Dön, Bebeğim: Kuir Aile Tahayyülünden Toplumsal Cinsiyetin Maddiliğine Yaşamlarımız

Ama Reese’e göre, anlam bulma konusunda -feminizmin getirilerine rağmen- kadınların kendilerini kurtarmak için sahip olduğu dört temel seçenek hala Sex and the City’deki dört kadın karakterin hikayesine karşılık gelen seçeneklerden ibaretti.

Uzun zamandır feministler olarak yaşadığımız çelişkilere, gündelik hayatımızda bizi zora sokan meselelere, nasıl bir hayat yaşadığımıza ve nasıl bir hayat yaşamak istediğimize, ilişkilerimize, feminist politikayla kurduğumuz bağa dair bir şeyler yazmak, düşünmek zorlaştı. Neoliberalizmin yıkımı, iktidarın şiddeti dehşetini her geçen gün arttırırken yeni bir krizle uyanıyoruz. Her yanımızı saran gri bir sis içindeymişiz gibi hissediyorum. Aramızdan birileri çıkıp, sakin olamayız diye haykırdığında bir nebze dağılan bir sis sanki. Akışın içinde, söz kurup, bir pozisyon oluşturmaya çalışırken yaşamlarımız gitgide daha tali bir konu haline gelmeye başladı, ilişkilerimiz gündemden düştü, bunları kamusal alanda tartışmak lüks kaldı hatta. Metinlerimiz, dilimiz, devletlere, iktidarlara, patronlara seslenirken, kendi alanlarımıza bakacak fırsat bulamadık belki, bilmiyorum. Gündelik olandan, yani feminizmi feminizm yapan bakıştan uzaklaştıkça bu mesafeyi politik doğruculukla ve idealizmle konumlarımızı açıklar olmanın güvensizliği dolduruyor. İnandığımız dünyanın neresindeyiz, dünyamız inandığımız yaşamın neresinde? İşte tam da bu aralıkta, yani bu soruları sormaktan vazgeçtiğimizde, feminizm ve kuirin, politik ufku belirsizleşiyor, yalnızca birer ‘kimlik’ etiketine sıkışıyor.

Dön, Bebeğim romanını, okurken ister istemez gündelik deneyimlerimizle mücadele alanlarımız arasındaki ilişkiyi düşündüm[1]. Çünkü roman, cevaplarını sanki biliyormuşuz gibi sustuğumuz, iç çekişmeler alanına hapsettiğimiz, konuşmak için cesaret bulamadığımız şeylere bakıyor, yaşamla politika arasındaki makası hikâye ediyor. Torrey Peters’ın kuir ve trans edebiyatın çağdaş klasikleri arasında yer alan romanı Dön, Bebeğim, norm dışı bir aile kurma denemesi olması itibariyle zaten doğrudan yaşam ve ilişkilerle ilgili. Kısaca bahsedecek olursam romanın üç ana karakteri var: trans bir kadın olan Reese, cinsiyet geçişini tersine çevirerek yeniden atanmış (erkek) kimliğiyle yaşamaya başlayan eski sevgilisi Ames ve Ames’in birlikte olduğu, boşanmış, heteroseksüel Çin kökenli cis kadın olan Katrina. Roman Ames, hormon tedavisini bırakarak tekrar “erkek” olarak yaşamaya başlamışken Katrina’yla bir ilişki sürdürürken Katrina’nın hamile kalmasıyla başlıyor. Katrina bu bebeği doğurmak istiyor, ama Ames kendi rolü konusunda emin değil.

Katrina’nın, hikayesi; cis hetero bir kadın olarak yönetici konumda olmasına rağmen çevresinin neden boşandığına dair dramatik bir gerekçe beklediğinin farkında olduğunu dile getirmesindeki gibi sarih. Halbuki ona göre boşanma nedeni hetero bunaltısı, evliliğin beraberinde getirdiği kadınlık rollerine yabancılaşması, daha doğrusu o rollere hiç sığamadığını fark etmesi. Evliliği, alttan destekli sütyene benzetiyor, dışardan güzel görünen ama içinden rahatsızlık yaratan, gerçek olmayan bir imaj. Bu evlilikte düşük yapması, Katrina için boşanabileceği bi aralık sağlıyor. Bu süreci travmatik bir şekilde geçirmemiş olsa da Katrina bedeninde bir bebeği barındıramayan biri olarak kendini tarif ederken, kadınlığın doğurmakla ne denli eş anlamlı kurulduğunu okuyucuya hatırlatıyor. Ames ile ilişkisinden olan bebeği doğurmak istemesinin ardında 39 yaşında olmasının getirdiği aciliyet hissinden de bahsediyor.

Ames ise; bedeninde, zihninde sürekli ayrıştığı, yabancılaştığı, bölündüğü deneyimlerle sürdürdüğü trans kimliğinden, kadın olmanın toplumsal olarak zorlayıcı bir şey olduğuna karar verdiği için vazgeçmiş biri. Kendini içine girdiği yeni çevrede “erkek” olarak tanıtmasına rağmen, “baba” olamayacağına karar veriyor. Ames klasik anne-baba olacakları çekirdek aile yerine, çocuğa ancak kuir bir aile yapısı içinde, heteronormatif olmayan bir aile içinde ebeveyn olabileceğine inanıyor, hormon ilaçlarını almayı bıraksa da kendini kuir topluluğa ait hissediyor, normatif “baba” rolünün, onu yeniden kendine ve zihnine yabancılaştıracağı bir deneyim olacağını hissediyor. Bu yüzden eski partneri Reese’e kuir bir aile olmayı, Katrina’nın çocuğuna annelik etmeyi teklif ediyor.

Romandaki kuir aile tahayyülüne giden süreçte, kahramanların çocukluk yıllarından itibaren toplumsal cinsiyet normlarıyla nasıl karşı karşıya kaldıklarını, bu normlar karşısında nasıl stratejiler ürettiklerini takip ediyoruz aslında. Burada Reese karakteri bence yazarın güncel politik tartışmalara ürettiği yanıtları dile getiren bir kahraman. Önceki kuşak trans kadınlara kıyasla daha güvenceli koşullarda yaşayan biri olarak hayattaki en büyük arzusunun annelik olduğunu görüyoruz. Ona göre annelik, toplumsal olarak kadınlığın nihai göstergesi ve kabul kriteri sayılıyor. Reese’in düşüncelerinin yersiz olmadığını biliyoruz: Katrina’nın kendi kadınlığını yeniden sorgulamasına neden olan “anne” olma ihtimali, Ames için tekrar kendine kimliğiyle ilgili sorular sormasına yol açmış, Reese için de umut olmuştur. Her üç karakterin de kadınlıkla kurdukları bağın, bebeğin varlığıyla çözülen, yeniden inşa edilen haline böylece adım adım şahit oluyoruz.

Roman; kuir aile fikri odağında bu üç karakterin yaşamları üzerinden, sınıfsal pozisyonların kimlikle ilişkileri, erkek şiddeti, cinsellik, evlilik, kadın düşmanlığı, yaş, güzellik, annelik, trans intiharları, TERF tartışmaları, feminizm, HIV gibi pek çok konuya yer veriyor. Örneğin Reese’in kadınlığın şiddete maruz kalarak performe edildiğine dair, burada yalnızca işaret etmekle yetineceğim, bir tespiti var. Patriyarkanın üzerine kurulu olduğu sömürü şiddet yoluyla sürerken kadınlar tarafından toplumsal cinsiyetin, yani egemenin bakışının şiddet olarak içselleştirildiğinden, kadınların şiddete maruz kaldıkları hikayeleri bu yüzden sürekli paylaştıklarından bahsediyor. Günün sonunda, yani tahakkümün görünmezleştiği noktada, ne kadar şiddete maruz kalınırsa o kadar gerçek bir kadın olunabilir önermesi kalıyor.[2] Fakat, benim asıl değinmek istediğim, romanın ironik bakışıyla, aktivizm ile yaşam arasındaki açıyı gözler önüne serdiği, konuşulamaz olanı dile getirdiği bi kaç örnek olacak. Çünkü roman, içinde yaşadığımız zamana dair feminist ve kuir politikada güncel tartışmalara verilmiş pek çok yanıtı içeriyor.

Misal, kesişimsellik meselesi... Üst üste, yan yana, çapraz derken, kimin ayrıcalıklı, kimin nerede olduğunu bilemeyiz diye elimiz ayağımıza dolanmadan söz kuramazken, amacın araçsallaştırmaya dönüştüğü halde biz debelenirken, hangi kavramın hangi kavrama dönüştüğünü düşünmeksizin soru işaretlerini bir kenara bırakan yazar bu konuda çok net bir tutum sergiliyor. Gündelik yaşamdaki karşılaşmalarda, özellikle Reese üzerinden cinsel kimliğin, sınıfın, etnisitenin nasıl işlediğini görüyoruz. Geçimini güvencesiz işlerde çalışarak sağlayan bir kadın olarak Reese’in sınıfı hep hatırında. Misal, cis hetero bi kadınlığın sınıfsal ayrıcalıklarla donanması, iyi bir yemek masası ve yemek takımı sahibi olma arzusuyla tasvir ediliyor. Reese de masa sahibi olmak istiyor:

Masif ahşap işçiliği, Reese’in kıskanç pençeleriyle asla kavrayamayacağı bir burjuva heteroseksüel kadın zamansallığının saçma olduğu kadar ciddi bir zihinsel göstergesi haline geldi: Bir kadın otuzlarında belirli bir noktaya ulaştığında, etrafına bakar ve yuvasını kurmak için iyi bir yemek takımı bulur.[3]

Katrina için, Reese beyaz bir transken, Reese trans cemaatin içinden çıkıp ünlü olan, kimliğini bir tür mübadele aracına çevirip Travestiler[4] adlı roman yazan trans şarkıcıdan bahsederlerken onu “zengin trans sürtükler” diye anıyor…

Romanın yazıldığı dönemdeki güncel tartışma alanlarında, cinsiyetsiz tuvaletler, yüksek mahkemenin evliliği yasallaştırması gibi meseleler var. Reese açıkça tuvaletlerin umurunda olmadığını söylüyor. Onun için “kadın” kimliğinde kabul edilmek ve kendi geçimini sağlamakla ilgili çok daha temel sorunlar var. Aklıma Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sında oy hakkıyla ilgili yaptığı yorum geliyor[5]. Oy hakkının kazanıldığı gün kendisine miras kaldığını öğrenen Woolf, bunun umurunda olmadığını söylüyor, çünkü ona göre oy hakkını kazanmış olmak bi kadının bağımsızca kendi kendini geçindirebileceği ve istediğini yapabileceği 500 pound kadar kayda değer bir gelişme değildi.

Reese açısından politik mücadele ile çelişkili ilişkisi burada son bulmuyor. Yaşamın bilmekle değişmediğini söylüyor. İdeolojik olarak neden güzel olmak istediğini, neden anne olmak istediğini vs. açıklamak mümkünken gündelik yaşamda bu arzulara kapıldığında, ideoloji ile arzusunun çatışması içinde kaldığının açıkça farkında, bir de bunun için kendini suçlu hissetmeyecek:

Kapitalizmin, ataerkilliğin, cinsiyet normlarının veya tüketimciliğin kaprislerinin yüz disforisine katkıda bulunduğunu görmesi, onlara bağışıklık geliştirildiği anlamına gelmiyordu. Aslında kuir duyarlılığına odaklanan politik bir bilinç, içine işlemiş güzellik normlarını değiştirmeyi başaramadığı için ona kendini suçlu hissettiriyordu. İsterseniz ona sahtekâr, iki yüzlü, yüzeysel deyin fakat politika ve uygulama kendi vücudunda yollarını ayırmış durumdaydı. Baskıcı cis-normatif güzellik standartları karşısında alnını çekinmeden sergileyen herhangi bir kadını seve seve desteklerdi, ancak bulduğu ilk kadın düşmanı sikik cerraha kafasını Barbie pürüzsüzlüğüne kavuşturması için zımparalattırırdı. Kalbinin derinliklerinde bir kadının neyin güzel kıldığına dair haince gerici bir duyguyla kendine işkence ettiği sürece, yüzünün sığlıklarında cis gibi görünerek kendini sakinleştirebilirdi.[6]

Çünkü onun için toplumsal cinsiyetin maddi koşulları net:Sex and the City Sorunu: Bir kadın yaşlandığını fark etmeye başladığında, hayatına anlam katma düşüncesi giderek daha da aciliyet kazanır. Gençliğin ve güzelliğin hazları daha az hissedildikçe, bir çeşit kendini kurtarma ya da kurtarılma ihtiyacı baş gösterir.[7] Bu krizin karşısında dizi karakterlerinin temsil ettiği dört temel anlam kaynağı vardır. İdeal anne olmak, ideal eş olmak, kendini sanat gibi yaratıcı işlere veya kariyerine vakfetmek. Reese, bu dört kılavuzun henüz trans kadınlar için geçerli olamadığını düşünse de feminizmin getirilerine rağmen gündelik yaşamın kadınlar açısında bu dört rol içerisindeki gerilimden ibaret olduğuna emin. Kendi rolünü ise annelik üzerinden kurmaya çalışıyor.

Bu çelişkilere çözüm üretmediği halde, onu idealizme çağıran politik ilişkilerden itinayla uzak duruyor. Örneğin arkadaşı ile gittiği bir trans kadın cenazesinde ortak anılarını hatırlayıp kıkırdadıklarında, bir başka trans kadın gelip onları “duyarsız” olmakla suçladığında, Reese yaşamla katı politik tutumlar arasındaki farkı görüyor, tahammülü yok. Gündeliğin sınırlarının aşınması, aracı amaç haline getirmişse… Bu da korunaklı çevrelerde korunaklı bir dille hayatta kalmayı mümkün kılıyorsa… Reese kimlikle kişiliğin üst üste bindiği bu deneyimi iyi biliyor.

Bunu acıları yarıştırmak konusundaki açık sözlü tespitinden de görebiliriz. Kendini de dahil ederek, zaman zaman politik kimliği bir savaş aracı gibi ortaya atarak yürütülen tartışma tarzından ironik bir dille bahsediyor. Katrina ile kavga ettikleri esnada kendini aşırı duyarlı mayınlar döşenmiş kuir savaş meydanında, bireylerin gereksiz yere politik silahlar kişisel savaşlar vermelerinin sonucunda ortaya çıkan korkunç sosyal vahşetin kıdemli bir neferi olarak tarif ediyor.[8]

Reese’in yaşamı diğer yandan bazı çözümleri de işaret ediyor. Örneğin kuir toplulukta yaşarken arkadaşları ile dayanışma içinde hareket ettiğini, onlara özen gösterdiğini, gerektiğinde bakım verdiğini görüyoruz. Kesişimselliğin, kuir yoldaşlığın nasıl kurulacağına dair yanıtı empatide buluyor. Kimlikler arasında samimi bir empatinin ancak yaşamın içinde, doğrudan ilişki kurarak mümkün olabileceğini dile getiriyor. Kendinden cis-hetero olduğu için daha ayrıcalıklı gördüğü Katrina’nın Travesti romanı hakkında konuşurlarken, kitabı trende okuyan bir trans kadının hissedeceklerini düşünüp endişesini dile getirdiğinde empatinin nasıl kurulabileceğini de örnekliyor. Bu bağın kurulamadığı deneyimlerin arkasında doğrudan ilişki kurmamanın ve politik doğruculuğun etkilerini görüyor:

… Duyulan tek ses, geniş cis kamuoyunu azarlamak için sürekli dogmatik Trans101 provokasyonu yapan en gürültücü, en cırtlak sesli trans kızlar olunca sorun bu. İnsanlar, başka herhangi bir konuda olduğu gibi doğru düzgün düşünmek yerine transları rencide etmemek için esrarengiz ayinlerle dolu gizli bir rehber kitabı bulup takip etmeleri gerektiğini düşünüyorlar. Bir kadın hayatında translar söz konusu değilken nasıl üstleneceğini açıkça bildiği temel bir sorumluluğu nasıl üstlenmesi gerektiğini öğrenmek için alelacele bir trans odak grubu oluştururken, başka bir kadın Ames’in neyi tercih ettiğini doğrudan ve saygılı bir şekilde sormaya cesaret edemediği için cinsiyetsiz tuvaletlerle uğraşıyor.[9]

Reese haklı: Yaşamın bilmekle değişmediği muhakkak, mücadelenin kendisi de yaşadıklarımızı politikleştirebilmekten geçiyor. “Kadın olarak” görülmek imkansızlığının arzusunda farklı farklı debelenmek ortak hikayemizken arkada patriyarkal kapitalizmin maddiliği işlemeye devam ediyor. Onların her biri kendince kendi belirsiz kadınlık yorumunun henüz olmayan ve belki de olmayacak bu küçük insanın varlığına nasıl bağımlı hale geldiğini düşünüyor [10] iken biz de kendi soru(n)larımızla baş başa kalıyoruz.


[1] Torrey Peters, Dön Bebeğim, çev. Erdem Gürsu, Mina Çakmak, Umami Kitap, 2025.

[2] Erkek şiddetinin yarattığı travmatik etkilerden biri, şiddete maruz kalan kadın+ların bunu çevrelerine anlatmak istemeleri. Eva Lundgren hem toplumsal cinsiyet normları nedeniyle hem de şiddetin sistematik oluşu yüzünden, erkek şiddetinin süreç içerisinde gündelik hayatın olağan parçası olarak görülmeye başlandığını söylüyordu. Fakat roman bu bakışın bir adım ilerisinde kadın kimliğinin erkek şiddeti ile eş anlamlı hale geldiğinden bahsediyor. Toplumsal cinsiyetin kurucu rolü olarak, erkek şiddetine maruz kalmanın “kadınlığı” ispat etme biçimlerinden biri olduğunu iddia ediyor. Bu tezin, erkek şiddetinin yarattığı etkileri yeniden tartışmaya açacak bir yanı olmasına rağmen, çok iddialı ve erkek şiddetini psikolojikleştiren bir genelleme olduğunu düşündüm, ki zaten Reese ironik ve keskin dille konuşan bir kahraman.  Bkz. Eva Lundgren, Şiddetin Normalleştirilme Süreci, çev. Berna Ekal, Reng Ahenk Sanatevi, 2009.

[3] A.g.e., s. 230.

[4] Kitapta sokakta yürürken karşılaştıkları afiş şu kitaba ait: Laura Jane Grace, Tranny: Confessions of Punk Rock's Most Infamous Anarchist Sellout, Hachette Books, 2016.

[5] Virginia Wolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İletişim Yayınları, 2015, s.42.

[6]Peters, a.g.e., s.241.

[7] Peters, a.g.e., s. 10.

[8]

[9] Peters, a.g.e., s. 276.

[10] Peters, a.g.e., s. 410.