“İşçi Sınıfının Siyasette Söz Söyleyebilmesinin ve İlk Etapta Burjuva Demokrasisinin Yeniden Tesisinin Ön Koşulu Faburjuvaziye Dönük Bir Siyasi Hücumun Gelişmesidir”
Utku Balaban ile Söyleşi

Utku Balaban’la 8 Temmuz 2022’de uzun bir söyleşi yapmış ve bunu Birikim’in Güncel sayfasında yayımlamıştık. Doğrudan seçim gündemine odaklı bir söyleşi değildi ama ana teması yoksulluğun popülerleşmesi, daha doğru bir ifadeyle yoksulluğun muhalif siyasi partilerin ve kesimlerin dilindeki politikleşme biçimleriydi. Utku Balaban’la bu kez, o söyleşide altını çizdiği sınıfsal kompozisyonun, AKP’nin nasıl bir toplumsal formasyon içerisinde iş gördüğünün ve işçi sınıfının krizle kurduğu ilişkinin bugünkü manzara açısından nereye oturduğunu konuştuk.

***

 

Çok kestirmeden sorarak başlayayım: Sizinle söyleşi yaptığımız günlerde “tencere iktidarı götürür” kanaati baskındı. Bugün ise, elbette ilk turdaki sonuçlara bağlı olarak, “tencere iktidarı götürmeye yetmez” yorumları revaçta. Tencere iktidarı götürmeye yetmiyor mu hakikaten: Ya da sizin argümanlarınız üzerinden sormak gerekirse, kriz alt sınıfları değil de küçük burjuvazinin “büyük” kesimlerini mi vurdu?

Tek cümleyle: Tencere bu iktidarı götürmüyor, aksine tahkim ediyor.

Bir kavramsal netleştirmeyle cevabı detaylandıralım isterseniz. Öncelikle “alt sınıf” tabirinden kaçınmaya çalışalım: “İşçi sınıfı” diyelim. Bu dünyayı işçiler üretiyor. Burjuvazi gibi, siz biz asalak sınıfların mensubuyuz. Küçük burjuvazinin bahsettiğiniz “büyük” kesimi de değer üretimine (belki) katkı sunsalar bile özü itibarıyla imtiyazlarını işçi sınıfının ürettiği artıktan aldıkları paya borçlular. Bu mülakatın muhatabı ve okurlarının çoğunluğu da bu asalak sınıfın mensubu.

Bu netleştirmeyi sizinkine benzer bir kestirmeyle de somutlayayım: Okuru kendi konumunu sorgulamaya davet ediyorum. Sınıf çıkarları siyasi görüşlerini şekillendiriyor olabilir ve neticede takındıkları tutum işçi sınıfının sömürüsüne katkı sunuyor olabilir. Belki de düşündüklerinin aksine bu öykünün “iyi karakteri” olmayabilirler.

Dolayısıyla, öncelikle küçük burjuvazi ve işçi sınıfı arasında kati bir kavramsal çizgi çizmek gerekir. Bu iki sınıf arasında bir çıkar çatışması var. Sosyalistlerin siyasetteki belirleyiciliği zayıf ve somut bir sosyalizm stratejisi yok. Bu durumda siyaset küçük burjuvazi ve biraz sonra bahsedeceğim (merkezinde ihracatçı sınai KOBİ sahiplerinin olduğu) bir ikinci sınıfın işçi sınıfının ürettiği değerden pay alma çekişmesinin mecrası haline gelmiş durumda. Bu nedenle işçi sınıfının küçük burjuvaziyle ilişkisi önem arz eden bir mesele.

İşçi sınıfının ekseriyeti bu çekişmeden şu veya bu şekilde haberdar ve küçük burjuvaziye güvenmiyor. Bu güvensizlik birkaç yıldır belirginleşen iktisadi küçülmenin siyasi etkilerini belirleyen temel unsurlardan biri.

Bu bağlamda soruya dönersek, elbette kriz öncelikle küçük burjuvaziyi değil, işçi sınıfını vurdu. Birkaç sene öncesine kadar kirasını, ev borcunu ödeyebilen, senede birkaç sefer mangal yapabilen ve hatta çocuğunu evlendirebilen işçi sınıfı bir aile şimdi hanesinden bir kişiyi daha kapitalist sömürüye kurban etmezse açlıkla, evsizlikle imtihan ediliyor.

Öte taraftan, mevcut yoksullaşma süreci çeyrek asırlık İslâmcı iktidar boyunca belki ilk kez bu seçimlerden önce küçük burjuvaziyi de rahatsız etti. Bu sınıf, rahatsızlığını, işçi sınıfını “yedeğine alarak” aşmaya çabaladı: Küçük burjuvaziye göre kendi sorunu ülkenin sorunudur. Küçük burjuvazinin sorunu yoksa ülkenin de sorunu yoktur.

Bu körlük nedeniyle küçük burjuvazi kendi ürettiği içeriksiz ve tepedenci yoksulluk söylemlerine inanmaya başladı ve bu söylemlerin işçi sınıfını muhalif partileri desteklemeye teşvik edeceği hülyasına kapıldı. İşçi sınıfına bir sınıf olarak seslenmedi, işçi sınıfını siyaseten mobilize edilmesi gereken bir “kitle” olarak gördü.

Bu koşullar altında yaşamsal derdi “tencere” olanlar eve bir ek maaş giriyorsa ve hatta sadece o maaşın eve girme ihtimali varsa bile, bu (halihazırda berbat) durumu kimin devam ettirebileceğine inanıyorsa siyaseten onu destekliyor.

Başa dönersek, bu nedenle tencere bu iktidarı götürmüyor, aksine tahkim ediyor.

Küçük burjuvazi açısından çok ciddi ve uzun soluklu bir toplumsal narsisizm vakası ile karşı karşıyayız. Bu narsisizm işçi sınıfını İslâmcıların kucağına itiyor. Artık birilerinin bunu dillendirmesi gerekiyor.

Siz düşen maaşlarla birlikte bir “istihdam” olanağına (sigortalı istihdam veya merdivenaltı sektörler) dikkat çektiniz hep. Bunun bugünkü siyasi sonuçlarla birlikte değerlendirmek gerekirse, etkili olduğunu görebiliyor muyuz?

Önceki mülakatımızdan sonra uzun erimli veriye baktım. Sadeleştirilmiş ve anlaşılır kılınmış veriyi de seçimden hemen önce (MERIP vasıtasıyla) sosyal medyada paylaştım.

Grafikte de görüleceği üzere, iktidarlarının başından itibaren İslâmcıların oy oranlarıyla istihdam arasında bir örtüşme var. Öte taraftan son üç yılda istihdamda bir patlama var ve her türden soruna rağmen Erdoğan’ın oyu 2018’e göre sadece yüzde üç azaldı. Seçim sonucu, istihdamdaki genişlemenin İslâmcılara yarayacağına ilişkin bir yıl önceki öngörümü doğruladı.

Öte taraftan, kabaca bildiğim İstanbul’da da benzer bir eğilim görüyoruz. 2018’le kıyaslandığında Erdoğan’ın Bağcılar, Zeytinburnu, Sultangazi, Güngören, Sultanbeyli gibi işçi sınıfı ilçelerinde kayıpları kent genelinden düşük. Esenler, Bayrampaşa ve Tuzla’yı dışarıda bırakırsak, oy kayıplarının kent genelinden daha yüksek olduğu ilçeler küçük burjuvazinin “kaleleri” olan ve Erdoğan’ın oy oranlarının zaten düşük olduğu Kadıköy, Beşiktaş ve Çekmeköy gibi ilçeler. Daha hızlı sanayileşen (ve istihdamın muhtemelen daha büyük bir ivmeyle büyüdüğü) taşra kentlerinde İslâmcıların oy kaybının ülke genelinden daha düşük olduğunu da vurgulamalıyım.

İleride bunlara daha detaylı bakılır elbette fakat sorunuza geri dönersek, evet, düşük ücret-geniş istihdam politikası, ki ben buna “sürdürülebilir küçülme” diyorum, işçi sınıfı mahallelerinde AKP ve Erdoğan’ın tabanındaki daralmayı yavaşlatmış diyebiliriz.

Erdoğan’ın ücretleri düşürmek ve yoksullaşmayı tetikleme pahasına da olsa istihdamı genişletme stratejisi işe yaradı. Bu strateji küçük burjuvazinin sandıkta tuzla buz olacaklarına inandığı İslâmcılara meclis çoğunluğunu kazandırdı ve hatta önümüzdeki hafta cumhurbaşkanlığını da kazandırabilir.

Krizin işçi sınıfı nezdinde kabul edilebilir bir seçenek olarak görülmesini ve krizin sorumluluğunun egemen bloka mal edilmemesini neye bağlamak gerekir?

Şu eksikliğe: İşçi sınıfı, önünde pasif bir seçmen olma dışında bir rol ve seçenek görmüyor çünkü ülkemizde olgulardan hareket eden, yanlışlanabilir önermeler üreten ve tutarlı bir kuramdan yola çıkan bir sınıf siyaseti yok.

Bahsettiğim türde bir kuramı 2013 yılında Praksis dergisinde “Faburjuvazi ve İktidar” başlıklı makalemin yayımlanmasından itibaren (ki makalenin dijital bakısı halen kamuya kapalı) geliştirmeye çalışıyor ve dillendiriyorum. Bir sene önce istihdamdaki genişlemenin İslâmcılara yarayacağına ilişkin öngörüm gibi konjonktürel gelişmelere ilişkin paylaştığım kanı ve yorumlar bu kuramdan besleniyor. Yani bu kanı ve yorumların kaynağı rastgele seçilmiş ampirik veri değil. Tam tersine, kuram nereye bakmam gerektiği konusunda bana eksiği gediğiyle yol gösteriyor. Kuramın genelgeçer yargılardan ziyade, yanlışlanabilir önermeler ürettiğine inanıyorum. Bu nedenle bu kuramın dikkate alınması için çaba gösteriyorum.

Bu tür bir kuramdan beslenen bir sınıf hareketinin yokluğunda, işçi sınıfının siyasi tercihlerini karnını doyurma, barınma ve çocuğunu evlendirme olarak özetleyebileceğimiz üç temel motivasyon (veya endişe) şekillendiriyor. Sınıf siyasetine katkıda bulunmayanlar işçi sınıfını bu tercihlerinden dolayı eleştiremez veya suçlayamaz, yani yeni tabirle “sınıfçılık” yapamaz. Bu tür bir tutum hiçbir temel ahlâk ilkesiyle bağdaşmaz.

Bu yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak, AKP’nin temel müttefiklerinden biri olarak gördüğünüz ihracata dayalı üretim yapan KOBİ’lerin krize tepkisi nasıl bir seyir izlemiş görünüyor?

İslâmcıların en önemli müttefiki KOBİ sahipleridir. Nokta…

İslâmcılığın seyrine ilişkin hâkim anlatılar bu olgunun üstünü örtüyor. Açmak gerekirse, (kendi döneminin küçük burjuva solcularına alternatif bir yaklaşım sunmaya çalışan fakat neticede absürt sonuçlara ulaşan) İdris Küçükömer’inki veya (diğer her etmen bir yana, siyasi parti üyeliklerine bile baktığımızda sınıf siyaseti bağlamındaki konumunu teşhis edebildiğimiz) Şerif Mardin’inki gibi sorunlu okumalar olgunun önemsiz taraflarını tarif edip önemli taraflarını görünmez kılarak meseleyi tahrif etmekten başka bir işe yaramadı.

Bu okumalar büyük bir siyasi tahribata yol açtı. Bu okumaların neden bu denli popüler olduğu sorusunun cevabını ise burada detaylandıramam fakat en azından, akla gelebilecek neredeyse her unsura dokunulmasına rağmen İslâmcılara müttefik sınıfın sadece “Müslüman burjuvazi”, “Anadolu sermayesi” gibi tamlamalarla kavramsallaştırılmış olmasını garip karşıladığımı ve bu kavramların tartışmasız kabulünün de yine küçük burjuvazinin düşünsel hegemonyasını devam ettirme çabasının bir uzantısı olabileceğini vurgulayabilirim.

Öte taraftan, neyse ki, bu son on yıldaki siyasi gelişmeler bu tür anlatıların mesnetsizliğini ziyadesiyle ortaya koydu. Bu nedenle birçokları kuramsal alternatiflere kulak kabartıyor. Herhalde bu mülakatı bu nedenle yapıyoruz.

Konuya geri dönersek, Erbakan/İskenderpaşa Cemaati’nin siyasete girme kararından beri İslâmcılık birçok dönüşüm geçirdi. 1990’larda kalkınmacılık fikrini başarıyla bünyesinden tasfiye ederek ihraç-temelli büyüme stratejisini şevkle benimsedi. Diğer yandan son yarım asırdır İslâmcıların taviz vermediği tek bir konu var ki bu ne başörtüsü meselesi ne laiklik, ne de şeriat.

Bu konu sermayenin gayri temerküzüdür, ya da eski bir popüler tabirle “sermayenin tabana yayılması”. İslâmcılığın tanımlayıcı unsuru kültürel değil, ekonomi politiktir. Erbakan’ın düşünsel önderliği altında İslâmcılar küçük üreticilerin bir toplumsal sınıfın nüvesini oluşturduğunu ve bu sınıfın siyasi temsil ihtiyacını kavradı. Bu saptamadan yola çıkarak, kendi hareketlerini özellikle parti siyasetinde bu önemli boşluğu doldurmak üzere tasarladılar. Kültürel ve sembolik öğeler de dahil olmak üzere İslâmcılığın bütününü bu üreticilerin çıkarlarına hizmet edecek biçimde şekillendirdiler. Bu yönüyle İslâmcılık Türkiye’de hitap ettiği sınıfı en net tanımlamış akımdır.

Bu nedenle, İslâmcılığın gelişimi ve İslâmcıların siyasi stratejilerini ancak ve ancak Marksist perspektifle anlayabiliriz.

Öte taraftan bu KOBİ sahipleri “Müslüman burjuvazi”, “Anadolu sermayesi” vs. ile sınırlı değildir. Evet, bu müteşebbisler içinde İslâmcılığa gönülden bağlı büyük bir kesim vardır fakat ne bu sınıf İslâmcılığa indirgenebilir ne de İslâmcılık bu sınıfa. Bu müteşebbisler sermayenin dolaşımı sürecinden kökenlenen bir toplumsal sınıfın ana bileşenidir. İslâmcılıkla ilişkileri “özsel”, “ontolojik” veya “kültürel” bir nedenden kaynaklanmaz. Uzun bir geçmişi vardır fakat yine de bir ittifak ilişkisidir.

Tüm bunları bir taraftan KOBİ sahiplerinin sınıfsal çıkarlarının AKP’nin genel stratejisi üzerindeki etkisini vurgulamak, öte taraftan da “KOBİ sahipleri=AKP” gibi bir denklemden bahsetmediğimin altını çizmek için söylüyorum.

Şimdi sorunuza geleyim.

Erdoğan’ın “sürdürülebilir küçülme” stratejisi sadece kendisi için değil, aslında hitap ettiği KOBİ sahipleri için de riskler ve belirsizlikler getirdi. Özellikle bu stratejinin başat öğesi olan “düşük faiz” uygulamasına bakalım.

Başa dönersek İslâmcılar 1970’lerden beri “faize karşı” olduklarını söylediler. İslâmcılardan “sosyalist” çıkarmaya hevesli küçük burjuva düşünürlerin anlattıkları öyküleri bir tarafa bırakırsak, bu söylemden kasıt, elbette, “faizsiz bir ekonomi” değildi.

Her ne kadar tumturaklı ifadelere gizlenmiş olsa da İslâmcıların vaadi yalındı: KOBİ sahiplerine ucuz kredi. Milli Nizam Partisi’nin Kuruluş Beyannamesi’nden beri her İslâmcı parti metninde ortak olan herhalde tek öğe budur. Erdoğan da özellikle son yıllarda kendisi için iki açıdan kazançlı olan bu çizgiyi takip etti: Düşük faiz politikasıyla KOBİ sahipleri ucuz krediye erişebilecek ve bu politikanın yol açtığı ücret erimesiyle istihdam hacmi genişleyecekti.

Bu stratejinin bedeli ise uzun yıllardır bugünler için korunan kamu mali disiplinindeki gevşeme oldu. AKP döneminin ayırt edici özelliklerinden biri, özel borç stokunun kamu borç stokuna oranının büyümesidir. Mali disiplindeki gevşemeyle gündeme istikrarsız bir kur tablosu ve yurtdışında sıcak para arayan siyasetçiler gelmeye başladı. Her ne kadar İslâmcıların genel stratejisinden memnun olsalar da birçok KOBİ sahibi küçülmenin sürdürülebilirliğine ilişkin endişe duymaya başladı.

İşte “Millet İttifakı” bu “endişeli KOBİ sahiplerinin” desteğiyle ortaya çıktı. Bildiğimiz üzere, bu ittifakın kazanabilme ihtimalini gerçekçi kılan ilk ve herhalde en önemli gelişme İYİ Parti’nin (İYİP) 2017’de kurulması ve hızla oy oranını yüzde 10 seviyesine çıkarmasıydı ki, tekrar etmek gerekirse, bu yıllar “sürdürülebilir küçülmenin” bir kısım KOBİ sahibinde endişe yarattığı döneme tekabül eder.

Dolayısıyla CHP ve İYİP ittifakı aslında narsisizmden beslenen bir iştah ve hırçınlıkla hareket eden küçük burjuvazi ile İslâmcılardan konjonktürel nedenlerle uzaklaşan bir kısım KOBİ sahibi arasındaki utangaç bir “çıkar evliliğinden” başka bir şey değildi.

Bu birliktelik muhalefet için beklenen sonucu vermedi çünkü İslâmcıların genel stratejisi KOBİ sahipleri için (riskler barındırsa bile) zaten müspet ve istenir sonucu ziyadesiyle veriyordu. CHP içindeki (aslında sesi gür bir azınlık olan) küçük burjuvalar ise partiyi tahakkümleri altında tutabilmek için (zaten partide bir hayli etkin olan) KOBİ sahiplerine daha da fazla yer vermektense KOBİ sahiplerinin desteğini alma işini İYİP’e havale ettiler.

Millet İttifakı’nın büyük oranda İYİP’çe şekillendirilen seçim vaatlerinin de gösterdiği üzere, seçim kampanyasının merkezinde yine KOBİ sahiplerinin desteği için süregiden yarış vardı. Dolayısıyla, bahsettiğim aktörler arasındaki ilişki açısından seçimin neticesi radikal bir dönüşüm ihtimalini barındırmıyordu.

Fakat riskler yine de önemliydi. Neticede KOBİ sahiplerinin karşılaştıkları tablo şu idi: Bir tarafta kendi desteğini alabilmek için sürdürülebilir küçülme gibi riskli bir strateji izleyen Cumhur İttifakı, öte taraftan içinde küçük burjuva temsiliyeti yüksek CHP’yi barındırdığı için kendisi riskli olan Millet İttifakı…

Bu tablo karşısında KOBİ sahiplerinin ekseriyeti İYİP’i bir “yeni AKP” olarak görmediler ve İslâmcılarla ittifaklarını perçinlediler. İslâmcılara nazaran inandırıcı bir alternatif sunamayan İYİP’in KOBİ sahipleri arasındaki desteği sınırlı kaldı ve oy oranını büyütemedi. Özetle KOBİ sahiplerinin Erdoğan’ın riskli stratejisine verdiği ikili tepki bu seçimin “heyecanlı” geçmesini sağladı fakat dengeleri değiştirmedi. Seçim sonrasında İYİP’in gidişatını burada sunulan argümanların sağlamasını yapmak ya da yanlışlamak için dikkatle izlemek gerekir.

Son olarak, yine sizin tabirinizle “faburjuvazi” denilen toplumsal sınıfın Türkiye siyasetinde oynadığı önemli rolü nasıl tarif edebiliriz ve işçi sınıfının (veya işçilerin) bu sınıfla ilişkisinin kısa vadede bize söyleyebileceği neler olabilir?

Faburjuvazi, ihracatçı imalat KOBİ sahiplerinin çekirdeğini, bu kesimin ülkeye getirdiği dövizden nemalanan ve özellikle işçi sınıfı mahallelerinde faaliyet gösteren esnaf, bina sahipleri ve küçük müteahhitlerin dış halkasını oluşturduğu bir toplumsal sınıf. Faburjuva, müteşebbistir fakat burjuva değildir. İşçileriyle benzer kültürel kodlara sahiptir fakat işçi değildir. Gelir seviyesi küçük burjuvazininkine yakındır fakat küçük burjuva değildir.

Faburjuvaziyi müstakil bir toplumsal sınıf yapan unsur küresel sermaye birikiminde oynadığı işlev ve bu işlevi ifa edebilmek için ülke siyasetinde geliştirdiği kolektif tutum. Dolayısıyla ne sadece Türkiye’ye ne de Müslüman ağırlıklı ülkelere mahsustur. Benzer şekilde, (Müslüman ya da değil) yarı-çevre ülkelerdeki otoriterleşme ile faburjuvazinin bu ülke ekonomilerinde oynadığı rol arasında da bir ilişki söz konusu.

Ülke siyasetini 1980 Darbesi sonrasında şekillendiren ana etmen, küçük burjuvazi ve faburjuvazi arasında ortaya çıkan gerilimdir. Bu gerilim işçi sınıfı hareketinin ezilmesi ve sosyalistlerin yeni bir strateji geliştirememesiyle siyaset üzerinde belirleyici hale geldi.

Küçük burjuvazi-faburjuvazi geriliminin ana unsuru (işçi sınıfının ürettiği artı değeri temellük eden burjuvaziden kalan) artığın paylaşım oranıdır. İslâmcılık-laikçilik ikiliği bu paylaşım kavgası ve müzakeresinin cari siyasetteki yansımasıdır.

Dolayısıyla, 1980 sonrası siyaseti faburjuvaziyi dışarıda bırakarak okuyamazsınız. Ya da okursunuz fakat bu okumadan elinizde (bu seçimde olduğu gibi) cevaplardan çok sorular ve her türden hurafe kalır.

Şimdi okura ne demek istediğimi daha da net vurgulamak için bazı önerilerde bulunayım: Bir işçi sınıfı mahallesini gezsinler. O mahallelerde “merdiven altlarında” hiç de şaşaalı olmayan, yani Marx’ın “gizli kapaklı üretim alanı”[1] olarak adlandırdığı yerleri incelesinler. Bu işyerlerinin sahipleri o mahallelerin sosyokültürel yaşamında nasıl bir etkide bulunuyorlar? Siyasete etkileri nedir? Bunu anlamaya çalışsınlar ya da anlamaya çalışanların çalışmalarını okusunlar.

Görecekler ki birçoklarının zihinlerinde ürettikleri “canavar AKP’li” imajı bu mahallelerin azınlığını oluşturur. O mahallelerdeki işçilerin kahir ekseriyeti canı burnunda, ayakta durmaya çalışan insanlardır. Bahsettiğim faburjuva azınlığın tasallutu altında yaşarlar. Küçük burjuvazinin kendilerine nefrete varan bir düşmanlıkla yaklaştığının bilincindedirler.

O nedenle işçi her ne kadar kendisini sömürse de (mahallesinin eşrafı olan) o atölye sahibinin iktisadi kaderinin kendi iktisadi kaderi olduğuna inanır, ailesinin bekası için eşrafın siyasi görüşlerini önemser ve çoğu zaman takip eder.

Oysa faburjuvazi işçi sınıfının müttefiki değil, düşmanıdır. Her ne kadar birçoğunun kökeni işçi sınıfı olsa da işçilerin sömürülme sürecinin başat aktörüdür. Bu nedenle, ülkede işçi sınıfının siyasette söz söyleyebilmesinin ve ilk etapta burjuva demokrasisinin yeniden tesisinin ön koşulu faburjuvaziye dönük doğrudan bir siyasi hücumun gelişmesidir. Yani küresel kapitalizm veya büyük sınai işletmelerden dem vurduğumuzda söylediklerimiz bazı sosyalist tınılar içeriyor olabilir fakat faburjuvazinin birikim süreci ve siyasetteki rolünü es geçen bu tür söylemler işçi sınıfının en büyük ve önemli kesiminin aktörleşmesinin dolaylı olarak önüne geçiyor ve neticede küçük burjuva yaklaşımın bir uzantısına dönüşüyor.

Ulusaşırı sermayedar sınıf, mevcut birikim konjonktüründe, faburjuvaziye muhtaçtır ki bu nedenle ulusaşırı sermayedar sınıf ve faburjuvazi arasında cari siyasete de yansıyan gerilimlerle örülü bir işbirliği söz konusudur. Faburjuvaziyi hedef almak kapitalist üretim ilişkilerinin ilgası istikametinde önemli ve öncelikli bir ilk adımdır. Dolayısıyla önerdiğim minvalde bir düşünsel ve siyasi hücum başlamadıkça ülkenin genel siyasi tablosunda bir değişim gerçekleşeceğini öngörmüyorum.


[1] Orijinal ifadesiyle “die verborgne Stätte der Produktion” ve İngilizce ifadesiyle “the hidden abode of production”.