Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz ve enflasyon artışı karşısında geçim şartları giderek kötüleşen farklı iş kollarından işçilerin, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve ücret artışı talepleriyle gerçekleştirdikleri eylemleri 2022 yılının ilk aylarına damgasını vurdu. En son, İstanbul Esenyurt'ta bulunan Migros deposunda çalışan işçiler maaşlarına yapılan yüzde 8'lik zammı kabul etmeyince işten çıkarıldı. Bunun üzerine işçiler, Migros'un sahibi Tuncay Özilhan'ın Beykoz'daki evinin önünde eylem gerçekleştirdi. Eyleme müdahale eden polis, çok sayıda işçiyi ters kelepçe takarak gözaltına aldı. Eylemde gözaltına alınan Migros işçilerinden Gülabi Aksu'nun elleri kelepçeli şekilde gözyaşlarını silmesi Türkiye işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu dramatik bir biçimde ortaya koydu. Eylemin simgesi haline gelen Aksu, eylemlerinin nedenini şöyle açıklıyordu: "Saatlik 4 lira zam istedik. 2020'de 403 milyon lira ciro yapan şirket. Daha önce 4 liraya aldığım süt olmuş 11 TL. Biz kuru ekmek yeriz de ya çocuklar?"
Gülabi Aksu’nun bahsi geçen görüntüleri pek çok insan gibi beni de derinden sarstı. 2010 yılında tamamladığım, hem sendikalı hem de sendikasız market işçilerinin sıradan bir işgünü deneyimlerini merkeze alan araşırmamın ilgili kısımlarını işçilerin çalışma koşullarını görünür kılma ve bu yolla mücadelelerinin haklılığını ortaya koyma umuduyla paylaşmak isterim.[1]
Market Sektörü
1990'lardan bu yana sayıları hızla artan alışveriş merkezleri ve büyük marketler Türkiye'nin ekonomik ve kültürel yaşamında çok önemli bir yer işgal ediyor. Sayılarının dramatik bir biçimde artmasına paralel olarak sektörde istihdam edilen işçilerin emek piyasası içindeki oranı da hızla büyüyor.
Alışveriş merkezlerinin, market zincirlerinin ve tüketim kültürünün gündelik hayatlarımızdaki yeri üzerine birçok araştırma yapılmış olmasına karşın, bu sektördeki işin niteliği, çalışma koşulları ve işçilerin durumu aynı ilgiyi görmüyor. Bu nedenle de müşterileri olduğumuz ve gündelik hayatımızın vazgeçilmezi haline gelen bu mekânlarda çalışan işçiler hakkında çok az şey biliyoruz.
Marketlerin, işçileri ve değişen müşteri profilleri ile sınıfsal farklılıkların çalışma ve tüketim pratikleri üzerinden gündelik hayatta nasıl yeniden kurulduğunu görmek açısından önemli bir bağlam sunduğunu söyleyebiliriz. Marketlerde çalışmayı incelemek; tüketimi, çalışma ve işçiler ile ilişkili olarak ele almayı gerektirir. Üstelik marketin düzenleniş biçimi, pazarlama ve reklam pratiklerinin yanı sıra işçilerin de müşteriler için market markasının bir bileşeni olarak önemli bir işlev gördüğü çok açık (Pettinger, 2004).
Farklı toplumsal konumlardan insanların karşılaşmalarının ve bir aradalıklarının söz konusu olduğu ve tüketim malzemeleri ile dolu bir çalışma alanı olan marketlerde işçilerin toplumsal-sınıfsal farklılıkları ve yeteri kadar tüketebilme olanaklarından “yoksunluğu” daha yoğun bir biçimde duyumsamaları kaçınılmazdır.
Dünyada ve Türkiye’de market sektöründe şirketler arasında ciddi bir rekabet bulunmaktadır. Sektördeki hâkim eğilim “en kısa zamanda en fazla kâr elde etmek” olduğu için sendikalaşma önünde yasal herhangi bir engel bulunmamakla birlikte marketlerde sendikalaşmaya karşı gizli bir savaş yürtülür. Bu da işçiler arasında kısmen bir güvensizlik iklimi yaratır. Özellikle bazı marketlerde, açıkça otoriter ve paternalist bir kültür hâkimdir ve bu nedenle cinsiyet ayrımcılığıyla karşılaşmak rastlantısal değildir.
Üretim sektörüyle karşılaştırıldığında, perakande ve hizmet sektöründe görece daha genç ve eğitim düzeyi yüksek bir emek gücü bulunuyor. İşçi sirkülasyonu da bir hayli yoğun. Market işçisi Nuri’nin[2] sözleri bu açıdan dikkat çekici:
İnanın ki kasiyer arkadaşların çoğunu tanımıyorum. Ve beş yıldır, altı yıldır da buradayım. Hesabını sen yap. [...] Ben sizi bi kere gördüm, ikincide gördüğümde simanızı hatırlarım, de mi? Onları hatırlamıyorum ki ben, çünkü her gün değişiyor kasiyer. Nasıl hatırlayayım? Nerden çıkartayım.
Sermayenin Gözünden Market İşçileri
Market işçilerinin görünmezliği, marketlerin yönetim kadrolarında açıkça yok saymaya ve sömürüye dönüşüyor. Bir dönem Tansaş'ın CEO'luğunu yapmış olan Servet Topaloğlu, Tansaş'ın "markalaşma öyküsü"nü anlattığı Perakendede Diriliği Kaybetmeden İrileşmek adlı kitabında, perakende sektöründe müşteri memnuniyetinin başarı için en kritik faktör olduğunu ifade ederken dahi bu başarıyı üreten işçilerden hiç bahsetmez:
… zira müşteriler alışveriş ettikleri mekânlarda hizmet aldığı perakendecilerden, fiyat ve çeşitlilik gibi rasyonel avantajların dışında duygusal bir yakınlık da beklerler. Rasyonel ve duygusal yakınlığın birlikteliği, markalaşmayı beraberinde getirir (Topaloğlu, 2008: 18).
Burada sözü edilen duygusal yakınlık, işçiler tarafından sunulan ve “duygusal emek” içeren bir hizmet olduğu halde işçilerin esamasi okunmaz. Topaloğlu (2008: 12) başarının sırrını açıklarken şunları da ekliyor: “bir ‘satış makinesi’ kimliğini kazanmak ve hizmetin hızlı ve daha az yakıtla çalışmasını, diğer bir deyişle, hızlı büyümenin azalan maliyetle gerçekleşmesini sağlamak.” Bu noktada, maliyeti düşürmenin en yaygın yolunun düşük ücret ve emek yoğun çalıştırma olduğunu bildiğimiz için bu başarının gizli kahramanların da işçiler olduğuna kuşku yok.
İşçilerinin sendikalı olmadığı küçük ölçekli yerel marketlerde sömürü daha yoğun, çalışma saatleri daha uzun, işçi ücretleri ise daha düşüktür. Ancak, CarrefourSA’da çalışan bir işçinin RED dergisinde yayımlanan bir yazısından, büyük marketlerdeki durumun da işçiler açısından pek iç açıcı olmadığı anlaşılıyor:
İşe ilk girdiğimde nispeten daha iyi şartların sağlanacağını düşünmüştüm. Henüz kurumsallaşmamış yerlere oranla daha iyi bir mağazayla karşılaşmayı bekliyordum. Ancak kurumsallaşmanın bizim değil onların lehine olduğunu anladım. Burada inanılmaz disiplinli bir sistem var ve işçi bu sistemin en önemsiz parçası. Raflardaki ürünler bizden daha değerli. Yapılan en ufak yanlışlıklarda dahi yaptırımla karşılaşıyoruz.
İşçilerin anlatıları, işçiler ile yöneticiler arasındaki ilişkinin onur kırıcı bir biçimde yaşantılandığının, kendilikte ve özsaygıda yaralar açtığının örneklerini sunuyor:
O kadar insan içinde rencide ediliyorsun yani. Tamam, belki suçluyum ama seni düzgünce uyarabilir, bir kenara alıp söyleyebilir. Sonuçta salak değilim, hatamı anlarım. O benim sinirimi bozmuştu. [...] Herkes içinde seni küçük düşürüyordu yani, “kasiyersin” falan gibisinden yani. O zoruma gitmişti (Türkan).
Yeter ise marketin servis şoförü olan iş arkadaşının geçirdiği bir trafik kazası sonucunda firmaya ait arabanın hasar görmesi üzerine işveren tarafından fiziksel şiddete maruz kaldığını anlatıyor:
Düşünsene, oğlan (servis şoförü) kaza yapmış, yani vurmuş, öyle çok büyük bir hasar felan yok. Oğlana öyle bir tokat attı ki, o kadar insanın içinde, marketin içinde düşün bi de. O tokadı vurunca bir kıpkırmızı oldu. Ne gıkı çıkabildi, ne bi şey yapabildi, ekmek ihtiyacı var. O öyle geçti gitti ama ben o kadar kötü oldum [...] Çok üzüldüm. Yani ona yapılan bana da yapılmış oluyor. Yani aynısını bana da yapar. Yaptığı da oluyor yani. Kızlara da tokat atıyordu.[3]
Sepet Sepet Alışverişe Karşı Asgari Ücret
Market işçilerinin bir tüketim alanında çalıştıkları düşünüldüğünde, özellikle yüksek alım gücü olan müşterilerle karşılaştıklarında yeteri kadar tüketebilme olanaklarından “yoksunluğu” yoğun bir biçimde duyumsadıkları görülüyor.
Onur ve saygınlık, insanların normal bir hayat sürmesini olanaklı kılan, yani yoksul olmamayla ilişkili bir şey olarak düşünülebilir. Bauman “üretim toplumu”, “sanayi toplumu” olarak tarif edilen yapıdan “tüketim toplumu” veya “post-endüstriyel” toplum olarak tarif edilen yapılara geçişle ortaya çıkan “yeni yoksullardan” bahsetmektedir. Bauman’a göre yoksulluk, “normal yaşam olarak kabul edilen her şeyden mahrum bırakılmak” demektir (1999: 60). Bir tüketim toplumunda ise normal yaşam, “zevkli duyumlar ile parlak deneyim fırsatlarının görkemli bir gösteri şeklindeki kamusal teşhiri arasında tercihlerini yapmakla meşgul tüketicilerin yaşamıdır” (1999: 60).
Sınıf ilişkilerinin analizine tüketim faktörünün de dâhil edilmesi, market işçileri ile müşteriler arasındaki ilişkiye daha faklı bir boyuttan bakmayı da olanaklı kılmaktadır. Örneğin Elvan hiçbir şey yapmaya vakti ve imkânı olmadığını söyledikten sonra yapmak istediklerini şöyle anlatıyor:
Alışveriş yapmayı çok isterdim, kılık kıyafet, ayakkabı şu bu incik cıncık boncuk, her şeyden almak isterdim. Ben makyaj yaptığım zaman çok mutlu olurum. Mağazaya girip kıyafet aldığım zaman, bi şeyler giydiğim zaman çok mutlu olurum. [...] Bunların hiçbirini yapmıyorum, hepsinden mahrumum, uzağım, çünkü fırsatım olmuyor.[4]
Sevim ise toplumsal konumunu değiştirememenin hisssettirdiği çaresizlikten söz ediyor: “Kendimi cendere gibi kısır bir döngünün içinde... Burada olmamalıydım, ben buraya ait değilim modunda on yılı geçirdim yani...”[5] Benzer duygular, Skeggs'in araştırmasındaki işçi sınıfından kadınlar tarafından da dillendirilmiştir. Skeggs işçi kadınların durumunu şöyle açıklıyor:
Toplumsal ve kültürel konumlarının adil olmadığına dair güçlü duyguları var. Toplumsal konumlarını arzu ettikleri biçimde değiştiremiyorlar. Bunun yerine inkâr etmek, farklı tanıtmak ve farklı gözükmek için üstün gayret sarf ediyorlar. Bunlar dokunaklı tepkiler; sınıf bir hissetme yapısı olarak yaşanıyor. Sınıf hala gizli bir yara (Sennett ve Cobb, 1977). Çok çeşitli yöntemlerle, işçi sınıfı olarak sınıflanandan ayırt edilmek için çabalıyorlar. Böyle yaparak, bedenlerine, giyimlerine, tüketim pratiklerine, boş zaman uğraşlarına ve evlerine yatırım yapıyorlar. Bu yatırımlar orta sınıf olarak anılma yönündeki güçlü arzuyu gösteriyor.
Birçok işçi, görüşmenin başlarında alım gücü yüksek müşterilerin varlığının onları rahatsız etmediğini söylese de, bir müşterinin doldurduğu sepetin aldığı maaşı çokça aştığı durumlarda ne hissettiğini anlatırken sınıfsal farkın açtığı yaraların görünür hale geldiğini söyleyebiliriz:
Ya ne yapıyolar, cumartesi pazar çok kalabalık oluyo, her gün gelen müşterilerimiz oluyo, her gün gelip arabayla dolduran müşterilerimiz oluyo mesela. Hani, diyoruz ki, ne ya her gün her gün ne alışverişi, ne yapıyorlar bu kadar alışverişi diyorum, niye bu kadar alışveriş yapıyorlar, yani para olunca yapılıyormuş demek ki. Ama hiç öyle şey olmadım yani, rencide olmadım yani. Ama tabii yani ben yapamıyorken insanların sepet sepet götürmesi...[6] (Duygu)
On yıldır aynı markette çalışan Sevim de çocuklarına lezzetli ve kaliteli olduğunu bildiği peyniri ve sosisi değil de ucuz olanı alabildiğine içerliyor:
Çok güzel bir peynir ama ben onu alamıyorum, onu alan müşteriye de bir bakıyorum acaba ne iş yapıyor ki, o parayı bir peynire verirken... Ben de isterim ki, o peynirden alıyım, benim de çocuklarım da onu yesinler.[7]
Sevim’in çocuğuna kaliteli bir peynir alamadığına içerlemesi, işçilerin gizli yaralarının, sadece satın alma gücü olan müşterilerle karşılaşmalarında ortaya çıkan bir durum olarak kalmadığını, çocuklarına karşı duydukları yetersizlik ve suçluluk hissiyle de açığa çıktığını gösteriyor. Gülcan da sıradan bir işgünlerinin kendileri ile yüklü alışveriş yapan müşteriler arasındaki farkı deneyimlemesine yol açtığını anlatıyor:
Ne hissedicem, hayranlıkla izliyorum. Bir gün gelir biz de böyle yapar mıyız acaba? [...] Mesela, ben, işte maaş alınca şunu alıcam, maaş alınca bunu alıcam. Maaş alıyodum, hiç para kalmıyodu. Hiçbi’ şey alamıyodum, elime bi’ şey geçmiyordu. İnsan haliyle üzülüyor. Başkaları gibi değiliz biz.[8]
Bu anlatılarda da görüldüğü gibi, işçiler, müşterilerin yaptığı alışverişin tutarı ile kendilerinin aldığı asgari ücreti sürekli karşılaştırıyorlar. Bu yolla da sınıfsal farkın onlarda açtığı yara çok daha görünür hale geliyor.
Büyüleyici Bir Mit: Müşteri Hükümranlığı
Kapitalist bir toplumda işçi sınıfının maddi koşullarının işçi sınıfından insanların kendilik değerinin altını kazıdığı ileri sürülebilir (Rubin, 1976; Sennett and Cobb, 1972). Sennett’ın (1972: 1970) deyişiyle, sınıf toplumu, insanlarda başkalarının ve kendilerinin gözünde sağlam bir onura ve saygınlığa sahip olma hissini kaybettirir (akt. Erdoğan, 2002). Erdoğan’ın (2002) yoksullar bağlamında söylediklerine benzer bir biçimde, bunun işçiler açısından en çarpıcı sonucu, “-onurunun kırılması veya gururun incinmesi değilse bile- onurunu kaybetme korkusu ve onurunu koruma vurgusu dolayısıyla özsaygının dert edilmesidir”. Görüşme yapılan işçilerin anlatılarında da markette çalışmanın güçlüklerinin bedensel yorgunluğun ötesinde işçiler ile müşteriler arasında kurulan ilişkinin onur kırıcı ve aşağılayıcı bir biçimde yaşanmasından kaynaklandığına ilişkin ifadelere çokça tanık oluyoruz. Bu ilişki işçilerin kendilik algılarında duygusal-sembolik şiddet yaratabiliyor. Sorun sadece işin “stresli”, “ağır” ve “zor” olarak adlandırdıkları koşullarına karşılık asgari ücret almaları değildir; özsaygılarına yönelen bir tehditle de karşı karşıyadırlar.
Müşterilerin hizmet işçileri ile etkileşimlerinde giderek daha fazla hizmet kalitesi aramaları ve sektördeki yoğun rekabet, müşteri memnuniyetini ve müşterilerin taleplerini yerine getirmeyi firmaların yönetim prensiplerinin odak noktası haline getiriyor. Korczynski (2003: 57), buna bağlı olarak hizmet üreten firmalarda, yönetimin, müşterilerin hizmet etkileşimini, kendilerinin hükümran olduğu büyüleyici bir mit olarak deneyimlemelerini amaçladığını iddia eder. Diğer taraftan tüketim kırılgan bir süreçtir ve müşteri bir noktada hayal kırıklığına uğrayarak bu hükümranlıktan yoksun olduğunu çarpıcı bir şekilde fark eder. Hükümranlık büyüsü hayal kırıklığına dönüştüğünde ise müşteri öfkeli tepki verebilir. Ön saf hizmet işçileri (özellikle kasiyerler) bu öfkeyle en çok karşılaşanlardır. Burada, kötü muamele hizmet ilişkisinin sistematik bir parçasına dönüşür.
Bu noktada, kızgın ve kötü muamele eden müşterilerin, hizmet sektörü işçileri için sistematik bir acı kaynağı olduğu unutulmamalıdır:
Hegemonik söylemin etkisinden oldukça farklı olarak, işçi-müşteri ilişkisinin asimetrik doğasının bu patolojileri yarattığı bir gerçektir. Bir mağaza çalışanına kaba davranmak müşterinin geçimini tehdit etmezken, aynı şekilde tepki vermek ya da hürmetkâr olmayı reddetmek çalışanın geçimini tehdit eder, özellikle de güvencesiz istihdam ediliyorsa. Ancak hegemonik söylem bizi müşteriler olarak işçiden taleplerde bulunmaya teşvik ederken, aynı zamanda sebep olduğumuz stres ve onur kaybını düşünmekten böylelikle alıkoyar. Bu, bazı kişileri müşteri hükümranlığını şiddet yoluyla ifade etmeye yeterince cesaretlendiren bir ortamın yaratılmasında da rol oynar" (Fleetwood, 1994: 8).
Fleetwood'un (1994) ortaya koyduğu gibi, müşterinin hükümranlığı miti ve müşteri odaklı firma "müşteri her zaman haklıdır" mottosunun hâkim olduğu bir atmosfer yaratır ve işçiyi müşteri-market işçisi ilişkisinde itaate zorlar. Bu yolla, işçi onurunu ve özsaygısını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır, aşağılanır ve bütün bunlara katlanması beklenir. Dolayısıya da istismar, market işçiliğinin zorunlu bir parçası haline gelir çünkü Sennett ve Cobb'un (1993: 54) da işaret ettiği gibi, "güçlünün zayıf üzerindeki tahakkümünü sürdürmesi yalnızca bunu yapabilmesinden değil, aynı zamanda bunu yapma hakkı olduğunu hissetmesindendir de."
Yasin ona hakaret eden müşterilere karşılık verememe sebebini açıklarken tam da bunun altını çiziyor: "Sana ağzına geleni sayıyo, seni mağaza içinde rezil ediyo, sen hiçbi’ şey sölemiyosun. Karşılık versen sen n’olursun? Karşılık verdin işte sen, hiçbi’ şekilde kendini aklayamazsın. Çünkü hepsi zengin insanlar. İstese seni ânında götürür." Devamında, bu müşterilerin tutumunun başkaları tarafından da hoş karşılanmadığını, o müşteriler hakkında "koskoca adam, bi gariban kasiyere bağırdı çağırdı, ne kadar terbiyesizmiş, ne kadar karaktersizmiş" diye düşüneceklerini söylemesi de ayrıca manidar: Müşterinin "koskoca", işçinin ise "gariban" olarak resmedilmesine sebep, müşteri-market işçisi ilişkisinin, müşterinin hükümranlık sürdüğü hiyerarşik bir karaktere sahip olmasıdır.
Kendilik ile toplumsal sınıf arasında kurulan bağın genelde onur kırıcı bir biçimde yaşandığı, kendilikte ve özsaygıda yaralar açtığı birçok işçinin anlatısında görülüyor. Örneğin, Metin'e göre, "market işçileri hep ezilen bir işçi ve değeri olmayan bir işçi".
Kasiyer Fatoş'un söylediklerinde de müşterilerle yaşanan tatsız olayların onları incittiğini çünkü yaptıkları iş dolayımıyla “aşağılandıklarını”, “küçümsendiklerini” düşündüklerini görürüz:
Ya bazen o kadar kötü hissediyorsun ki, yani dünyanın en kötü işini yaptığını hissediyorsun. Zaten ben öyle olduğunu düşünüyorum kasiyerliğin. Eminim yani, çok mecbur kalınmadıkça yapılacak bir iş değil. Çekilecek bir kahır değil yani.
Leidner (1993) interaktif hizmet işinin rutinleşmesinin "bireyselliği, otantikliği ve kimliği gündelik kaygılar haline getirdiğini" öne sürüyor (akt. Wharton, 1996: 179). Özel olarak, etkileşimleri işverenleri tarafından yazılı hale getirildiğinde, işçiler "kendilik duyguları ile işlerinin onlara yüklediği kimlikleri" arasında bir kopukluk yaşayabilirler ve böylelikle bu uyuşmazlığı uzlaştırma yolları aramak zorunda kalabilirler (akt. Wharton, 1996: 182). “Duygusal emek kullanma” (Hochschild, 1983), bu nedenle, işçilerin sıklıkla kullanığı bir taktiktir. Bu taktik kendi duygularını kontrol etmeyi, işyerinde kabul gören duyguları açığa çıkarmayı, kabul görmeyenleri bastırmayı içerir. Öfke, sıkıntı, üzüntü gibi duygular mutluluk, ilgi, empati, heyecan gibi duygularla maskelenir. Gülümseyerek, nezaket göstererek ve onaylayıcı bir biçimde kafa sallayarak öfkeli müşteri davranışlarından kendilerini korurlar. Bu taktiğin görüşme yaptığımız işçiler tarafından da çok kullanıldığını Ayten'in aktardıklarından anlayabiliriz:
Ses çıkaramıyoz ki zaten, hepimiz susmak zorunda kalıyoz, tamam diyoz, haklısın, müşteriyi yumuşatıyoz, gönderiyoz, haksız da olsa haklısın diyoz.[9]
Ne olursa olsun güleryüzlü olmaları ve müşterilerle asla tartışmamaları beklenen işçiler bunun her zaman mümkün olmadığını da gayet iyi biliyorlar:
O nasıl olcak ki! Yani bir gün bir müşteri geliyor öyle bir şey yapıyor ki, bırak o gün, o hafta gülemiyorsun! İşte o benim anlattığım olay işte. Müşteri gelip sana “sen benim paramla buradasın, çalışmak zorundasın, işini doğru yap” dediği zaman kötü hissediyorsun. Sürekli olarak ister istemez… Mesela kendi sorunların da oluyor, onları da yansıtıyorsun. Ya yansıtıyorsun, insanız ya sonuçta! Bize hep şey denirdi mesela, “kapıdan girerken bırakacaksın, çıkarken alıp gideceksin”. O olmaz ki! Mümkün değil yani, ben buna inanmıyorum.[10]
Nurcan da benzer bir yerden çalıştıkları firma tarafından verilen ve çoğunlukla müşterilere karşı cana yakın ve güler yüzlü olmalarını öğütleyen eğitim programlarının işe yaradığını düşünmediğini söylüyor, çünkü:
Bunun için de eğitim değil koşulların iyi olursa güler yüzlü oluyorsun. Atıyorum, biz kasada çalıştığımız zaman yemeğe gidemiyorduk veya molaya gidemiyorduk. Atıyorum, tuvalete gideceğimiz zaman müdür yardımcısından izin istiyorduk tuvalete gidelim diye. Sonuçta bi insanı o kadar saat kasada bağlarsan nasıl güler yüzlü olur ya da güler yüzlü olursa ne kadar gerçekçi olur. Öyle yani, hani eğitimin çok fazla bi şeyi olmuyor, eğitim veriyorlar ama çok fazla etkisi olmuyordu eğitimin.[11]
Sonuç Yerine
Türkiye'de özellikle büyük şehirlerde gündelik hayatın önemli bileşenleri haline gelen marketler, genel istihdam oranındaki artan payları ile birlikte ülke ekonomisi açısından da önem kazanmışlardır. Ne var ki, buna rağmen, market işçilerinin çalışma koşulları, müşterilerle ve yöneticileriyle ilişkilerinde karşılaştıkları sorunlar hakkında pek az şey biliyoruz.
Marketler, sınıf içi katmanlaşmanın yoğun olduğu, işçilerin emek yoğun ve büyük oranda güvencesiz çalıştırıldığı, sendikal örgütlülüğün düşük, işçi sürkülasyonunun fazla olduğu çalışma alanlarıdır. Bu da beraberinde işçiler arasında dayanışma ve güvene bağlı bir ilişkinin kurulmasına engel oluşturuyor. Bütün bunlara bağlı olarak da işçilerin işsiz kalma tehdidini yoğun bir biçimde duyumsamalarına yol açıyor. İşçilerinin sendikalı olmamasına bağlı olarak küçük ölçekli yerel marketlerde sömürü daha yoğun, çalışma saatleri daha uzun, işçi ücretleri daha düşüktür.
Yapılan görüşmelerde, müşterilerin sergilediği tutum ve davranışların işçilerin çalışma koşullarının çok önemli birer parçası olduğu görülüyor. Kendilik ile toplumsal sınıf arasındaki bağ sık sık vurgulanıyor, bu bağın genelde onur kırıcı bir biçimde yaşandığı, kendilikte ve özsaygıda yaralar açtığı birçok işçi tarafından da dillendiriliyor. Alışverişin son durağında, bütün müşterilerin ödeme yapmak için kasiyerle etkileşime girdiği düşünüldüğünde, kasiyerlerin diğer işçilerden farklı olarak müşterilerin yol açtığı zor durumlarla daha fazla karşı karşıya kaldıkları söylenebilir. Bunun en çarpıcı anlatımını Yonca'nın sözlerinde buluyoruz: “Kasa bölümleri genelde Nazi kampıdır.”[12] Üstelik kasa bölümlerini Nazi kampına çeviren asıl olarak müşterilerle doğrudan iletişim halinde olmanın getirdiği psikolojik yüktür ve bu serzeniş, neredeyse görüşme yaptığım bütün işçiler tarafından dillendirildi.
Migros depo işçisi Gülabi Aksu'nun ücret artışı talebiyle katıldığı eylemde ters kelepçe takılarak gözaltına alınışı ve polis otosunda döktüğü gözyaşları; sermaye, emek sömürüsü ve müşteri hükümranlığı sarmalındaki market işçilerinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve ücret artışı yönündeki haklı taleplerine rağmen maruz kaldıkları aşağılayıcı, onur kırıcı muameleye bir tepki olarak düşünülmelidir.
Kaynaklar
Bauman, Z. (1999). Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar. İstanbul: Sarmal.
Erdoğan, N. (2002). Yoksulluk Halleri. İstanbul: Demokrasi Kitaplığı.
Fleetwood, S. (1994). “Workers And Their Alter Egos As Consumers”. Capital & Class, s. 31-47.
Hochschild, A. (1983). The Managed Heart: Commercialization of Human Feeling. Berkeley: University of California Press
Korczynski, M. (2003). “Communities of Coping: Collective Emotional Labour in Service Work”, Organization, 10(1), s. 55-79.
Leidner, R. (1993). Fast Food, Fast Talk: Service Work and the Routinization of Everyday Life. USA: University of California Press.
Pettinger, L. (2004). “Brand Culture and Branded Workers: Service Work and Aesthetic Labour in Fashion Retail”, Consumption, Markets and Culture, 7(2), s. 165–184.
RED (2007). "Sepeti dolduruyorsunuz ya…", sayı 12, s. 23.
Sennett, R. ve Cobb, J. (1993). The Hidden Injuries Of Class. New York: W.W. Norton & Company.
Topaloğlu, S. (2008). Perakendede Diriliği Kaybetmeden İrileşmek. İstanbul: Hayat Yayıncılık.
[1] Türkiye’de Market İşçilerin Sınıfsal Farklılıkları Deneyimleme Biçimleri (2010) konulu yüksek lisans tezim için Ankara'daki çeşitli marketlerde çalışan otuz yedi market işçisi ile görüşmeler gerçekleştirdim. Görüşme yaptığım işçiler, yönetim kadrolarında çalışmayan ve işi gereği müşterilerle sürekli temas halinde olan kasiyer ve reyon görevlileridir (rafları düzenleyenler, kasap, şarküteri, manav bölümü çalışanları). Sekiz ayrı markaya ait 12 farklı mağazada çalışmaktadırlar. Bu markalardan bazıları aynı sermaye grubuna aittir. Mağazaların dördü hipermarket, diğerleri ise süpermarkettir. Üç tanesi sadece yerel düzeyde faaliyet göstermektedir. Görüşme yapılan işçilerin on dokuzu kadın, on sekizi erkektir. Ayrıca kadın kasiyerlerden oluşan bir odak grup görüşmesi de mevcuttur. İşçilerden sendika üyesi olanların sayısı on beş (Tez-Koop-İş Sendikası), sendika üyesi olmayanların sayısı yirmi ikidir.
[2] Gizliliğin korunması amacıyla işçilerin adları değiştirilmiştir.
[3] Gülcan, Ankara, 2008.
[4] Elvan, Ankara, 2008.
[5] Sevim, Ankara, 2007.
[6] Duygu, Ankara, 2007.
[7] Sevim, Ankara, 2008.
[8] Gülcan, Ankara, 2008.
[9] Ayten, Ankara, 2007.
[10] Fatoş, Ankara, 2008.
[11] Nurcan, Ankara, 2008.
[12] Yonca, Ankara, 2007.