Türkiye’de Ermeni Mimar Olmak

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin, Mimarlar Odası Tarihinden Portreler[1] serisinden Zakarya Mildanoğlu ile yapılan söyleşi kitaplaştırılarak okurlara sunuldu.

Söyleşinin meslektaş ve birbirlerini çok uzun zamandır tanıyan iki arkadaş arasında yapılmasının da söyleşiye ayrı bir tat kattığını ekleyelim. Söyleşinin bu karakteri söyleşiye olağanüstü bir derinlik, sürükleyicilik ve zenginlik katmış.

Söyleşi çocukluğu ve eğitim hayatı, politik yaşamı, meslekî yaşamı, “Ermeni Kültür İzleri” gezileri, yurtdışı çalışmaları ve yayın çalışmaları olmak üzere altı bölümden oluşur.

Zakarya Mildanoğlu, dostlarının adlandırmasıyla Zakar çocukluk, eğitim, meslek ve politik yaşamı genelinde Soykırım’dan artakalan kılıç artığı Anadolulu bir Ermeni ailesinin zorlu yaşamını apaçık olarak okuyucularının gözlerinin önüne getirir. Söyleşiyi yapan Saliha Aslan sunuşunda bu gerçekliği, “Anlattıklarını dinler­ken sadece kendisinin ve ailesinin değil, adını ne koyarsanız koyun, bu topraklarda yaşanmış bir büyük felaketin, acının hikâyesini de dinlemiş oldum,” cümlesiyle kısaca özetlemiştir.  

Çok yönlü bir kişi olan Mimar Zakarya Mildanoğlu’nun söyleşisi de birçok yönden ele almak mümkündür.   

Ailesinden doğru tarihsel topraklarından koparılmış bir halkın trajedisi ile iç içe olup bizzat yakından tanık olan Saliha Aslan’ın bu coğrafyanın acı gerçeğini sorgulaması kolay olmuş:  

Bu toprakların binlerce yıllık tarihinin en kanlı, en acı günlerine tanıklık et­miş bir ana-babanın çocuğu Zakar. İnsanlar büyük acılarla başa çıkarken çocuklarının mutluluğu, güvenliği için olanları yok saymak, acılarını içlerine atmak zorunda kalmışlar. Eşimin aile büyüklerinin, atalarının yaşadığı 1864 Çerkes Sürgününü ve acılarını unutmayı seçmelerinde de bunu gördüm.

Söyleşi bir bakıma Ermenilerin kısa tarihi olarak da okunabilir; Zakar’ın anlatımları bir bakıma Soykırım sonrası Anadolu ve İstanbul Ermenilerinin kısa ve özlü tarihidir. Bizzat yaşayan bir insanın ilk elden anlatımları olarak söyleşi tarihsel bir belgedir. Ermenilerin yaşamı, okulları, ibadet yerleri, dayanışma kurumları ayrıntılı resmedilir. Bir bakıma Ermenilerin tarihsel topraklarından kazınarak tüketilmesine karşı bir ağıt olarak da okumak mümkündür anlattıklarını.

Saliha Aslan’ın söyleşinin sunuşunda Charles Aznavour’dan paylaştığı ağıt sanki bu kelimelere nazire gibidir:

Çıkartmaya karar verseydin

Yüreğimdeki dikeni

Senin ayağındaki de

Yok olur giderdi

Sen de ben de

Özgür olurduk ve kardeş.

Zakar, geçmişte tamamı Ermeni olan Kayseri’nin Ekrek Köyü’nde geçen yüzyılın ortasında dünyaya gelmiştir. 1915 Soykırımı öncesinde nüfusunun tamamı Ermeni olan Ekrek zengin bir köydür.

Köy coğrafi olarak önemli bir yerde bulunuyor. Ankara. Kayseri, Sivas, Ma­latya karayolu tam bizim köyün ortasından geçerdi. Köyün geçmişiyle ilgili az da olsa araştırma yaptım. Nüfus sayımlarında 2700-3000 kişinin yaşadığı bir köy olarak kayda geçmiş. Nüfusunun tamamı Ermenilerden oluşan, iki Ermeni okulunun, iki Ermeni kilisesinin bulunduğu bir köy. Zamanında gelişmiş bir yerleşimmiş, pek çok esnafa, zanaatkâra sahipmiş. Köyün Ermeni Mezarlığı ziyaret edilirse bu gelişmişlik net olarak gözükür.

1915’le birlikte boşaltılıyor. Bir kısmı sürgüne gönderiliyor, bir kısmı o böl­gede katlediliyor.

Zakar Ermenilerin günümüze uzanan tarihî gerçekliğinin naklinde nettir:

1915’in hemen öncesinde Osmanlı nüfusunun yüzde 25’i Hıristiyanlardan, Ermeni ve Rumlardan oluşuyordu. Şimdi ise binde birin altında. Aradan yüz yıldan uzun bir süre geçti ama bu tarihle bir türlü yüzleşilemedi. Bu konu Türkiye’nin ana sorunlarından biri olmaya devam ediyor. Baba tarafım kos­koca bir sülaleymiş, bu yok edilenler arasında yer alıyor.

Kuruluş ve kurtuluşun temeli olan bu gerçeklikle yüzleşilememe bütün sorunlarımızın kaynağıdır.

Soykırım’dan çok az Ermeni köyüne dönebilmiştir. Ailesi köyün son Ermeni ailesi olup 1957 yılında her şeylerini geride bırakarak İstanbul’a göçmüştür. “Köyün son Ermeni'si bizim ailemizdi. Biz ayrıldıktan sonra köyde Ermeni olarak kimse kalmadı… Topraklarımızı, her şeyimizi bıraktık. Hâlâ tapular bizim üzerimizde, ancak köylülerce işgal edilmiş, onlar tarafından ekilip biçiliyor. Evimiz ise yıkılmış.”

1950’lerdeki köyün durumunu tasvir ederken aslında, 1915 sonrası Anadolu Ermenilerinin yaşamını kısaca özetler. Köyde ailesinin dışında “anneannemler, bir de köyde değirmen sahibi, Müslümanlaştırılmış bir aile vardı. Köyde bu işi yapan başka değirmenci olmadığı için, din değiştirip Müslüman olması şartıyla 1915’te sürgüne gönderilmemiş, istemeyerek de olsa Müslüman olmuş, ölümden kurtulmuş. Annemin kız kardeşlerinden biri bu aileye gelin gitmişti. Benim annem bu köyden, babam ise Yozgat’tan ve 1901 doğumlu.”

İyi bir gözlemci olan Zakar, Ekrek’i ve Kayseri’yi ve Ermeni yaşamını olağanüstü bir ayrıntıyla resmeder.

Kültürel soykırıma da dikkat çekerek Anadolu’da kalan Ermeni kültürünün izlerinin özgün bir barbarlık gösterisiyle silinmelerini örnekler, her yerde olduğu gibi; hanelerden, okul, kilise ve mezarlıktan bir şey bırakılmamıştır. “[Evlerin] Ermenilere ait olanların sadece temel izleri var. Yıktırılmış, birinin taşlarıyla göçmenler mahallesinde cami yapılmış. O kiliselerden birini annem hatırlı­yordu, yerini biliyordu. Ben de temel taşlarını gördüm.”

Yöneticilerin Ermeni kültürüne ilişkin düşmanca tavırlarını örnekler:

Köye girdiğiniz zaman sol tarafta karşımıza bir düzlük, tepe çıkar. Ermeni mezarlıklarından ve kiliselerinden biri oradaymış. Kâzım Karabekir tam bi­zim köyün ortasından geçen karayolu üzerinden doğuya gidiyor. “Dönüşte bu kiliseyi görmeyeceğim” diyor. Önce kazma, kürek, balyozla yıkmaya çalışmışlar, başaramayınca Ermenilere kurban kestirerek dinamitlerle havaya uçurmuşlar. Annem şahit olmuş… Oradaki mezar taşlarının bir kısmını da götürüp ev vb. yapmışlar.

Babasının hikâyesinin bambaşka olduğunun altını çizerek trajik hikâyesini nakleder. Tesadüfen hayatta kalan Ermeni yetimlerinin yaşamının kısa özeti gibidir bu.

Zor bir hayatımız vardı o köyde. Çok iyi komşularımız, çok iyi arkadaşla­rımız vardı, ama bir o kadar da kötüleri vardı. Hepsini aynı kaba koymak mümkün değil… Birilerinin ablalarımda gözü olduğunu, kaçıracaklarını duyardım. Okulda değil ama sabah evden çıkıp okula gider­ken, yolda eşek kadar adamlardan çok tokat yedim, “Ulan gâvur, haç çıkart” diye. Saliha, ne kadar kötü bir şey, biliyor musun? Haç nedir bilmezdim.

Evlenme yaşına gelmiş ablalarının geleceklerinden kaygılanan anne ve babası, hiç kimseye haber vermeden, bir gece iki parça eşyalarını bir kam­yona yükleyip köyü terk ederler.

Zakar, anlatımlarında herkesi aynı kefeye koymaz. İlk öğretmeninin yeri ayrıdır, sonrasında kendisinde iz bırakan öğretmenlerini de iyi sözlerle anmıştır. Çalışma yaşamında kimileriyle yolları kesişmiş, arkadaş olmuşlar, birlikte üretim yapmışlardır. Ancak ilk öğretmenine burada biraz daha fazla yer vermeyi borç bilirim.

Bir öğretmenimiz vardı, daha son­ra sosyalist hareket içinde yer almış Pazarören Öğretmen Okulu mezunu Mustafa Alımcı, çok iyi bir insandı, ailemizin koruyucu meleğiydi, zaman za­man eşiyle birlikte gündüz gözüne bize gelirler ve geceleri bizde yatarlardı. Çünkü bazı geceler evimiz taşlanırdı.

Bu durumu çok iyi bilirim, 90’lı yıllarda Hakkâri ve Çukurca’dayken akşam uğradığım evlerde gece bırakmazlardı. Benim olduğum yere baskın yapılamaz, gece rahat uyunurdu.

Okuyucularımızın bilgilenmesi için vurgusuyla Soykırım’ın Ermeni toplumundaki tanımlanmasını paylaşır.

Ermenilerin 1915’i nasıl hatırladıkları, andıkları konusunda birinci ağızdan birkaç cümle söylemek isterim. Büyük­lerimiz yaşadıklarını genellikle çart (kırım, katliam) olarak anlatırlar. Yaşa­dıkları zaman diliminden bahsederken ‘çarta giderken’, ‘çart zamanı’ der­ler. Zaman zaman da kağt (göç) olarak nitelerler. Örneğin ‘Kağt zamanı o daha kundaktaydı’, ‘Kağtaganlar (göçemenler, sürgünler) Sivas’ta toplan­dık ve Suriye çöllerine doğru sürüldük’ derler. Bazı anlatılarda ise bu nite­lemenin yerini aksor (sürgün) sıfatı alır. ‘Aksora giderken’, ‘aksor zamanı’ derler. Daha sonraki yıllarda ise medz yeğern (büyük felaket, büyük suç), 1944 yılından itibaren ise tseğasbanutyun (soykırım) olarak adlandırmaya başladılar.

İstanbul’daki eğitim yaşamı üstüne konuşurken, Ermeni eğitim yaşamının sınırlılığını, kurumlarının yaşadığı zorluklarını… vs. paylaşır.

Daha sonraki yıllarda okudum, öğrendim. O tarihlerde Anadolu’daki iki bini aşkın Ermeni okulundan bir tanesi bile ayakta kalmamış. Üç bini aşkın kili­seden ise üç beş tanesi açık… Ermenilerin mülkiyetindeki iki bin kilise ve manastırdan geriye Kayseri, Diyarbakır, Mardin, İskenderun ve Hatay Samandağı kiliseleri kaldı, hepsi bu. Okul ise hiç yok…

Devlet öyle bir ayarlama yapmıştır ki İstanbul dışındaki Ermenileri topraklarını terke mecbur bırakarak göç ettirir. 1915’in gölgesinde kalan Ermeni katliamlarından söz eder. Yetimhanelerin toplumsal temelini paylaşır ve dayanışma mekanizmalarının kurulması ve güçlendirilmelerini, İstanbul Ermenilerinin giderek yaşamının zorlaştırılmasını örnekler. Vatandaş Türkçe Konuş dehşetini yaşadıklarını, öğretmenlerin konuşmalarının satır aralarında söylediklerini not aldıkları ve gözü gibi bakıp saklamak zorunda oldukları kara kaplı defterlerinden söz ederken burulmamak elde değildir. Türkiye İşçi Partisi içinde siyasallaşmasını naklederken partide etkilendiği Sarkis Çerkezyan’dan söz etmeden geçmez.

İstanbul’un Ermenileri anlatımına geniş yer ayırmıştır. Mahalleleri, işyerleri, işkolları… vs. ayrıntılı naklederken geçen yüzyılın Ermeni sosyal ve ekonomik yaşamı bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçer.

Söyleşide Ermeni toplumun kendini güvende hissetmemesine sıra geldiğinde, buna neden olan kırılma noktalarını örnekleriyle anlatır:

Güvende hissetmeme de var, taciz edilme de var. Herkesin taciz edilmesi şart değil, öyle bir şey yaparsın ki bütün toplum bunu hisseder. “Vatandaş Türkçe Konuş” dersin, yeterli olur. Bir Hrant Dink’i öldürürsün ya da Trabzon’da bir papazı kesersin ya da Samatya’daki bir kadını öldürürsün, yeterli olabilir. 1915 büyük kırılma; Varlık Vergisi, 6-7 Eylül diğer kırılma tarihleri. Samatya, Yedikule hattı 6-7 Eylül’ün en şiddetli yaşandığı, kiliselerin yakıldığı bir aks olmuş. Amcamlar alt katlarındaki emekli bir komiser sayesinde o vahşetten kurtulmuşlar. Daha sonra 60, 70, 80, her on yılda bir yapılan darbeler de aynı zamanda Ermeniler için kırılma noktaları olmuş, kendilerini güvende hissetmemişler, az ya da çok, bazıları kitlesel göç vermişler.

Söyleşiyi Türkiye’de Ermeni olmak gibi okumak da mümkün: Mahallede, okulda, çalışma hayatında, evlilikte karşı karşıya kaldığı durumları paylaşır. Evlilik sürecinde Jale’nin ailesinin soğukluğunu, kayınpederinin, “Oğlum, mahalleye ne söyleyecektik? Ermeniye kız mı veriyoruz diyecektik,” cümlesi yeterince açıklayıcıdır. Enternasyonalist iddialı arkadaşlarından bazılarının bile evliliklerine karşı çıkması ayrımcılığın boyutlarını göstermesi bakımından ilginçtir.

Ayrımcılık her yerdedir. Çocuklarının eğitiminde karşılaştığı sorunları paylaşır. Oda seçimlerinde listeden düşürülüşüne Ermeni olmasının neden olduğunu düşünür: “Nubar ağabey (Acemyan) beni uyarmıştı. Biz geldiğimizde Odadaydı. Bana dedi ki, ‘gençsin, ateşlisin ama Ermeni’sin. Dikkat et.’”

Öğrenciliğinden ve eğitim çağında karşılaştığı sorunlardan bahsederken eğitim sistemi de eleştiriden payını alır. Ayrımcılığa bir kere daha parmak basmıştır:

Genel olarak bu temel derslere önem verirdim, bilinçli olduğumu söyleyebi­lirim. Bugün dönüp geriye baktığımda sanat ve mimarlık tarihi gibi derslere gerekli önemin verilmediğini düşünüyorum. Pek çok konunun yüzeysel olarak ele alındığını, bazı konulara ise hiç girilmediğini görüyorum. Örneğin cami ko­nusu işlenirken kilise, havra gibi yapı sanatının temel taşlarını okumadığımızı düşünüyorum, işlendi ve benim dikkatimden kaçtıysa ayrı bir konu, örneğin Roma ve Bizans söz düzeyinde kaldı. Ermeni, Rum, Süryani sanatının lafı bile edilmedi. Uygarlık, kültür gibi konular hep pas geçildi. Bu devasa zengin­liği sınıf olarak gerçekleştirdiğimiz bir iki teknik gezide fark etmiştim.

Lise yıllarından beri devam eden siyasi yaşamında, özellikle 12 Eylül sürecinde gözaltında işkenceyi anlatır.

Ben özellikle 12 Eylül’de tutuklandığım zaman sorguda yaşadım. Sorgu odasına giderken dışarıda koridor­da bekletiyorlardı, gözleriniz filan bağlıyken. Aniden pata, küte yumruklar sopalarla girişirlerdi, “Ulan gâvur, sana mı kaldı komünist olmak, mem­leketi kurtarmak?” diyerek. O kaba işkence, sorgu odasında bambaşka yöntemlerle devam ederdi.

Diyarbakır’da yedek subay askerliğinden söz ederken 12 Eylül Diyarbakır’ını özetlemiştir. Tanık olduğu vahşeti paylaşır: “Çok kötü şeyler gördüm ben orada, ölüleri de gördüm, işkence görüp gelenleri de. İçeri adım atamayan insanlar bile gördüm, otobüsle getirilen ölmüş birini gördüm, alıp götürdüler geri. Yani o anlamda çok korkunçtu…”

Askerdeyken gözaltına alınır. Gözaltı merkezini tasvir eder. Diyarbakır gibi İstanbul da korkunçtur:

Çapa Öğretmen Okulunu karargâh yapmışlar, topladıklarını önce oraya götürüyorlar. Sabaha karşı bir albay aldı beni, yedek subay olduğum için sivilin değil de askerin alması gerekiyormuş. Birkaç saat orada kaldım. Bir ciple, doğru Gayrettepe birinci şubeye götürdüler. 30 küsur gün kaldım orada; sorgu süreci, müthiş bir işkence faslı. Hücrede kalıyorsun, ama üst üste insanlar, 5 kişi, 6 kişi, 7 kişi, yani çömelecek yer bulursan dua et, o kadar kalabalıktı... Bir sorgumda… Bir setin üzerine çı­kardılar. Pencerenin parapeti olduğunu düşündüm. Bir anda ittiler. Küt diye yere düştüm. Meğerse bir sandalye üzerine çıkarmışlar, oradan itmişler… Anlatılacak gibi değil. Ben de o işkenceleri yaşadım, hatta birinci şubeden sonra ikinci kez Merkez Komutanlığında yaşadım… Hem sivil, hem asker işbirliği içinde, yani sivil de var, asker de var. Bir sopa elinde böyle “Ooo beyefendi, hoş geldiniz. Seni çözememişler birinci şu­bede, ben seni çözeceğim” dedi. Hareketlerinden bir psikopat olduğunu hissettim. “Anlat bakalım” dedi. “Ne anlatayım? Siz sorun” dedim. Gözlerim artık açık. “Yok, buraya gelip paşa paşa gitmek, var mı öyle kolaylık" dedi. Başladı sopayla baldırlarıma vurmaya, nasıl vuruyor, nasıl vuruyor aklın durur. Kaba bir dayak ama çok şiddetli, öbür tarafta elektriği var. Şusu busu var, falakası, askısı var ama bu gözünün önünde böyle kalın bir sopa ile vuruyor da vuruyor. Neyse, iki üç gün boyunca herif gidip gelip o sopayla beni öldüresiye dövdü, bütün vücudum morardı. Kemiklerim kırıldı zannettim… Üç gün filan orada kaldım, anamdan emdiğim süt burnumdan geldi… Oradan Harbiye’ye getirdiler, Selimiye’ye götürülecek­lerin konaklama merkezi. Bir hafta Harbiye’de kaldım ve Selimiye’ye götü­rüldüm.

Bu arada eşi Jale dışarıda Zakar’ı aramaktadır. Jale’nin cesaretini kutlamamak elde değil. “Jale ancak 20 küsur gün sonra Gayrettepe’de olduğumu öğreniyor. Ve deli cesareti, elinde çiçeklerle doğum günü mü, evlilik yıldönümü mü ne, kut­lamak için oraya gelmiş, ilk irtibatım şubedeyken oldu. Uzun hikâye, izimi sürerek oraya getirildiğimi öğrenmiş…”

İş hayatını ve üretimine, restorasyonuna katıldığı çalışmaları anlatırken sanki öğrencilerine ders verir gibidir. Söyleşi, bu açıdan mimarlık eğitiminde temel ders kitaplarından bir olarak okutulabilir. Zira, tasarımda ve uygulamada neler yapılmaması, neler yapılması ve nelerin dikkate alınması ile ilgili sayısız teorik ve pratik bilgilerle süslenmiş doyurucu dokümanlar içeriyor. Ahtamar Surp Haç Kilisesi’nin restorasyonu hem bir tarih hem de bir restorasyon dersidir. “Yeri geldiğinde imparatorluklara başkentlik yapmış tarihi şehirlerden bahsediyoruz. Bu ülkenin yapı açısından bir kültürel envanteri yok,” sözleriyle toplumsal hafızayı sorgular. Hrant Dink Vakfı ile yaptığı envanter çalışmalarını örnekler.

Mesleğinden ve çalışmalarından söz ederken kürsüde bir ders veren öğretmen ve bin yılların birikimini paylaşır gibidir:

Benim için mimarlık bir meslek olmanın yanı sıra aynı zamanda bir yaşam biçimi oldu. Elbette mesleki teknik eğitimin önemi var, ama ben pek çok insanın da mimar olduğunu düşünenlerdenim. Bana göre mimar olmak için illa eğitim almak gerekmiyor. Mimar olmayıp da ünlü eserleri olanların ya da sivil mimarlık olarak adlandırdığımız çok sayıda eserin mimarlar tarafından tasarlanmadığını, bugünkü köklerimizin “deneysel mimarlık” denen bir kav­rama dayandığını düşünüyorum.

Deneysel mimarlık ile ilgili sözleri, bir diplomalının aklından geçmeyecek şeylerdir. Bin yılların deneyimini kürsüye çıkarmıştır.

Ermeni halkının hafızası Sarkis Seropyan’ın öncülüğünde başlayan Ermeni Kültür İzleri gezileri bir bakıma bir tarih çalışması olduğu kadar bir Ermeni kültür envanteridir. “Bir uygarlığın nasıl yok edildiğini görüyorsun,” sözü hepimize yönelik bir sitem değil midir?

Yüreğine sağlık Zakar…


[1] Saliha Aslan (söy.), Mimarlar Odası Tarihinden Portreler, Zakarya Mildanoğlu, H. Bülent Tuna (ed.), TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Yayınları, 2021.