Unufak tanıdık bir Anadolu hikâyesi anlatır. Anadolu’da artık tutunamayan bir ailenin İstanbul’a göçünü, kuşak arasındaki çatışmaları, geleneksel olanla yeni olanın yorucu çarpışmasını, İstanbul’da tutunmak için verilen zorlu mücadeleyi oldukça zengin bir dille anlatır. Öyle ki roman incelemesi kapsamında toplumsal cinsiyetten sınıf farkına kadar birçok alanda ayrı ayrı incelenebilecek, doyurucu toplumsal ayrıntıya sahip bir hikâye okuruz. Bununla beraber, toplumcu gerçekçi romanlarda yahut Yeşilçam filmlerinde işlenen bu tanıdık konuyu farklı bir perspektiften anlatır bize. Romana konu olan ailenin 1915’i yaşamış Ermeni bir aile olması alışkın olduğumuz göç hikâyesini tersyüz eder. Aslında edebiyatın büyüsü tam da bu noktada başlar. Tutunmak/tutunamamak gibi kavramlar, nedenler, sonuçlar hepsi birer birer mahiyet değiştirir ve alışkın olmadığımız, sarsıcı yeni bir anlam kazanır. Bennett ve Royle haklıdır; edebiyat size daha önce olmadığınız bir yerde olma, başka biri olma gibi özgürleştirici ve büyüleyici imkânlar sunar.[1] Walter Benjamin ise hikâye anlatmayı bir tür deneyim değiştokuşu olarak tanımlar.[2] Başka bir ifadeyle “öteki” olmayı tecrübe eder okuyucu. Bireysel farkındalık üstüne kurulu empati kavramından çok öte bir durumdur. Okurken kendinizi sadece o karakterin yerine koymazsınız, o karakterin davranışlarını şekillendiren toplumsal kodlar artık sizin yeni odak noktanızdır. Romanda babanın çocuklarını tenkit ederken kullandığı “Başka İstanbul yok,” tümcesinde olduğu gibi, bir kelime ya da bir tümce bir anda sizi çoğunluk tribünündeki konforlu sandalyenizden düşürüverir. Bu anlamda edebiyat büyülerken yeni dertler edindirir okuyucuya. Daha önce hiç yüz yüze gelmediği bir durumda karakterin yerinde olsa nasıl davranacağını düşünürken buluverir kendini. Önceden kendine hiç de ayrıcalıklı gelmeyen toplumsal konumunun, özellikle “öteki”nin hayatına kıyasla oldukça konforlu olduğunu anlamaya başlaması an meselesidir.
Ermenilerin 1915’te maruz kaldığı toplumsal şiddet üzerine akademik ve politik tartışmalar hâlâ olanca kuvvetiyle devam ediyor. Unufak’ın bu dönemde yaşanan toplumsal şiddetin mahiyetini anlatma gibi bir derdi yoktur, ne olduğunu bilir. Roman 1915 ile alakalı bir tartışmaya odaklanır fakat bu ne olduğuna dair değildir, hâlâ devam edip etmediğidir. Bugün toplumun çoğunluğuna göre 1915’te her ne yaşandıysa geçip gitmiştir, tarihe karışmıştır. Hatta dünyanın geri kalan yerlerinde hayatlarını sürdüren kimi Ermeniler için bile böyle olduğu (romanda bu durumun aksini göster bir karakter olmasını rağmen) söylenebilir. Fakat Anadolu’da yaşamaya devam Ermeniler için aynı iddiada bulunmak mümkün değil. Bu insanlar için “öteki olma” 1915’te başlamış ve hâlâ devam etmektedir. Cihan Tuğal “1915 Hatıraları ve Ermeni Kimliğinin İnşası” adlı makalesinde 1915’te yaşanan toplumsal şiddetin Ermeni kimliğini oluşturan kurucu öğelerden biri olduğunu savunur.[3] Romanda aynı durum geçerlidir; travmatik geçmiş kimliğin önemli bir parçası haline gelir ve diğer nesillere aktarılır. Çoğunluğa göre geçmişte kalan şiddet, şiddetin mağdurunun oluşturduğu kimlikte var olmaya devam eder. Romana konu olan ailenin ilk kuşağından Babaanne Fındık Hanım kılıç artığıdır ve vücudunda bunun izlerini taşır. Asıl adı Takuhi’dir ama “Takuhi o gün öldü der.” Fakat ailenin dördüncü kuşağı bile bu acı dolu geçmişin ağırlığı hisseder omuzlarında. Örneğin ilkokul öğrencisi Artun babasının düzenli olarak mahallede hır çıkartan kabadayıya hiç haddini bildirmemesini bir türlü anlayamaz. Öteki olma 1915’te başlar ve form değiştirip devam eder. Kimileri zaten kendilerinin olan mülkleri tekrar satın almak, kimi çocuklar vaftiz edilmek için, yetişkinler evlenmek için İstanbul’dan gelecek papazı beklemek, kimiyse aile isminden vazgeçmek zorunda kalır. Ötekilik farklı farklı şekillerde vuku bulur romanda: Örneğin kendisi dönemin iyi okullarında eğitim görmüş Morso, torunu Kevork’u okulda çok başarılı olmasına ve öğretmenin ısrarına rağmen okuldan alır. Bir marangozun yanına çırak verir. Dedesine göre torunun Ermenice ismi bile ileride önemli bir görevde bulunmasına zaten engel olacaktır. Fakat bir zanaat sahibi olması halinde kimseye muhtaç olmadan hayatını idame ettirebilecektir.
Romandaki her karakterin ötekilik ile ilişkisi farklıdır. Bazı karakterler diğerlerine nazaran daha ustadır onunla baş etmede, bazıları ise daha hazırlıksız. Bu romanın en güçlü yanı Rober Koptaş’ın ustaca kurguladığı karakterlerdir. Her yaş grubundan ve cinsiyetten karakterin bu denli gerçekçi ve tutarlı kurgulanması nadir bir özelliktir. Geleneksel aile yapısının, toplumsal cinsiyet rollerinin ve hatta çocukluk dönemi travmalarının etkilerini karakter konuşurken fark edebilir okuyucu. Karakter konusuna girmeden önce romanın anlatı tarzına dair bir parantez açmak gerekiyor.
Teknik anlamda romanın ilginç özelliklerinden biri anlatıcının sürekli yer değiştirmesidir. Klasik gerçekçi romanlardan alışkın olduğumuz her ayrıntıya hâkim, üçüncü tekil şahıs sesi ile konuşan anlatıcı bu romanda sınırlandırılmıştır. Anlatıbilimci Manfred Jahn’ın yetkili yazar anlatısı[4], Terry Eagleton’ın ise her şeyi bilen anlatıcı[5] olarak nitelendirdiği bu anlatıcıların hikâyeye dair her detaya hâkim olacak kadar sağlam bir otoriterleri vardır. Bu her şeyi bilen anlatıcı roman boyunca ara ara devreye girer ama genellikle sahneyi figural anlatıcılara, yani karakterlere bırakır. Neredeyse her karakter en az bir kez anlatıcı konumuna yükselir ve bu anlatılar da birer odaklayıcı görevi görür. Odaklayıcı anlatılan hikâyenin kimin gözünden gördüğümüzle alakalıdır. Koptaş’ın bu romanında çoklu odaklayıcı kullanması farklı bir zenginlik katar anlatıya. Aynı olayın farklı karakterler tarafından nasıl algılandığını ve anlatıldığını deneyimleme şansına sahip olur okuyucu. Örneğin ev içinde yaşanan bir şiddet sahnesine hem erkeğin, hem kadının, hem de çocuğun perspektiften bakabilir. Her şeyi bilen anlatıcının tanrısal otoritesini bu anlamda sınırlar ve yediden yetmişe bütün karakterleri konuşturur Koptaş.
Bu anlatım tekniği romanın bağlamına oldukça uygun düşer. Koptaş için sadece ötekinin perspektifinden bakmak yeterli değildir. Öteki kavramının dilimize tekil olarak yerleşmesinden dolayı olsa gerek öteki olmayı yekpare bir bütün olarak düşünüyoruz. Koptaş o yekpare bütünü bu romanda parçalar, içinden çıkarttığı birbirinden farklı tekil ve öznel ötekilikleri konuşturur. Başka bir ifadeyle, bir oğlan çocuğunun, yeni evlenmiş bir kadının ya da bir ihtiyarın ötekiliği nasıl deneyimlediğine tanık oluruz romanı okurken.
Yaşar Kemal’in ünlü İnce Memed dörtlemesinde, İnce Memed haksızlığı uğramış genç bir köylü iken dağa çıkar ve köylüye toprak dağıtan bir kahramana dönüşür. Dörtleme boyunca köylüler kâh Memed’i korurlar kâh jandarmayla beraber Memed’in peşine düşerler. Memed onlar için mücadele etmesine rağmen köylülere hiçbir zaman tam olarak güvenemez. Türkiye’nin ilk köylü yazarı olmak övünen Yaşar Kemal, köylü karakterlerini bilinçli olarak böyle kurgulanmıştır. Koptaş da kendi karakterlerini aynı acımasız gerçekçilikle yaratmıştır. Nasıl Yaşar Kemal köylü güzellemesi yapmıyorsa, Koptaş da Ermeni güzellemesi yapmaz. Ermeni olduğu için kimse iyilik/namus abidesi değildir. Aksine hata yaparlar, kimi zaman haksız, kimi zaman kötü olurlar, hepimiz gibi. Belki hepimizden biraz daha fazla.
“Belki hepimizden biraz daha fazla” tespitinin üzerine düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. Günümüzde sistematik toplumsal baskının insan davranışları üzerindeki etkisine dair birçok önemli çalışma var. Bu çalışmalardan biri, Richard Sennett ünlü kitabı Karakter Aşınması’dır. Sennett esnek kapitalizm olarak nitelendirdiği yeni kapitalizmin insan karakteri üzerindeki negatif etkisine odaklanır. Belirsizliğin, geçiciliğin ve güvencesizliğin hâkim olduğu yeni sermaye düzenin insan davranışı üzerine etkisini şu sözlerle açıklar: “‘Uzun vade yok’ anlayışı uzun vadede kişinin davranışını yolundan saptırıyor, güven ve sadakat bağlarını zayıflatıyor; iradeyle davranışı birbirinden koparıyor.”[6] Uzun süre yoksulluğa, sömürüye, sosyal dışlanmaya ya da ötekileştirilmeye (bunların her birinin diğerleriyle yakından ilişkili olduğunu zaten biliyoruz) maruz kalan insanların ahlâki olarak erdemli olmaya devam edebilmesi diğerlerine nazaran çok daha zordur. Romana konu olan Devranyan ailesinin ilk nesli 1915’i yaşamış olmasına rağmen hayata karşı daha istikrarlıdır. Geleneklerine, âdetlerine ve kendi doğrularına daha bağlıdır. Bu dönemde yıllardır ailenin tek geçim kaynağı değirmeni ve evlerini kaybetmişler. Evlerini iki katı fiyatına tekrar devletten satın alabilmişler ama değirmeni kiralamak zorunda kalmışlardır. Bütün bu yoksullaşmaya ve baskıya rağmen hayatlarına aynı Anadolu şehirde yaşamaya devam ederler. Değirmenin de artık eskisi gibi kârlı olmaktan çıkmasıyla İstanbul’a göç ikinci kuşak için bir mecburiyet haline gelir.
Ailenin üçüncü kuşağı için ise paradigma değişmiş gibidir. Anadolu’nun hoşgörüsüz, koyu tek tipçiliği ile karşılaştırıldığında İstanbul gayrimüslimler için bir sığınak görevi görür. Fakat yoksul Ermeniler (tıpkı bütün yoksullara karşı olduğu gibi) için İstanbul’un hoşgörüsü kalabalıkta yitip gitmekten ibarettir. Burada yeni eşitsizliklerle ve adaletsizliklerle karşılaşmalarına rağmen “başka İstanbul yok”tur onlar için. Ötekiliklerinden (Ermeni olmalarından) kaynaklanmayan toplumsal eşitsizliklere karşı hoşgörülü gibidir roman karakterleri. Belki de topluma aidiyet hissetmenin bir yoludur diğerleri ile aynı şekilde ezilmek. Ailenin üçüncü kuşağı İstanbul’da kapitalizm neden olduğu yoksulluk ile mücadele ederken büyürler. Bu noktadan sonra kimlik kavramının yanına sınıf kavramını da ekler Koptaş ve karakterlerdeki aşınma belirgin hale gelir. Özellikle Kevork, Maro, Harut için, İstanbul’daki ağır ekonomik şartlar altında hayata tutunmalarını daha zor hale gelir. Yoksulluk ile iç içe geçmiş ötekilik nadiren ellerine geçen şansları kullanamamalarına, deyim yerindeyse savrulmalarına neden olur. Kardeşlerin aralarındaki tek kız olan Maro aynı zamanda içlerindeki en güçlü ve muhtemelen en şanslı karakterdir. Bağımsız, inatçı, gözükara, çapkın kişiliği ile Maro, ötekilik ile baş etme konusunda kardeşlerine nazaran çok daha başarılıdır. Sistemin açığını bulmuş gibidir, hayatı yaşanılır kılar. Kevork ise kardeşlerinden daha çok hırpalanmış ve hırpalamıştır. “Yanlış iliklenen ilk düğme” benzetmesi gerçekten onun hayatını iyi özetler. Doğruyu, namusu ne kadar takıntı hale getirirse o kadar yanlışa gider. Baştan yanlış başlamıştır ne kadar çabalasa da hayatı düzene girmez. Harut ise en oyunbaz, en gözükara olandır. Bu gözükaralığın bedelini hak etmediği kadar ağır öder. Almanya’da büyüyen, sonra ABD’ye yerleşen en küçük kardeş Asadur “kendini kurtarmış” tek kişi olarak görülür fakat ağabeylerinin kaderi onu da orada bulacaktır. Koptaş’ın bu romanda oluşturduğu karakterler şaşırtıcı derece çeşitlidir fakat hepsinin bir ortak yönü vardır: Hiçbir karakter edilgen değildir. Kimisi olmayacak bir zamanda futbol oynayarak, kimi çapkınlık yaparak, kimi sessiz kalarak zor zamanları atlatır. Her birinin ötekilikle baş etme yolu farklıdır.
Unufak, öteki olmanın bir asırlık hikâyesini anlatır. Bunu yaparken “biz” ve “onlar” gibi kavramlar üzerine düşünmeye davet eder okuyucuyu. Devranyanlar ve toplumun geri kalanı arasında yapısal bir farklılık yoktur. İnançları, dinî ritüelleri ve isimleri değişse de, gelenekleriyle, yaşam tarzlarıyla, toplumla ve birbirleriyle olan ilişkileriyle geleneksel bir Anadolu ailesidir. Başka bir ifadeyle, roman biz/onlar gibi kavramların yapay sınırlarının kültürel değil, ideolojik olduğunu gösterir.
[1] Andrew Bennett ve Nicholas Royle, Şu Edebiyat Denen Şey: Okumak, Düşünmek, Yazmak, Notos Kitap, İstanbul, 2016, s. 102.
[2] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları, İstanbul, 1993, s. 167.
[3] Cihan Tuğal, “1915 Hatıraları ve Ermeni Kimliğinin İnşası”, Türkiye’nin Toplumsal Hafızası, ed. Esra Özyürek, İletşim Yayınları, İstanbul, 2006, s. 134.
[4] Manfred Jahn, Anlatıbilim: Anlatı Teorisi El Kitabı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2015, s. 75.
[5] Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunur, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s. 93.
[6] Richard Sennett, Karakter Aşınması, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2008, s.30.