Yolda Olmak: “Yol Durumu” Üzerine Tekinsiz Bir Patika Denemesi

Patikaların tekinsizliği, ana yolun konforu         

Yol kelimesi eski Türkçe “yorı”, yani yürümek fiili ile eş kökenlidir. Yürüyüş ve patika anlamlarında kullanılmıştır. Patikaları bilirsiniz. Sınırları belli belirsiz, nereye varacağı muallak, bazen daha kestirme, bazen daha uzun ama neticede farklı bir deneyim sunacağı kesin olan incecik yollardır. Genelde iki yanında otlar, börtü böcekler vardır. Yürümenize engel olmayacak kadar engebelidir ama hızlı gitmenize izin vermez. Yağmur yağdığında oluklarında sular birikir, yumuşak bir çamur ayakkabılarınızı içine çeker. Taşlar, kertenkeleler, sarıçiçekler, küçük tümsekler, bazen de keçiler...

Felsefede yolda olmak, Nietzsche için kopmak, Rimbaud için kaçış, Kierkegaard için cesaret gibi anlamlara gelirken, J. Jacques Rousseau bunu düşünmenin bir yolu, hayal gücünün harekete geçtiği yer, kendi olmanın tadına vardığı deneyim olarak ifade eder. Bu metinde patika metaforu, kendi gibi olmak anlamındadır. Tıpkı Behçet Çelik’in Patikaların İyi Yanı kitabında ve aynı adlı öyküdeki “Patikaların iyi yanı, oradan yürüdüğünde aman yola girdim, eyvah yoldan çıktım derdi olmamasıdır. Her an yoldaymışsın, ayak bastığın her yer yolmuş” kullanımında olduğu gibi.[1]

Dinlere göre bu dünyada zaten her birimiz birer yolcu olduğumuzdan, doğduğumuz andan itibaren yola çıkmışızdır. Yol, her şeyi ardında bırakmak, fani olandan vazgeçmek gibi anlamları da içinde barındırır. Hac yollarından geçerken tefekkür edilir. İslâmiyet’te hac vazifesi sırasında Mina’dan Arafat’a yapılan yolculuk, Hıristiyanlık’ta Camino de Santiago olarak bilinen yolu yürümek kutsal yolculuklardır. Psikolojide ise yolun çağrışımları, kendinden çıktığın, kendine vardığın ve bu sayede kendine dışarıdan baktığın bir süreç olarak zihinde belirir.

Patikalar, ana yolun konforunu ve hızını vaat etmez. Günümüz yaşam pratikleri dikkate alındığında, aynı anda birden fazla iş yapan, sıkışık zamanlara çok şeyler sığdırmaya çalışan insanlar için ana yolda olmak önemlidir. Gülten Akın’ın İlkyaz şiirinde, “Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” dediği gibi kimsenin vakti yok patikalarda yürümeye. “Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar.” Tıpkı ana yoldan gider gibi.

Aramak ya da kaçmak gibi itkilerle yoldaysak eğer, Doğu kültüründe bu bir arayış, Batı kültüründeyse kaçış olarak ifade bulur. Yola çıkmak bazen sebep, bazen de bir sonuçtur. Kaçış ve arayış birbiri ardına eklenen bir döngüdür belki de. Çünkü vardığımız yer, bir süre sonra kaçmak istediğimiz yere dönüşebilir. Yol Durumu eserinde anlatılan ve yıllar önce yazarın Türkçeye çevirdiği hikâyede Wakefield’ın, yirmi yıl boyunca kaçtığı yere geri dönmesini sadece bir tesadüfle açıklayabilir miyiz acaba?[2]

Yazar, bütün bu anlamlara yol boyunca uğrarken, Yolcu-Turist ayrımı üzerinden, okurlarına iki farklı “Yol Durumu”[3] sunar. Kitabın sonuna geldiğimizde, bu iki durumun kesiştiği, “yolun sonu” dediğimiz yer bizleri karşılar. Ve son cümle olan, “gitmek ölmektir biraz, ölmek de gitmek” ifadesini okuduktan sonra varışa hangi yoldan gittiğimiz üzerine düşünmek -ya da düşünmemek- de biz okurlara kalır.  

Bu ayrımın bir benzerini “ana yol ve patika” kavramları üzerinden kurduğumuz bu yazıda, ana yolun bizlere sunduğu konforu Münir Göle, “Turist: acınası konformizmi oradan oraya taşıyıp duran kişidir” sözüyle turiste atfetmiştir. “Turist değdiği her yeri kendine benzetse de bu yolla kirletse, bozsa, yozlaştırsa da, işgal etse, yok etse de ...”[4] derken, turisti kelime anlamının ötesinde bir bağlama taşır. Medeniyet göstergesi olarak inşa edilen yollar, köprüler, gökdelenler bir zaman sonra ortada patikayla imlediğimiz özgünlükten, yaşamla uyum içinde yürüyebileceğimiz yollardan eser bırakmadığı gibi medeniyetin yan etkisi olarak yozlaşmış, kirli ve işgal edilmiş bir dünyayla baş başa kalırız.  

Tercih yapma özgürlüğü vaadiyle (daha konforlu, daha hızlı, daha kestirme paralı yollar gibi) istilacı bir biçimde yayılan medeniyet, yangın yerlerine hemen otel inşa ederek, TOKİ’ye tahsis edilen mahallelerle “patikaları” insanların elinden alarak, eğitim sisteminde okulları tek tipleştirerek gerçek anlamda ortada seçim yapacak bir şey bırakmaz. Neticede özgür irade, sadece temsilî olarak sayfalarda yer alır.

Ana yolda bir işaret tabelası: Sosyal medya

Münir Göle’nin kitabında belirttiği ve “Kentyutan”[5] diye tanımladığı bu kalabalıkların, her yeri çabuk ve kestirmeden turlamak, fotoğraf makinesiyle çekip belgeye dönüştürdüğü vasatlıkları, pasaportundaki damgaya eklemek gibi tavırlarının sebebi dönüşte hikâye anlatma ayrıcalığını elde etmek ve böylece benzerlerinden farklı olma hevesi olarak ifade edilmiştir. Bütün bu gösteriş ya da gösteri (folklorik kıyafetler, danslar, yerel el işleri, yöresel yemekler) farklı bir hikâye anlatmak isteyen kişiyi, herkes gibi olmanın ana yoluna çıkarır. Şüphesiz herkes gibi olmamak üzere yola çıkıp herkese benzemenin dinamiklerinden biri de sosyal medya denen fenomendir.

Fransız düşünür Gustave Le Bon, 1895 yılında yazdığı Kitleler Psikolojisi adlı eserinde, “İçine girmekte olduğumuz çağ, kitleler çağıdır,”[6] der. Bu kitleleri yönetmek üzere gücü elinde bulunduran devlet ve sermaye, muhtelif araçlarla iş başındadır. Günümüzde sosyal medya bunun en etkili araçlarından biridir. Bireylerin farklı bir hikâye anlatmak ya da farklı olmak isteğiyle görünür olduğu bu alan, yani sosyal medya, manipülasyona son derece uygun dizayn edilmiştir. Bu teknolojiyi kurgulayan üst akıl, beyindeki mutluluk hormonlarını da “like” butonuyla emrine amade etmiştir. Kitlelerin tercihleri, beğenileri, işaret edilen rol modeller aracılığıyla belirlenir ve yönlendirilirken, karakter yapıları, ilgi alanları, satın alma alışkanlıkları, tatilleri, siyasi görüşleri ve dahi yemek zevkleri izlenir. Bu datanın kitleleri yönetenler tarafından gerekli zamanlarda kullanıldığını, hatta seçimlerde iktidar mücadelesinin aracı haline getirildiğini örnekleriyle biliyoruz.[7]

Gösteri Toplumu adlı eserinde Guy Debord, “Gerçek anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık ânıdır,”[8] der ve ekler: “Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür.” Seyahat; görünen ve görünür olmaya imkân sağlayan malzemeyi bizlere fazlasıyla sunar. Bu malzeme, Göle’nin kitabında belirttiği, unutulmaz günbatımları, yeni tatlar, kokular, deneyimler olarak sosyal medyada yerini alır. Deneyimlerini dönüşünde diğerlerine anlatan turist, şunu hatırlamak istemez: “Spekülatif evrende değerini yitirmiş olan şey, herkesin somut yaşamıdır.”[9]  Birbirinin peşi sıra sayfalarca akan, öznesi değişik ama fonu aynı fotoğraflar, artık like tuşunu bile çalıştırmaya yetmez. Var olmak yerine sahip olmayı seçen ve Debord ’un “bayağılaşma” olarak nitelediği bu durum, bir sonraki aşamada “sahip olmaktan” “gibi görünmeye kayar”.[10] Mutluy-muş- gibi, eğleniyor-muş- gibi, bilgiliy-miş- gibi. Böylece gerçek olduğunu zannettiğimiz bir yanılsamanın içinde yaşarız. Truman Show’da, çok güzel bir adada yaşayan ancak kendi dışında her şeyin sahte olduğunu filmin sonunda anlayan Bay Truman gibi. Günümüzde televizyonun yerini tutan sosyal medya, herkesi hem nesne hem de izleyici konumuna sokmuştur. Tatil fotoğraflarını Instagram’a yüklerken özne olduğu yanılsaması içindeki bireyin, var olmak yerine sahip olmayı seçtiği an, ona bir şey satmak isteyen asıl öznelerin, nesnesi olduğu bir pozisyondur bu. Bir Rüyaya Ağıt[11] filmi bunun iyi örneklerinden biridir Hatta bu filmde birey nesne pozisyonundan “hiç”lik noktasına varmış durumdadır.

Ana yolda olmanın kolaycılığı

Kalabalıklar halinde aynı şeyi yapmak kolektif bir ruh taşır. Birey, tek başınayken yapamayacağı şeyleri, toplulukla birlikte hareket etmenin ona verdiği güçle yapar. Topluluk içinde güçlü olmak tek başına güçlü olmaktan daha kolaydır. İrade koyarak yapılan seçimler ve bu seçimlerin bir araya getirdiği topluluklar konumuz dışında kalmak şartıyla şunu diyebiliriz ki topluluğa uymak, düşünmeyi ve karar almayı gerektirmez. Turist olmak bu anlamda topluluğa uymaktır. Ana yolda kalmak, öngörülebilir olanı yaşamak, sürprizlerden, beklenmedik deneyimlerden uzakta, güvenli ve konforlu bir yaşamı mümkün kıldığı için tercih edilendir. Ancak kişi bu güvenli alanda kaldığı sürece kendi olma yolculuğuna çıkamaz. Uzun ve sağlıklı yaşamak güzel bir amaç olsa da günler, diyete uygun yenen çorba ve salata biteviyeliğinde akar. (Her gün yenen baklava börek de aynı duyguyu verir.) Buna “gündeliği turist sığlığı ile yaşamak”[12] da denilebilir. Elindeki gezi programını kafasını yormadan inceleyen turist, kalk denilen yerde kalkıp, bak denilen yerde bakarken aslında garantili bir yaşamı da temin etmiş olur. Kararları bizim için alan, en iyiyi bilen, böylece bizi düşünme zahmetinden kurtaran “rehber” bize tek bir hak bırakır. O da yazarın ifadesiyle söylersek, “gıcırdama, bilgiçlik taslama”[13] hakkıdır.

Göle, bu hakkı elde etmek üzere atılan ilk adımın, içinde bulunduğumuz sosyal sınıfa uygun olarak seçtiğimiz seyahat acentesi olduğunu belirtir. Ancak sosyal sınıf denen olgunun, içine doğduğumuz bir alan olduğu düşünüldüğünde, yani ailemiz, gittiğimiz okullar, hatta para kazandığımız işimiz... Şüphesiz bunlar, bireyin salt kendi kontrollerinde olan şeyler değildir. Bu durumda turist tavrı gösterdiği için -o acenteyi seçtiği için- bireyin ne kadar ve nereye kadar yargılanabileceği ya da böyle bir yargılamanın ne derece adil olduğu da başka bir sorudur. İnsanın yaratıcı gücünü kullanmasını engelleyen üretim tarzının burada hiç mi payı yoktur? Sistemin dev çarklarının içinde makinenin bir dişlisi kadar önemi ve değeri olan insan, belki de içinde yaşadığı ve bastırdığı değersizlik duygusuyla mücadele edebilmek için turist olmayı, sürüye uymak olarak tercih ediyor olabilir mi? Ancak tüm bu sorulara rağmen hangi toplumsal sınıf ya da tabakada olursa olsun bireyin “Turist” ya da “Yolcu” olacağını seçmesi mümkündür.  Herhangi bir seçim yapmamak da bireyi “Turist” konumunda tutar. Çünkü “seçmemek de bir seçimdir” (Jean-Paul Sartre).

Patikalarda susmak

Patikaya bir adım atmak, ana yoldaki tüm işaret tabelalarından uzaklaşmaktır. Alışkanlıklarımızın otomatik pilotluğunda giderken, tanıdığımız, bilinen kendimizden bir adım uzaklaşmış, henüz tanımadığımız kendimize bir adım yaklaşmış oluruz. Bu açıdan bakıldığında yolculuk, daha başında bir kaçma eylemidir.[14] Bilineni bırakıp bilinmeyene yaklaştığımız, kendimizden uzaklaşıp kendimize yaklaştığımız, hayatın içinde bir turist olmayı terk ettiğimiz andır bu. Eğer “ben” i doğru tanımazsak tüm davranışlar, kararlar, yarı kör yarı uyanık durumda alınır. “Ben kimim?” sorusu bu açıdan, “Neden böyleyim?” sorusundan daha önemlidir. Bu sorunun cevabına ulaşabilmenin ilk şartı suskunluktur. Ve suskunluk, yalnızlığı göze almayı gerektirir. Ben kimim sorusunun peşinde patikada ilerlemek ancak arzu ve gayretle mümkündür. Uzak Bir Balıkçı Köyünü Susmak[15] adlı denemesinde Münir Göle, susmak anlatıyı kurmanın, çoğu kez de sürdürmenin önkoşuludur der.

“Risk almadan, acı çekmeden, aktif olmadan, kararlar vermeden, konuşarak mutlu olmak, hayatta da, olmaz analizde de”[16] cümleleriyle Erich Fromm da benzer bir şey söyler. Ancak bugün tüketim toplumu olarak tanımladığımız ve insanların yetersizlik hissiyle beslenen yapı, tıpkı alarak rahatlayacağımız gibi konuşarak da rahatlanacağı yönünde bir kabulü pazarlar bize.

Sanatçı bu açıdan, susarak patika yollar açan kişidir. Onlar için hep bir yolculuk kavramı vardır ama gidilecek yerin belli bir adresi yoktur. Yolda olmak önemlidir. Sanatçının amacı gittiği yerde bulacağı şeyi yıkmak, yağmalamak, istila etmek, kendine benzetmek değil, barış içinde yaşamak ve işbirliği yapmaktır. Böylece varlığını sahici kılar ve turist olanın tersine, esas bu şekilde görünür olmaya başlar. Çünkü yolda olmak, arazide olmaktır ve bir harita bir arazi değildir.  

Yol Durumu kitabının ilk başlığı olan “Yol Ağzı”, yolun ağzında yapılacak bir seçime işaret eder. Her seçim kaçınılmaz olarak insanda belli bir miktar kaygı uyandırır. Kierkegaard’a göre kaygı, varoluş içindeki olasılıkla ilişkilidir. Sartre sarp bir kayalığın tepesinde duran bir adam örneğini kullanarak, benzer bir noktaya değinir. Bu adam için dehşet verici olan, düşme olasılığı değil uçurumdan atlama gücüne sahip olmasıdır, der. Günümüzde bazı toplum bilimciler tarafından seçim bolluğu ve yapabilme olasılığı, “özgürlük zulmü” olarak tanımlanır.

Böyle bir dünyada, genişleyen bir uçurumdan aşağı bakmanın uyandırdığı hisse benzeyen bu duygudan kaçmanın bir olanağı söz konusu mudur? Ya da şöyle sorarsak; seçim yapma özgürlüğü, seçeneklerin sınırsız olması ve seçme gücüne sahip olmanın insana verdiği “kaygı” “Turist” olarak nitelenen bu kalabalığın oluşma sebeplerinden midir?

 “Yeni bir yolculuk çekiyor beni. Korkulara kapılacağımı, bilmedik heyecanlar yaşayacağımı, arada bir de kendimi okyanusun taşkın dalgalarına ya da denizin sakin sularına bırakabileceğimi canım istediği zaman kabuğuma çekilebileceğimi biliyorum.”[17] Bu satırlar yolda olmanın/yolculuğa çıkmanın kişiye verdiği özgürlük duygusunu tek başına, sadece kendinden sorumlu olmanın verdiği rahatlıkla birlikte kapsar. Modern hayatın dayatmalarından, zorunluluklarından, “meli-malı”larından uzak olduğumuz bir yolculuktur arzulanan. Bu duyguyu çıkış noktası olarak alan insanların, bir anlamda kaçış güdüsüyle hareket etmelerine rağmen, yine kendi meli-malılarının (görmeliyim-yemeliyim) tuzağına girmelerini nasıl açıklarız bilmiyorum.

Jean Baudrillard’ın Tüketim Toplumu adlı eserinde, “Tüketim toplumunun büyük bedeli, kendisinin neden olduğu genelleşmiş güvensizlik duygusudur,”[18] dediğini görürüz. Bu güvensizlik duygusu kendimizden ayrılıp kendimizi bulmak üzere yola koyulmamızın önündeki başat engeldir. Yarışta kalan ve model olarak üretilen yaşam tarzına erişenler, bunu ancak kendilerini tüketen bir çaba pahasına elde ederler. Geriye kalansa yorgunluk ve kredi kartı taksitleridir. Her şey dahil sistemlerin, kişiye yeni bir bakış açısı kazandırmak gibi bir hedefi yoktur. Turist olma durumu için ne gibi bedeller ödediğimiz üzerine düşündüğümüzde, sistemin tatmin kadar tatminsizlik, zenginlik kadar yoksulluk ürettiğini, zıtlıklarıyla ayakta durduğunu görürüz.  

Bireyin yaşadığını hissedebilmesinin yolu, gereğinden fazla tüketiminden geçer. Mutlu olduğunun göstergesi ölçülebilir refahıdır. Herkesin akın akın koştuğu “destinasyon”lara gitmek, “ultra her şey dahil” tatil mekânlarında konaklamak, yörenin yerlileriyle fotoğraflar çektirmek, tavsiye sitelerinde yüksek puanlar almış restoranlarda önceden yapılmış rezervasyonlarla yemek yemek, mutluluğun kanıtları olarak sunulur. Bunları yapabildiğin ölçüde eşitsindir. Demokrasinin tanımı bu şekildedir artık. İç haz olarak yaşantılanan ve ölçülemeyen mutluluksa, tüketim idealinden dışlanır. Tüm insanlar ihtiyaç ve tatmin ilkesi önünde eşittir diyen Baudrillard’ın işaret ettiği şey şudur: Et yeme ihtiyacı, tatil yapma ihtiyacı, giyinme ihtiyacı... Bunların giderilmesi ve tatmin edilmesi gereği her insan için eşittir. Ama eşit olmayan şey bunların değişim değeridir. “Tatil yapmak benim de hakkım,” diyerek sonsuz yıldızlı bir “tatil köyüne” gidenler ve “köyüne” gidenler arasında; ya da lüks bir marka palto giyenlerle Mahmutpaşa’dan palto alanlar arasındaki eşitsizlik yeni demokrasinin gereğidir. “Büyüme bolluktur, bolluk demokrasidir.”[19]

Yazar, turist olmanın sağladığı bir diğer kolaylığın “Bizden Biri” olarak onaylanma garantisi olduğunu belirtir kitabında. Etiketler, markalar, herkesçe tanınan, onaylanan sertifikalardır. Toplum tarafından beğenilme, onaylanma önemlidir. Çünkü toplumsal mevkii ancak o zaman anlamlı olur. Bu yolla edinilmeye çalışılan şey “kimlik”tir. Oysa bütün sanatların muhtemelen en zahmetlisi olan kendi olma sanatı, başkaları tarafından dayatılan ya da telkin edilen tanımları ve kimlikleri azimle reddetme ve defetmeye dayanır. [20] Dışsal baskılara, yani Münir Göle’nin kurduğu bağlam üzerinden söylersek, insanı “turist” olmaya iten şeye, herkesin “ol” dediği kişi olmaya direnmek gerekir.

Biliyoruz ki modernizm bize steril bir düşünce tasarımı sunar. Patikadaki tekinsizlik, otoyolun rahatlığına karşı durur. Modern yaşam bizleri otoyola davet eder. Oysa insanın olgunlaşma ve yetişkin olma yolu patikalardan geçer.  

Yolun sonu: Ölüm

Kitabın “Yıkıntılarda İz Sürmek” bölümünde yazar, her şeyin bir sonu olduğunu yıkıntıların çağrışımlarıyla bize anımsatır.

Kitap boyunca, yapılan tüm seyahatleri ve bu seyahatlerin yazara hissettirdiklerini hayatı anlamlandırma çabası olarak okuduk. Bu anlamlardan en güçlüsü, ironik olarak anlamsızlıkları anlamlı hale getiren ölümdür. Bu bağlamda, kitabın son bölümünün, “Yolsonu” olarak adlandırılması, ölümün bütün seyahatlerin varış durağı olduğu düşünüldüğünde çok yerindedir. Vardığı şehirlerde müzeler yerine, ona müzeleri çağrıştıran mezarlıkları gezmesi de bir açıdan bakıldığında Turist-Yolcu ayrımını destekler niteliktedir. Bu bölümde yazar, “İnsanların yüzlerce ve binlerce eseri, hazımsızlık duymadan, içi bulanmadan izlemesi, anlaması, hissetmesi, hele içselleştirmesi mümkün olabilir mi?”[21] diye sorar okuruna. Halbuki turist olarak imlenen (hızlı yaşayan, önemli ve değerli hissetmeyi diğerinin beğenilerine göre hizalayan, karar alırken kendi usundan süzmek yerine rol modelleri takip eden, görünür ve bilinir olmayı var olmakla eşdeğer gören) “modern” kitle için müzeleri -kendi hayat hızında- gezmek mezarlıklarda dolaşıp o şehrin geçmişi üzerine düşünmekten çok daha anlamlıdır. Çünkü anlam ona gösterilendir. Ve hatta anlam satın alınmıştır. Her şeyin satılık olduğu bir sistemde anlamların da alınır satılır olması gayet tutarlıdır.

“Ölüm bir yolculuksa eğer, çoğu kez önceden hesaplanmayan, en azından kabul edilmeyen uzun bir yolculuktur. Pusulası bilinmez, haritası yoktur.”[22]    

Ölüm bu açıdan okunduğunda arazide olmaktır. Yaşamın kendisidir yani. Yani ölüm aslında “yolcu” olmaktır. Bütün bir hayatı “turist” olarak yaşamayı tercih etsek de “yolcu” olarak öleceğiz.

Ve son cümlesinde ne demişti Göle?

“Gitmek ölmektir biraz, ölmek de gitmek.” 


[1] Behçet Çelik, Patikaların İyi Yanı, İletişim Yayınları, 2021, s. 69-70.

[2] Nathaniel Hawthorne’un “Wakefield” isimli öyküsünde kahraman, günün birinde karısına iş seyahatine çıktığını söyleyerek yirmi yıl dönmemecesine evden gider. Gittiği yer, evine komşu bir sokakta bir dairedir. Dönüşü, yirmi yıl sonra, soğuk bir günde, yağmur yüzünü ıslatırken ve iliklerine kadar üşürken, bu soğuğa dayanamayıp evine girmesiyle olur.

[3] Münir Göle, a.g.e.

[4] Münir Göle, a.g.e., s. 12.

[5] Münir Göle, a.g.e., s. 14.

[6] Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, Timaş, s. 12

[7] Amerikan seçimlerinde elli milyon kullanıcıya ait verilerin, Facebook’un kullandığı bir yazılımla manipüle edilmesi gibi.  

[8] Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı, s. 36.

[9] Guy Debord, a.g.e., s. 39.

[10] Guy Debord, a.g.e. s. 38.

[11] Darren Aronofsky, Requiem for a Dream, 2000.

[12] Münir Göle, a.g.e., s. 17.

[13] Münir Göle, a.g.e., s. 17.

[14] Münir Göle, a.g.e., s. 16.

[15] Münir Göle, a.g.e., s. 42.

[16] Erich Fromm, Dinleme Sanatı, Say Yayınları, s. 73.

[17] Münir Göle, a.g.e., s. 77.

[18] Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Ayrıntı Yayınları, s. 37.

[19] Jean Baudrillard, a.g.e., s. 54.

[20] İsviçreli yazarı Max Frisch’in YKY dan çıkan Günlükler adlı kitabındaki alıntıyı şu eserden aktarıyorum: Zygmunt Bauman, Yaşam Sanatı, Ayrıntı, s. 111.

[21] Münir Göle, a.g.e., s. 115.

[22] Münir Göle, a.g.e., s. 118.


Görsel: Victor