Muhtıranın ve mitinglerin kuşattığı ortamda, iki olay karambole gitti: Şemdinli davası Askerî Mahkeme’ye nakledilirken Hrant Dink davasında delillerin yok edildiği itiraf edildi. Sessizliğe mahkûm edilen bu iki dava ve baba-oğul Kaymazlar’ın katillerinin beraatleri, muhtıranın ve mitinglerin arkasındaki aktörlerin nasıl bir Türkiye istediklerini apaçık ortaya koyuyor. “Sözde hukuk devleti”ni emekli askerî hakim Ümit Kardaş’la konuştuk...
Son günlerin önemli olaylarından biri, Şemdinli davasında Yargıtay’ın kararı usûlden bozması ve davayı Askerî Mahkeme’ye göndermesi. Suç işleyen kişilerin aslında suç işlemediğini, “askerlerin terör örgütüyle aynı suçu işlemelerinin hayal gücünün ötesinde olduğunu” da söyledi Yargıtay. Bir hukukî metinde böyle bir ifade olabilir mi?
Orada olayın askerlik görev ve hizmeti içinde olduğunu söylüyor. O zaman, “bu askerler aslında illegalite içinde değiller” gibi bir yorum yapmış oluyor. Kara Kuvvetleri komutanı da “tanırım, iyi çocuktur” demişti. Peki görev dışına kendiliğinden mi çıktı, yoksa görevi bu eylemi kapsıyor muydu? Bu durumda ne yapmamız lâzım? Ferhat Sarıkaya’nın yaptığı gibi, geriye doğru, yukarıya doğru gitmemiz lâzım. Ordu gibi hiyerarşik bir yapı için bu doğal bir şey. Ferhat Sarıkaya bu durumun farkındaydı, iddianamedeki göndermesi de bunu gösteriyor. Eğer o askerî yargının alanı bu kadar geniş olmasaydı, Ferhat Sarıkaya o tarafa doğru gidecekti. Belki daha sert bir çatışma olacaktı. Olsun. Başka türlü de olmaz zaten. Ama siyasî iktidarın da bu iradeyi gösterebilmesi ve savcının arkasında olması gerekiyordu. Medya, sivil toplum, harekete geçirebileceği birçok güç de vardı. Ama çürütmek için adama Fethullahçı dendi, bir sürü şey dendi. Erdoğan’ın Büyükanıt’la görüşüp “paşamız bu işin içinde yok” demesi, zaten her şeyi bitirdi...
Tartışmamız gereken şu: Türkiye’nin laik, demokratik, sosyal hukuk devleti olduğu söyleniyor. Var mı bunların herhangi biri? “Olmayan şeyi koruyacağız” diyorlar. Askerî vesayet varken, Meclis denetimlerini yapamazken, cumhurbaşkanı seçemezken, böyle demokrasi mi olur? Sıfıra sıfır, elde var sıfır, demokrasi yok. Şu muhtıra bile bizi beşinci sınıf ülke yaptı. Laik mi peki Türkiye? Hiç laik değil. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum yok. Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin belli bir mezhebi denetim altında tutma mekanizması. “Ben dizayn edeyim, ben ayarlayayım” diyor devlet. Alevisi, Hıristiyanı, tanrıtanımazı var, ama siz vergileri belli bir mezhebe aktarıyorsunuz. Yani Türkiye laik değil. Sosyal devlet mi? Hayır, sosyal devletin s’si yok. Hukuk devleti hiç değil zaten! Hukukun bu kadar paspas edildiği, hakim bağımsızlığının olmadığı, askerî yargının bu kadar geniş alanı işgal ettiği, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’nin Danıştay’ın yanında durduğu bir yerde hukuk mukuk olmaz. Yani biz varolmayan şeylerden konuşuyoruz. Tersine, bir çürümüşlük var. Sade vatandaşımız bu durumu hissediyor sadece, gidiyor, mahkemede perişan oluyor, hastanede perişan oluyor, iş bulamıyor, gelecekten ümidini kesiyor... Bazen işkence görüyor, bazen bir yakını bilmem nerede öldürülüyor, böyle yaşıyor...
Dört polis Uğur Kaymaz’la babasını evlerinin önünde öldürdü, yargılandılar ve beraat ettiler. Diyelim ki bir çatışma olmuş olsa bile, 12 yaşında bir çocuğun bedeninden yakın mesafeden atılmış 14 tane kurşun çıkıyorsa, en azından orantısız güç kullanımından söz etmek gerekir. Nasıl açıklanabilir bu beraat kararı?
Ben 1980-81’de, Diyarbakır’da askerî savcıydım. Birçok şey yaşadım, mücadelelerim de oldu. İşkenceyle ölüm olayları vardı. Gözaltı süresi doksan gündü. Aldıkları kişiyi doksanıncı gün savcının önüne getiriyorlardı. Yediden yetmişe, kadın-erkek, bizim önümüze kim geldiyse, sistematik işkence görmüştü. Belki sizi yoldan geçerken almışlar, önemli değil, yöre halkındansınız, potansiyel suçlusunuz, doksan günde bu hale getiriyorlardı sizi. Oraya göreve ağır ceza reisleri, savcılar geldi, bir kişi dahi bunların üzerine gitmedi. Hakimler ve savcılar kendilerinden endişe eder haldeydi. Diyarbakır’da savcıyken iki işkencede ölüm olayının peşine düştüm, yargı önüne getirdim. Bunu yapan kimse yoktu orada. Empoze edilen, pompalanan hava, hep “hainler var, düşmanlar var, ülke tehlikede, bunları yok edelim” gibiydi. Burada hukuk ortamı, ambiyansı, hukuk düşüncesi yok. Hakimler var, salon var, kâğıt üzerinde her şey var, ama hukuk anlayışı, adalet ve vicdan duygusu yok. Ve kanıksanıyor bu, normal olan, içselleştirilen bir şey haline geliyor. İşte askerin yarattığı hava bu. Ve bu herkesi etkiliyor, birçok insan korkusundan sesini çıkarmıyor. Bu duruma karşı ilk yapılması gereken şey, herhalde, bu durumu üreten odağı kendi esas işlevine doğru göndermek. O kendi yerine gidecek ki, biz de daha sivilleşeceğiz, siyaset alanı sivilleşecek. Jandarmanın asker olduğuna hiç şüphe yok. İç güvenliğin yüzde 90’ını jandarmayla sağlıyorsunuz. İç güvenliği askerin sağlaması, modernite öncesi bir şey. Ayrıca jandarma, şehirleşmiş yerleri de polise devretmiyor, “de facto” durum yaratmış. Çıksın biri, “jandarma kaldırılsın” desin, hemen alıp yargılıyorlar. Hakaret etti, 301!
Hatırlarsınız, eski Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman Meclis Araştırma Komisyonu’nun çağrısına dahi uymadı. Güneydoğu, Kürt meselesi deyince, Jandarma, Silahlı Kuvvetler, Özel Tim, JİTEM, koruculuk sistemi derken, ‘80’den itibaren orası hukuk görmedi. Bunun tarihî boyutu var, kültürel boyutu var, sosyolojik boyutu var, siyasî boyutu var. Sorunun üzerine şiddetle gidilmesi sonucunda gelinen nokta bu. Türkiye, en önemli sorunlarını tartışamaz durumda.
Hrant Dink davasında tutuklananlardan Erhan Tuncel’in JİTEM’in de muhbiri olduğu söylendi. ANKA ajansı bu haberi yayınladı, Genelkurmay yalanladı, ANKA “haberimizin doğruluğuna güveniyoruz” dedi, o gece ajansın bürosundan bilgisayarlar “çalındı”. Daha sonra davayla ilgili haberler “bilgi kirliliği” gerekçesiyle basında da azaldı. Yani JİTEM adı devreye girdiği anda olayların seyri değişti. Katil 18 yaşından küçük olduğu için duruşmada gizlilik kararı da alındı. Bir de, “devletin güvenliğine ilişkin kayıtlar Cumhuriyet Başsavcılığımızca ve Trabzon Emniyet Müdürlüğünce imha edilmiştir” diye bir ifade iddianamede yer aldı. Bir kere, devletin bir kurumu, herhangi bir belgeyi imha edebilir mi?
Bir suç delilini yok etmek suçtur. “Savcılığımızca” diyor bir de. Olur şey değil.
Dink davasında bir yere varılabileceğini düşünüyor musunuz?
Başından beri düşünmüyorum. Türkiye’de gördük hep bunları, yavaş yavaş bu işi soğutacaklar. Başka ülkelerde, Anglo-Sakson sistemde avukat da savcı gibi çalışır, delil toplar. Bizde bu bir eksiklik. Tüm bu soruşturmaları yapan, delil toplayan jandarma ve polis. Nereden nasıl talimatlar geliyor, hangi deliller yok ediliyor, bunları bilemiyoruz. Teşkilâttan emin olmak lâzım bir defa. Adlî kolluk olursa, uzmanlaşmış olur, teknik donanımı olur, savcıya doğrudan bağlı olur. Burada onu yapamadılar, tepki oldu. Böyle bir örgütlenmeye gitmek ya da avukatı en baştan itibaren bilgi toplayabileceği bir imkâna kavuşturmak lâzım. Çok simgesel bir şeydir ama, dikkat ederseniz, savcı kürsüde oturur. Halbuki bunların biri tez, biri anti-tezdir. Silahların eşitliği ilkesine göre, savcının da avukatla eşit düzeyde oturması lâzım. Sonuçta, bu cinayetler de her zaman olduğu gibi soğuyacak. Yakalanan kişiler de ne kadar ceza alır, bilinmez. Trabzon’da rahip cinayeti, Malatya, Hrant Dink... Türkiye’nin bir Özel Harp Dairesi, gladio’su, bir odağı var. Bu deşifre edilemedi. Ecevit bir dönem üstüne gitti, sonra soğudu. Şimdi hakikaten bir irade oluşması gerekiyor. Mutlaka bir direnç olacak, ama bunları halka çok iyi anlatmamız lâzım. Oyunuzu almanız, önünüze gelen tüm direnç noktalarını tasfiye ederek hukukî yoldan gitmeniz lâzım. Bunu mevcutlar yapamaz, çünkü her birinin bir zayıf noktası, şaibeleri var. Bir sürü yolsuzluklar var, süren davalar var. Askerin kendine özgü yolsuzlukları, illegal uygulamaları var. Böyle bir denge var, kurumsal olarak değil belki ama, kurumlar içindeki bazı kişiler, bazı siyasetçiler, bazı asker ya da sivil bürokratlar açısından. Herkesin birbirini kolladığı bir sisteme dönüyor iş. Bu, aslında rejimin çürümesi demek.
27 Nisan bildirisi Genelkurmay başkanının iradesi dışında oldu deniyor. Böyle bir şey olabilir mi?
Olamaz. Olduysa da, dersiniz ki Genelkurmay başkanına, “bunu yapanların dosyalarını derhal hazırlayın, bunları emekli edin”. Yok, Genelkurmay başkanının bilgisi dahilinde olmuşsa, onun emekli edilip yargılanması lâzım. Bunlar olmuyor. Başbakanla iki saat konuşuyorlar, bir uzlaşı çıkıyor, artık kim kimi kandırıyorsa. Sonra bir şey olmamış gibi devam ediyorlar.
“Ne konuştunuz” diye de sorulmuyor...
Evet, başbakan da bir açıklama yapma gereğini zaten duymuyor. Uluslararası Basın Enstitüsü’nün toplantısında başbakana sordular, o da “Genelkurmay bana bağlı bir kurumdur” dedi. Ama en önemlisi, “cumhuriyetin laik, sosyal, demokratik hukuk devleti niteliklerini zaten ordu korur” dedi. Onların da iddiası bu zaten, “ben koruyorum” diyor adam, “bu hakkımı da anayasadan alıyorum”. Sen de başbakan olarak diyorsun ki, “evet, korur”. Bunu bilinçli mi söyledi, kendini mi kaybetti, ne dediğini mi bilmiyor, yoksa hakikaten “denge sağlayayım” diye mi söyledi? Ama uzlaşmaya dayalı bir iktidar paylaşımı olduğu belli. “Benim dediğim olsun” diyorlar, sonra bir çatışma halinde de anlaşıyorlar. Daha mühimi, muhalefet yok. Gerçek bir sosyal demokrat parti olsa, ayağa kaldırması lâzım ortalığı. Öyle bir şey yok, Deniz Baykal da muhtıradan yana. Çıkmaza bakın. Korkunç bir şey yaşanıyor. Cumhurbaşkanı deseniz, neredeyse darbenin öncülüğünü yapacak, Harp Akademileri’nde çıkıp “çok tehlikeli günler yaşıyoruz” diyor. Sormuyorlar ki “siz yedi yıldır cumhurbaşkanısınız, niye daha önce bunu halka açıklamadınız, niye bu tehlikeli noktaya kadar gelindi, bu tehlikenin dökümü nedir?”... Nereye baksanız, elinizde kalıyor. Bu nasıl bir şey, nasıl buradan çıkılacak? Bir defa, anayasaya bakınca, darbe yapar veya buna teşebbüs ederseniz, Meclis’in çalışmasını sekteye uğratmış olursunuz, Türk Ceza Kanunu’nun 311. maddesine girer. Ağırlaştırılmış müebbet hapistir bunun cezası. Bir de “Ne mutlu Türküm diyene demeyen herkes düşmandır” dediniz, o da bir suç.
Hükümetin veya muhalefetin bu gelişmeler karşısında bir şey yapmadığı ortada. Peki yapılabilecek hiçbir şey yok mu hakikaten?
Yasal durum şöyle... Genelkurmay başkanı nerede işledi bu suçu? Askerî mahalde. Demek ki Askerî Yargı’da yargılanacak. ‘61 Anayasası’nın 138. maddesi, 145. madde olarak 1982 Anayasası’na da aynen alındı. Ne diyor orada: “Askerî mahkemeler, asker kişilerin askerî suçlarına bakar.” Askerî mahkemelerin varlık nedeni ne? Askerî disiplini sağlamak. Ama askerî suç o kadar geniş ki bizde. Mesela Türk Ceza Kanunu’ndan birçok suç, hatta siyasî nitelikli suçlar, Askerî Ceza Kanunu’nun içine monte edilmiş ve askerî suç haline getirilmiş. Yasa devam ediyor: “Askerin askerî mahalde işlemiş olduğu suç...” Türk Ceza Kanunu’nda herhangi bir suç olabilir, ama askerî mahalde işliyorsanız, Askerî Mahkeme’de yargılanırsınız. Peki Genelkurmay başkanını kim yargılayacak? Genelkurmay Askerî Mahkemesi. Ağrı’da da olsa paşa, tek yargılanacağı yer Genelkurmay Askerî Mahkemesi. Kendine böyle özel bir mahkeme kurmuş Genelkurmay. Genelkurmay başkanı için de soruşturmayı Genelkurmay Askerî Savcılığı başlatmalı. Peki Genelkurmay başkanı kendi kendine soruşturma emri mi verecek? Ya da savcı kendiliğinden kendisinin amiri olan ve kendisine sicil veren, adeta komutanı durumunda olan kişi hakkında “kahramanım ben” diye soruşturma mı açacak? Bir iktidar bunları daha önceden görüp gerekli değişiklikleri yapmaz mı? Devam edelim 145. maddeye: “Askerlerin birbirleri aleyhine işledikleri suçlar...” Burada iki asker birbiriyle kavga etse, Askerî Mahkeme’de yargılanır. Yahut, Şemdinli olayı için son Yargıtay kararı: “Askerlik hizmeti ve görevlerine ilişkin suçlar...” Bunların hepsinde Askerî Yargı görevli. ‘61 Anayasası iyi anayasa falan ama, o anayasaya neler sokulmuş. Millî Güvenlik Kurulu ilk defa, Askerî Yargıtay, askerî mahkemeler ilk defa ‘61’de giriyor anayasaya. Demek ki, bir anayasa değişikliğine ihtiyaç var. Askerî mahkemeleri gerçek konumlarına oturtmak lâzım. Yani bu anayasayı, bu maddeleri kaldırıp atacaksınız. Yapabilir misiniz? Bu kadar kargaşa yaşanırken hükümette de “bunları bilen insanlara soralım, neler yapılması gerektiğini danışalım” gibi bir düşünce yok. Ne muhalefetinde var bu, ne başka bir yerde. Bu, acı bir şey.
AKP’ye ya da ana muhalefet partisine baskı yapacak kurumların niye sesi çıkmıyor? Mesela niye barolardan bir tepki duymuyoruz?
500 aydın bildirisini ben de imzalamıştım. Güzel, genel bir çerçeve vardı. Bizde bir takım tepkiler oluyor ama, somut, “şunları değiştirin” şeklinde tepkiler oluşmuyor.
Belki tam da bu somut taleplerin dile getirilmesi, maddeler üzerinden tartışılması gerekiyor...
Evet. Sonuçta şu anda soruşturma başlatılmasını gerektirecek bir iddia var. Ama söylediğim nedenlerle, soruşturma mekanizmasını sivil yargı yapamıyor. “Yetkilisiniz” deseniz, yine yapmazlar. Nokta dergisinin durumunda yapmadıklarını gördük. Şemdinli en büyük kırılma noktasıdır, Ferhat Sarıkaya gibi bir savcıyı boğdular, şimdi hiçbir savcı ucu askere dokunan bir şey yapmak istemez. Bu, psikolojik bir sindirme. Nokta’da Özden Örnek’in günlükleri yayınlandı, yayın yönetmeni Alper Görmüş hakkında iftiradan soruşturma açıldı. Halbuki ortada bir darbe iddiası vardı ve ciddiydi. Hilmi Özkök bunu reddetmedi, “zamanı, zemini gelince konuşuruz” gibi bir laf etti. Abdullah Gül “zaten biz bunlardan haberdardık” dedi. İşin ne kadar ciddi olduğu bu konuşmalardan da anlaşılıyor. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunuldu, ama hiçbir şey yapılmadı, korkudan. Neden yetkiliydi Başsavcılık? Eski 146. maddede anayasal düzeni ortadan kaldırmaya, Meclis’i görev yapamaz hale getirmeye ilişkin suçları yeni Türk Ceza Kanunu’nda ayırdılar, 311. maddeye falan koydular. Ama bu maddeyi Askerî Ceza Kanunu’na almamışlar, yani bu bir askerî suç değil. Asker kişi olup da askerî mahalde işleseydi, yine yargılayamayacaktı, ama şu anda bu kişiler emekliler. Askerî Ceza Kanunu’nda “bu bir askerî suç değilse, askerlikle bağlantı kesilirse, askerî yargıyla da bağlantı kesilir” diyor. Yani sivil savcı yetkili, ama bir şey yapmıyorlar. Demek ki, birincisi, yasal zorluklar var, ikincisi, yetki olsa da bir zihniyet, bir psikoloji sorunu var. “Aman bana gelmesin, gelirse de ben topu askerî yargıya atayım” deniyor. Aşılması gereken noktalar bunlar. Baroların yapısı, mesela İstanbul Barosu belli, neredeyse muhtırayı alkışlayacaklar. Barolar Birliği de öyle. Meslek örgütleri bu anlayışta olan insanların elinde. Demek ki Silahlı Kuvvetler askerî vesayeti devam ettiriyor; herkese, topluma da bir korku salmış vaziyette. Bu nasıl aşılacak sorusu, siyasete baktığımızda çok olumsuz cevaplanıyor.
Avrupa Birliği’yle uyum yasaları çerçevesinde bir değişim umuluyordu, ama bu mümkün olmadı. Tam tersine, “Ceza Yasa’sında reform yapıyoruz” diyerek, en çok konuşulan 301 dahil en az on küsur çok vahim madde getirdiler.
Evet. Mesela iftira suçu Adliye’ye karşı işlenen bir suçtur, eski hali şudur: Bir kişi hakkında, işlemediğini bildiğiniz halde, “suç işlemiştir” diye, kasten, soruşturma yapmaya yetkili bir merciye ihbar ederseniz, iftira suçu oluşuyordu. Ama “basın-yayın yoluyla” diye bir güzel ekleme yapıvermişler. Yani öyle tuzaklar var ki... AKP çok demokratmış gibi görünüyor ama, hiç de öyle değil. Aslında başka ipuçları da var, ama askerî vesayet AKP’yi de test etmemizi engelliyor. Ne kadar yapamadıkları, yapmadıkları şey varsa, “yaptırmıyorlar bize” diyorlar. Benim AKP’yle hiçbir alâkam yok, ama ilkesel olarak yaptığım bütün itirazlar yüzünden sanki AKP’nin yanındaymışım gibi algılanıyorum. Askerî vesayetin bir olumsuz yanı da bu: Olmasa, AKP’nin gerçek yüzünü, ne kadar demokrat olduğunu, sosyal adalete ne kadar önem verdiğini, ne kadar laik olduğunu göreceğiz.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir de Anayasa Mahkemesi devreye girdi. Hukukçuların büyük bölümü 367 milletvekilinin oturumda bulunmasının gerekmediğini, bu konuda Anayasa Mahkemesi’nin de görevli olmayacağını söyledi, ama Anayasa Mahkemesi 367’yi şart koştu, karar uygulamaya girdi, fakat hâlâ gerekçe açıklanmadı...
Bütün mahkemelerde gerekçenin yedi gün içinde açıklanması gerekir, beş ay sonra gerekçenin çıktığı olur, tarihi eski atarlar. Bu adeta gelenekselleşmiş bir şey. 367 gündeme geldiğinde başta hiç önemsemedim, ama oldu. Pes yani. Böyle bir sayı aranmaması lâzım, ama bu şekle getirildi.
Ordu da Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı vermeyebileceğini düşünerek mi muhtırayı yayınladı?
Garantilemek için herhalde. Gene de çıkar mıydı aynı karar, bilemiyoruz tabii. O muhtıranın bir etki yarattığı çok açık. Ayrıca Meclis’i, toplumsal muhalefeti etkiliyorsunuz...
Öte yandan, AKP’liler de bu kararla rahatladılar...
Tabii, siyasî dinamikler çok farklı. Bu gerginlik AKP’ye de yaradı, CHP’ye de. Kim ne amaçla, nasıl bir siyaset yapıyor, anlaşılmaz bir şey. İlkeler yok ortada. Ama böyle siyaset yaparsanız, gelip sizi vurabilir bir mertebede, sizinle de kalmaz, rejimi vurur...
‘82 Anayasası’na göre cumhurbaşkanının yetkileri çok fazla. Bu yetkileri bir parlamenter rejimde olacak sembolik düzeye indirmek, ‘61 Anayasası’ndaki gibi daraltmak gerekiyor. O zaman bu mevki cazip bir yer olmaktan çıkar. Eskiden cazip değildi. Genelkurmay’ın, bürokrasinin de odaklandığı, kale gibi gördüğü bir yer haline geldi şimdi. Bu bunalım da o yüzden çıktı. Cumhurbaşkanını halka seçtirip eline bu kadar yetkiyi verdiğinizde, daha tehlikeli bir durum olur. Bu yetkisini daha radikal, daha etkili kullanmak isteyecek, başbakan belki buna karşı çıkacak, aynı partiden olsalar bile belki çatışma yaşanacak. Fransa’daki yarı başkanlık da eleştiriliyor sürekli, o daha ileri bir durum. Bizimki biraz arada bir şey. Bunu değiştirmek lâzım, ama Türkiye’nin önce yeni bir anayasaya ihtiyacı var. ‘82 Anayasası ruhu itibariyle demokratik değildir, anlatımı kötüdür, metinler ve gerekçeler arasında çelişkiler vardır, devleti kutsamaktadır, bireyi yok etmektedir... Parlamentonun kamuoyuna da danışarak derhal yeni bir anayasa yapması gerekir. Bunun için de temsil güçlü olmalı, parlamentoda mesela DTP’liler de olmalı.
Bağımsız ortak aday girişimini gerçekçi görüyor musunuz?
Olabilir, ama aday olacak, seçilecek kişilerin gerisinde sürekli kalabilecek bir yapının oluşması, bunun da bir harekete dönüşmesi lâzım. Sonuçta, her halükârda, ütopyalarımız var. Ütopya, donmayı, katılaşmayı dağıtıcı bir güçtür. 15 yıl önce bazı konuları hiç tartışamıyorduk. Eskiden bir kabulleniş vardı, şimdi çatışma var, bu da sağlıklı bir şey, ancak bu çatışmadan bir şey çıkabilir. İnsanları üretkenliğe, yaratıcılığa sevk etmek, orta ve uzun vadeli düşünmek lâzım. İnsanın hayatı kısa, toplumun hayatı çok uzun. Doğal olarak, sonuç görelim istiyoruz, ama göremeyeceğiz, katkımızı yapıp gideceğiz.
Expresss, Mayıs 2007, sayı 72