Cumhuriyet’in kuruluş yılları yeni elitin kendisini meşrulaştırma arayışları içinde geçti. Üretilen yeni ‘Türk’ kimliğinin söz konusu eliti ideolojik açıdan doğal olarak desteklemesi istendi. Ancak burada çözümü kolay olmayan bir sorun vardı... Türklüğün kültürel olarak ayrı bir kimlik olarak farklılaşmasını sağlamak hiç de kolay değildi, çünkü Anadolu toplumu kendisini böyle bir kültürel varlık olarak hiçbir zaman tasavvur etmemişti. Nitekim daha sonra üretilen Orta Asya ve Güneş Dil teorileri en hafif tabirle naif bir onur arayışı olarak tarihte yerini almış durumda. Bugün söz konusu teorilerin ne denli gerçek dışı olduğunu, nasıl yüzeysel bir düşünme biçimine, ideolojik bir çarpıtmaya tekabül ettiğini; ama bir sürü ‘bilim adamının’ da bu öğretinin parçası olmak için ne denli uğraş vermiş olduklarını ibretle okuyoruz.
Devletin böylesine yeni bir gerçeklik üretmeye çalışması boşuna değildi tabii ki... Çünkü Türk kimliğinin kültürel zayıflığını kapatmanın tek yolu Müslüman kimliğini yeniden siyaseten anlamlı bulmaktan geçiyordu. Dahası Cumhuriyet zaten Müslümanların ‘Türk’ kimliğiyle yeniden ‘vaftiz’ edilmesini ima ettiği ölçüde, dinin kültürel kimliğin içine girmesi, Sünni/Hanefi cemaatin iktidar üzerinde etkili olması anlamına gelecekti. Ve o zaman da aynen bugünkü gibi ‘onlar’ %70, yani çoğunluktu... Diğer bir deyişle makbul vatandaş kimliğinin Müslümanlığı içermesi durumunda elit kesimin iktidarı paylaşması şarttı ve hele demokrasi geldiğinde de iktidarı o %70’e devretmesi kaçınılmazdı.
Öte yandan Aydınlanma geleneğinin epeyce pozitivist laiklik anlayışı daha 19. yüzyılın ortalarından itibaren ülkeye girmiş, askeriye başta olmak üzere belli başlı kurumlarda hakim ideoloji haline gelmişti. Yani elit kesim açısından ‘modernlik’ dinin ötelenmesini ifade etmekteydi. Bu durumda modern olmayan o %70’in de iktidarın dışında kalmasını beklemek doğaldı. Sonuçta laiklik Cumhuriyet elitine demokratik olmayan bir meşruiyet sağladı ve bu ülkede makbul vatandaşlık kimliğini belirledi.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de laiklik bir ideoloji işlevi görmekte. Ama işin aslı bu değil... Çünkü laiklik sonuçta aynen ‘cumhuriyet’ gibi nötr bir kavram. Yani hangi ideolojinin içinden bakıldığına bağlı olarak niteliği farklılaşabiliyor. Dolayısıyla Türkiye’deki laiklik gerçekte arka plandaki otoriter zihniyeti saklayan, resmi ideolojiyi ‘bilimsel’ bir olgu gibi sunan bir örtüden ibaret. Bugün laikliğin dindarların anladığı gibi değil de, kendi anladıkları gibi olduğunu öne sürenler gerçekte onyıllardır sürmekte olan elitist yönetim anlayışına güzelleme yapmış oluyorlar.
İşin aslına dönersek laiklik gibi kavramları önce en geniş haliyle tanımlamakta büyük yarar var. Çünkü daha sonraki daraltmalar tamamen ideolojik bir tercihi yansıtmakta ve her daraltma bu kavramı bir hakem kurum olma niteliğinden uzaklaştırmakta. Günümüzde laiklik en geniş haliyle 4 ayak üzerinde duruyor ve bunların her biri diğerleri kadar önemli ve anlamlı: 1) Devlet ve dinin hem kurumsal hem de işlev olarak birbirinden ayrılması; 2) Devletin tüm inançlar ve inanışlar karşısında eşit mesafede durması; 3) Devletin dinsel azınlık ları koruyacak bir tutum içinde olması; ve 4) Hangi inançtan olursa olsun, herkesin kendi inancının gereğini -kamusal hayata zarar vermediği sürece- serbestçe yaşayabilmesi.
Demokrat bir bakış bunların hiçbirinden taviz verilmemesini gerektirir. Eğer bu 4 ayaktan bazılarını görmezden gelmekteysek, bunun anlamı demokratlıktan da o ölçüde uzaklaştığımızdır. Bugün dindar kesimin esas ağırlığı sonuncu maddeye vermesi doğrudan ataerkil zihniyetle bağlantılı. Buna karşılık laik kesimin tam da bu maddeyi gözardı etmesi, kendisini devletle özdeşleştirmiş bir elitist kimliğin göstergesi. Maalesef söz konusu kimlik ise, otoriter zihniyetin uzantısı olan resmi ideolojinin ürettiği ‘düşünmeyen’ bir vatandaş prototipinden fazlasını ifade etmemekte...
Taraf, 26.12.2007