Türkiye’de 1960-1980 dönemi, feminizmin “suskunluk dönemi” olarak tanımlanır. Bu tanım Cumhuriyet’in hemen öncesine kadar devam eden birinci dalga feminizmin “nasıl kesintiye uğratıldığı?” sorusuyla yakından ilişkidir. Sosyal bilimler cephesinde toplumsal cinsiyet, queer-feminist tarihyazımı, kadın öznelliğinin inşası çalışan araştırmacıların büyük ve özenli emeğiyle, Cumhuriyet’in kadın hareketine, edebiyatına kurduğu bariyerler ve Cumhuriyet sonrası tarih “kadınlar lehine” yeniden okunuyor ve yorumlanıyor. Bu “kesinti”nin ardından gelen suskunluğu Duygu Çayırcıoğlu’nun Kadınca Bilmeyişlerin Sonu: 1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat adlı kitabında, TKB’nin (Türk Kadınlar Birliği’nin kapatıldığı tarih) 1935’le başlatıp 1980 Askerî Darbesi’ne kadar olan kırk beş yıllık bir süreyle tanımladığını görüyoruz. Yaklaşık elli yıllık suskunluk dönemi…
Duygu Çayıroğlu kitapta sekiz edebiyat metni üzerine çalışırken nelere dikkat kesildiği ile ilgili şunları söylüyor:
Bu yıllar özelinde Türkçe edebiyatta, –kendilerine feminist desinler ya da demesinler– feminist hissiyat, ruhiyat ve fikriyatın temelinin oluşturulmasına katkı sunan edebiyatçılara dikkat çekmeye çalıştım. Amacım, bu yazarların 1960-1980 yılları arasında hayat verdiği metinlere odaklanarak bu durgun yılların kadın sözü, kadınların kadınlık durumu üzerine düşünmesi ve –her ne kadar adı öyle konulmasa da– feminist düşünce açısından sanıldığı kadar çorak ve pasif geçmediğini göstermek. Ana akım ya da başka deyişle geleneksel edebiyattaki, ataerkil kültürün şekillendirdiği kadın tahayyülüne eleştirel bakışla eğilen ve bu tahayyülün dışına çıkan kadınlık temsillerine, öznel kadınlık deneyimlerine yer veren, erkek egemen söylemin şekillendirdiği anlatım dilinin dışına çıkıp kadın öznenin sesini daha çok duyuran bir edebi söylemi yaratan edebiyat metinlerinin peşine düştüm. Bu çerçevede belirlediğim sekiz edebiyat metni, Korsan Çıkmazı (Nezihe Meriç, 1961), Yanık Saraylar (Sevim Burak, 1965), Tante Rosa (Sevgi Soysal, 1968), Yürümek (Sevgi Soysal, 1970), Tuhaf Bir Kadın (Leylâ Erbil, 1971), Ölmeye Yatmak (Adalet Ağaoğlu, 1973), Kırk Yedi’liler (Füruzan, 1974) ve Çocukluğun Soğuk Geceleri (Tezer Özlü, 1980) aracılığıyla bir değerlendirme ve yorumlama girişiminde bulundum.[1]
1960-1980 dönemi Türkiye’de “feminist bir gündemin ve sanatın” henüz oluşmadığı, ataerkil edebiyatın eleştiri düzleminde yoğun bir biçimde hissedildiği, kadın yazarların ve şairlerin politik hareketlenmeler ve gündemle yakından ilgili olmalarına rağmen, feminizmin politik bir hareket olarak belirginleşeceği 1980 Askerî Darbesi sonrasının hazırlandığı bir dönem gibidir. Çayırcıoğlu, bu dönemi “ön-feminizm” kavram setiyle karşılıyor. Bu karışlama yöntemi aynı zamanda kadın yazarların kümülatif edebî üretimini de iyi betimliyor.
Yola çıkış noktam, feminizmin iki dalgası arasındaki dönemde eserler üreten bu yazarların metinlerinde feminist unsurların yer aldığını ve aslında bunun da 1980’lerde güçlenecek olan hareketin filizlerini, düşünce ve enerji birikimini oluşturduğunu düşünmemdi. Feminist duyarlılığın, ikinci dalga kadın hareketinin çıkışı öncesinde kendisini edebiyatta gösterdiğine inanıyorum. Bu duyarlılığı, ön-feminizm olarak adlandırmak mümkün. Ön-feminizm terimi, literatürde, Batı’da 1960’larda etkin bir şekilde varlığını ortaya koyan feminist aktivizmin öncesindeki dönem için kullanılan terimdir –İngilizcesiyle, proto-feminism. Kitapta ön-feminizm terimini, Batı’da 1960’larda yükselen kadın hareketinin Türkiye’deki yirmi yıllık gecikme yıllarında bir şekilde kendine yol ve temas edecek noktalar bulduğunu, bilinçli ya da bilinçsiz bir karşılık gördüğünü vurgulamak, bu anlamda bir ön-feminizmden, ön-tarihten bahsedilebileceğine dikkat çekmek için kullanıyorum.[2]
Osmanlı Dönemi kadın hareketi, edebiyatı ve Cumhuriyet’in kuruluşundan 1980 sonrasına kadar geçen süre üzerine yürütülen feminist edebiyat tarihi çalışmaları, yok edilmiş, susturulmuş ya da silik kalmış olanı görünür ve bilinir kılarken, 1960-1980 dönemi kadın yazarların üretimleri de yaklaşık yüz yıllık bu süreye bakışın getirdiği feminist yaklaşımın etkisiyle farklı bir anlam bütünlüğüne kavuşuyor. Leyla Erbil’in, Sevgi Soysal’ın ya da Sevim Burak’ın Zabel Yesayan’ı, Emine Semiye’yi, Selma Rıza Feraceli’yi okumamış olmaları, öncü kadın yazarların yarattığı edebî iklimden beslenememeleri, çağdaşlarıyla -kadın yazarları kastediyorum- kesişen edebî yaklaşımları, tartışmaları görmelerini engellemiş olabilir. Kendilerini bir kanon içinde ya da bir kadın yazarlar topluluğu içinde hissetmemenin avantajları da olabilir ama sonuç itibarıyla “yaratma” edimine etkilerini göz ardı edemeyeceğimiz bir dönemi düşünmek, Duygu Çayırcıoğlu’nun “ön-feminizm” saptamasını daha da önemli kılıyor.
Kadın Yazarların “Evvel Zamanı”
Maggie Humm, Feminist Edebiyat Eleştirisi (1994) adlı metninde, 1960’lardan 1990’lara başlığıyla feminist eleştiriyi incelerken masalsı bir giriş yaptığı yazısında, kadın yazarların “evvel zamanını” şöyle anlatır:
Evvel zaman içinde, (gerçi ne benim ne sizin zamanınızdı ne de herhangi bir gerçek zamandı ama çok hüzünlüydü) başka adamlara sırlar anlatan bir adam vardı. Ve bu adam bir Eleştirmen Kral, öteki adamlar da onun tebaasıydı. Hiçbir kadın, hiçbir zaman bu sırları duymamıştı. Hiçbir kadın bu sırlarla ilgili kitapları okumamıştı. Fakat kralın bir kızı vardı. Ve bir gün, kız bu kitapları okuyup, sırları duydu. Sırların gerçek sırlar olmadığını, kitapların da gerçek kitaplar olmadığını gördü. Üstelik buna çok kızdı. Bu yüzden başka kadınlarla konuştu. Kadınlar geceler, günler boyunca, düşlerde ve uyanıkken hep birlikte konuştular. Kral da tebaası da yaşlanıp, öldüler. Kadınlar birbirlerinin altın yüzlerine bakıp, birbirlerinin altın seslerini duydular. Ve Feminist Eleştiri adını verdikleri bu diyarda hep birlikte uzun zaman yaşadılar.[3]
Kadınca Bilmeyişlerin Sonu: 1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat adlı kitap, Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’yı “bütün kadınca bilmeyişlerin tek adı” diye tanımlamasına gönderme yaparken aynı zamanda 1960-1980 döneminde metin üreten yedi kadın yazarı da birbiriyle konuşturuyor, tartıştırıyor. Feminist edebiyat kanonunun oluşumu ve fark edilebilmesi için de çok kuvvetli bir pozitif müdahaleye yol açan bu “konuşturma” girişimini bir tür konferans olarak görüyorum. Böylesi bir konferans ortamını sağlayanınsa, kadınların kralı eleştirerek ve tüm bir tarihi yeniden yorumlayıp yazarak birbirlerinin altın metinlerine bakarak gerçekleşebildiğini düşünüyorum. Fatma Aliye’nin cariyelik sistemine karşı çıkışıyla başlayan edebiyat tarihi, Sevgi Soysal’ın eril cinselliğe itirazıyla devam edebildi. Aradaki kesintiyi de, suskunluğu da ortadan kaldırma girişimi olarak okudum Duygu Çayırcıoğlu’nun kitabını… Denise Rilsey’in dediği gibi: “Kadınlar’dan ‘insanlık’a hiçbir kolay geçiş yoktur.” Dolayısıyla feminist edebiyat eleştirisi; kronolojisi, tabakalaşması, tarihleme yöntemleriyle, ve kendine has özellikleriyle yeniden yeniden okuma/yorumlama çabasıyla kendini olumlar ve görünür kılar.
“Zaman algısı”nın kadınlarda ve tüm ötekileştirilenlerde erkeklere kıyasla farklı olduğunun önemli bir veçhesidir feminist tarihyazımı… “Bizden öncekilere, ablalarımıza benzememek için her şeyi göze alacağım," diyen Leyla Erbil’in, “Ben kendi kuşağımızı tutup şöyle bir silkelemek istiyorum. Kalkın, kalkın, gözünüzü açın biraz,” diyen Nezihe Meriç’le benzer bir dünyada ve benzer bir zamanda yaşadıklarını, ürettiklerini düşünmekten kendimi alamıyorum. Kabaca “kadınların zamanı yavaş akar” demiş olmuyorum, “mücadele ederek var olan/yazan kadınların zamanı hem zor geçiyor hem de henüz tam olarak onların zamanı gelmedi” demiş oluyorum. Evvel zamanını öğrenen, düşünen ve birbiriyle tartışabilen kadınlar -yazarlar- birbirlerinin metinlerini analiz ederek ve Duygu Çayırcıoğlu’nun deyişiyle “kadın karakterlerin hikâyelerini sarmal gibi birbirine bağlayarak” kadın anlatısı tarihini ve dolayımlı bir biçimde “zaman algısını” değiştiriyorlar.
Bu bağlamda edebiyat; toplumsal cinsiyet rollerini, cinsiyetler arası ilişkiyi ve bu ilişkilerin iktidarla kurduğu “pazarlık” sistematiğini resmî olmayan -erkek olmayan biçiminde de okunabilir- tarihi yeniden yazmak ve kurmak için olanaklara sahiptir. Başka bir örnek vermek gerekirse, Çimen Günay-Erkol’un Yaralı Erkeklikler: 12 Mart Romanlarında Yalnızlık, Yabancılaşma ve Öfke adlı kitabı, Kadınca Bilmeyişlerin Sonu: 1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat adlı kitabın ayrı yumurta ikizi gibidir. Hem dönemsel hem toplumsal cinsiyet bağlamında edebiyata bakışları açısından… Ya da feminist edebiyat eleştirisiyle eleştirel erkeklik çalışmalarının yoldaşlığının göstergesidir. Bu yoldaşlıklar, arkadaşlıklar sayesinde, Yanık Saraylar ve Çocukluğumun Soğuk Geceleri, Rosa ve Aysel’i kapatıldıkları odalardan feminist odalara, sokaklara doğru yola çıkarabildiler ve yolculukları devam ediyor.
[1] Duygu Çayırcıoğlu, Kadınca Bilmeyişlerin Sonu: 1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat, İletişim Yayınları, 2022, s. 12-13.
[2] A.g.e., s. 14
[3] Maggie Humm, Feminist Edebiyat Eleştirisi, Say Yayınları, 2002, s. 17.