyle birlikte, kainattaki yerini de arayan şairlerin geçidi” olduğunu söyler (s. 31). Başka bir yerde de İkinci Yeni’nin mistikle ve metafizikle kurduğu ilişkiye dikkat çeker. Bu ifadelerle aslında kendisinin de İkinci Yeni ile ilişki kurma sebebi anlaşılmaktadır. Bir başka tanımlama da Sezai Karakoç’un İkinci Yeni ile kurduğu ortaklığın sebebine işaret eder: “Böyle değer hükümlerine dayanmayan, kendi başına var ve kendi kendinin sebebi bir yaşamanın şiiri” (s. 34-35). Aslında “özerk yaşam” ve “özerk şiir” denebilir bu tanımlama için ve İkinci Yeni şairlerinde Karakoç’un cezbedici ve kendi şiirine yakın bulduğu da -bu şiirin yaşama şiiri/insan şiiri, mistiğe dokunan şiir olmasının yanında- özerk şiir olması, bu başıboşluk, bu rahatlık, bu avareliktir. Hiçbir iktidarla bir alışverişi olmayan Karakoç’un şiir anlayışının da böyle olduğu, hiçbir iktidarla alışverişi olmayan, özerk bir şiiri desteklediği ve bu vesileyle de belki muhafazakâr cenahın diğer şairlerinden farklı olarak İkinci Yeni’yi kendine yakın bulduğu, İkinci Yeni’nin diğer şairleriyle ortaklık kurduğu ve bunu yaparken bu şiirin kendi dünya görüşünden uzak motifleri içermesini de cüretkârca sahiplenebildiği anlaşılıyor.
[1] Karakoç “Romantik ve kritiksiz Batıcılık”a karşıdır, bunun yanında İslâmcılığa da eleştirel yaklaşır ve İslâmcılığın da modern ve Batılı bir ideoloji olduğunun altını çizer: “İslamcılık cereyanı diye anılan üçüncü bir akım da, kendini, kendi yöntemiyle değil de yine batıcılar ya da nasyonalistler metoduyla ortaya koymaya çalıştığından başarıya ulaşamadı” (s. 17).
[2] Cahit Zarifoğlu’nun İkinci Yeni ile anılmak istememesini “etkilenme endişesi” üzerinden sorgulayan bir yazı için bkz. Armağan, Yalçın. “İmge’den Anlam’a Cahit Zarifoğlu’nun Poetikası”, Dîvân: Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, Cilt 17, Sayı 32, 2012, s. 57-73.
Kaynakça
Karakoç, Sezai. Edebiyat Yazıları II: Dişimizin Zarı. İstanbul: Diriliş Yayınları, 2016.