Sayın Başkan, Sayın Üyeler,
Bilindiği üzere 2002 yılından itibaren halen ülkeyi yöneten siyasi organizasyonun bir fraksiyonuna mensup temin edilmiş kişiler, polis, yargıç ve savcı sıfatı ile kolluk ve yargı teşkilatında kritik görevlere atanmışlardır.
Teşkilatlanmanın tamamlanmasından sonra, yani 2005’ten itibaren, iktidarın siyasi muarızlarının yargı eliyle tasfiyesi sürecine girilmiştir. Bu amaçla açılan davaların ortak özelliklerini:
- Soruşturmalardan önce medya marifetiyle kişiler itibarsızlaştırılarak kamuoyunun rızasının imal edilmesi,
- Kolluk fezlekelerinin kamuoyunun denetimini engelleyecek şekilde binlerce sayfadan oluşan iddianamelere dönüştürülmesi,
- Kitlesel olarak açılan ve tutuklu olarak devam eden davalar,
- Üretilen delillerle inşa edilen suçluluk ve tersine çevrilen ispat usulleri olarak kabaca özetleyebiliriz.
Bu davalar, Prof. Küçük’ün vaktiyle adlandırdığı üzere “Bana Suçumu Verin” davalarıdır. Yasanın suç olarak tanımladığı fiil yoktur, yargılanan sözde niyettir, sanıklardan olmayanın aksini ispat etmesi beklenir ve pek tabii bu hiçbir zaman mümkün olmaz.
2010 yılına gelindiğinde Anayasa’nın toplam 26 maddesi değiştirilmiştir. Değişen maddelerin 24 tanesi temel hak ve özgürlükleri güçlendirmeye, ikisi ise HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ve üye seçim usulünü değiştirmeye yöneliktir.
Siyasi iktidar olumlu değişikleri öne çıkararak yaptığı kurnazca manevra ile halkın desteğini alabilmiş, ardından asıl hedefine yönelerek yargı teşkilatının yapısını tümden değiştirmiş ve anahtarını ortağı fraksiyona teslim etmiştir. Böylece Türkiye’de “suiistimalci” veya “istismarcı” diye adlandırılan Anayasa dönemine girilmiştir.
Artık Anayasa, Anayasal kuralların bertaraf edilmesi amacıyla kullanılmaya başlanmış ve 2017 Anayasa değişikliği ile Türkiye’de kuvvetler ayrılığı tamamen ortadan kaldırılmıştır. Sonuçta bağımsız bir yargıdan söz etmek olanağı kalmamış, yargıç ve savcılar yürütmenin memuruna dönüştürülerek mahkemeler siyasi ikbalini sürdürmek amacından başka bir kaygısı bulunmayanların etkisine açık, “cezalandırmaya ihtiyaç duyanların” mekânına dönüştürülmüştür.
Bu tespitleri olgusal olarak doğrulayan en önemli örneklerden biri şu anda Mahkemenizde görülmekte olan davadır. Somut yargılamada:
- İstanbul 33. Asliye Ceza Mahkemesi’nde aynı eylemlerle ilgili olarak yapılan yargılama neticesinde verilen ve 1 Haziran 2015 tarihinde kesinleşen E:2014/88, K:2015/145 sayılı beraat kararı nazara alınmayarak Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 223/7. maddesinde yer alan "non bis inidem" ilkesi açıkça ihlal edilmiştir.
- Bölge Adliye Mahkemeleri’nin, “dosyayı ve dosya ile birlikte sunulmuş olan delilleri” inceleyerek hüküm verebileceği CMK tarafından hükme bağlanmış olmasına rağmen, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza Dairesi, 22/01/2021 gün ve E:20220/573, K:2021/54 sayılı bozma ilamında, dava dosyasında bulunmadığı halde UYAP’tan elde ettiğini belirttiği belgelere dayanarak karar vermiş olması sonucunda CMK’nın 217 ve 280/1. maddesi açıkça ihlal edilmiştir.
- CMK’nın 217 ve 280/1. maddesinin açık ihlali, “Çarşı” davası olarak bilinen davada yerel mahkemenin verdiği beraat hükmünü bozan Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 18/03/2021 günlü kararı için de aynen geçerlidir.
- “Çarşı” davası olarak anılan dava ile şu anda görülmekte olan dava, daha önceden saptanmış duruşma günü olan 6 Ağustos 2021 tarihli oturum, sanıklar ve müdafilerine tebligat yapılıp hazır bulunmalarını temin etmeden, yokluklarında, 2 Ağustos 2021 tarihine çekilerek birleştirme kararı verilmiş, böylece CMK’nın 188, 195, 209, 215 ve 216. maddeleri ihlal edilmiştir.
- Ayrı kanun yollarına tabi davalar birleştirilerek CMK. 307/3. maddesi ihlal edilmiştir.
- Sanıkların toplanmasını istediği hiçbir delil toplanmamış, Savcılığın sunduğu deliller ise tartışılmayarak CMK’nın 216. ve 217. maddeleri ihlal edilmiştir.
- Savcılığın gösterdiği tanıkların savunmanın izni olmadığı halde dinlenilmelerinden vazgeçilerek CMK’nın 206/3. maddesi ihlal edilmiştir.
- Mağdur ve şikâyetçilere tebligat çıkarılmayarak ve duruşmada dinlenilmeyerek CMK.’nın 233. vd. maddeleri ihlal edilmiştir.
- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 10 Aralık 2019 tarihli Kavala/Türkiye (2874/18) Kararının gereği yapılmayarak Anayasa’nın 90. Maddesi ihlal edilmiştir.
- Anayasa Mahkemesi’nin (1.Bölüm) 3 Aralık 2020 tarihli (2019/7132) Aksakoğlu Kararına uyulmayarak Anayasa’nın 153. maddesi ihlal edilmiştir.
Sayın Yargıçlar,
Yargılamada, şimdi saydığım usul ihlallerinin en az iki kat daha fazlasını Mahkemenize sunduğumuz 21 Mart 2022 tarihli esas hakkındaki savunmalarımızı içeren dilekçemizde belirttik. Usul hükümlerinin “muhakemenin aynası değil, büyüteci” olduğunu, “ihlalindeki adaletsizliğin kimsenin gözünden kaçmayacağını” anımsatmam her halde gereksiz olacaktır.
Bütün bunları yeniden dile getirmemin sebebi, Mahkemeniz ile 2016 öncesindeki fraksiyonun yargılama pratiğindeki aynılığa/birliğe dikkat çekmektir. Esasında dava ile ilgili soruşturma yapanların, sonradan bire bir iddianameye dönüşen polis fezlekesini hazırlayanların bugün cezaevinde oluşları karşısında, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın söz konusu iddianameyi noktası virgülüne kadar esas hakkındaki mütalaası olarak sunmuş olmalarının yargı pratiklerinin aynılığı konusunda yeterli açıklığı taşıdığı söylenerek bu gayrete girilmesinin dahi yersiz olduğu söylenebilir. Fakat bu konuya değinmemin asıl sebebi, gelinen aşamada 2016 öncesindeki yargı pratiğinin aynen sürdürülmesinin yanında ve buna ek olarak yeni ve tehlikeli bir yolun daha yürürlüğe sokulması girişimine dikkat çekmektir.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 19 Şubat 2019 tarihli İddianamesine ve iddianamenin bir tekrarı olan 4 Mart 2022 tarihli esas hakkındaki mütalaasına iddialı bir sosyo/ekonomik, politik ve tarihsel analizle başlıyor:
Başsavcılık,
“2010 yılında başlayan … Arap Halklarının demokrasi özgürlük, ve insan hakları taleplerinden ortaya” çıktığını belirttiği Arap Baharı olarak anılan, Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün, Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas’ta gerçekleşen halk hareketlerine değindikten sonra, “Ülkemizde … bu olayların farklı bir yansıması ve uyarlaması” olarak nitelendirdiği Gezi Direnişi’nin değerlendirilmesini yapmaktadır.
Başsavcılık, İngilizcede “işgal et” anlamına gelen Occupy kelimesinin ilk kez 2011 yılında Wall Street eylemlerinde kullanıldıktan sonra tüm dünyaya yayıldığını, Mısır, Gürcistan, Kazakistan ve daha birçok ülkede protesto eylemlerinin ilham kaynağı olduğunu,
Kanadalı Ahmed Bensaada adlı yazarın Amerikan Arabeski adlı kitabını referans göstererek, Mısır’daki ayaklanmayı örgütleyen 6 Nisan hareketi başta olmak üzere Arap Dünyasının tamamındaki özgürlükçü hareketlerin bir şekilde, merkezi Belgrad’da bulunan, 1998 ile 2013 tarihleri arasındaki adı OTPOR (Direniş) olan ve sonradan CANVAS (Uygulamalı Şiddet İçermeyen Eylem ve Stratejiler Merkezi) adını almış olan Sırbistan yurttaşlarınca kurulmuş organizasyon tarafından örgütlendiğini, elliden fazla ülke aktivisti ile ilişki kurarak eğitim verdiğini,
OPTOR/CANVAS’ın Gene Sharp adlı yazarın Diktatörlükten Demokrasiye adlı kitabında yer aldığını belirttiği ve iddianamede tek tek sayılan 198 Pasif Eylem Metodunu kullandığını belirtilerek,
Gezi Direnişi’nin de hükümeti yıkmak amacıyla ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik olarak “…batı finansörlüğünde, Sırp profesyonel devrim ihracatçılarının eğittiği Türkiye distribütörleri tarafından organize edildiği…”ni iddia etmektedir.
Başsavcılığın Otpor/Canvas’ın Gezi Direnişinde Asli Organizatör Olduğu Yönündeki İddiasına Temel Oluşturduğu Sözde Olgular Ve Yorumlar ise şunlardır:
a) 2011 yılında kurulduğu belirtilen Ayaklan İstanbul, 2012 yılında kurulduğu belirtilen occupyturkey Facebook sayfaları ve, 28 Mayıs 2013 günü Twitter’da başlatılmış olan occupyturkey ve Diren Gezi Parkı hashtagleri,
b) CANVAS’ın kurucularından olduğu önesürülen Slobadan Dijinovic’in:
- 22-25 Nisan 2011 tarihleri arasında İstanbul’da,
- 8-19 Temmuz 2011 tarihleri arasında Antalya’da,
- 1-7 Haziran 2012 tarihleri arasında CANVAS kurucusu olduğu öne sürülen Srada Popovic, üniversite direktörü olduğu öne sürülen Breza Race, Jelena DJinovic, Marija Stanisavlijevic ve Sham Elkwashassayad adlı kişilerle Antalya’da,
- 28 Haziran–5 Temmuz 2013 tarihleri arasında CANVAS çalışanı olduğu öne sürülen Bojana Kristic Markovic, CANVAS üniversite direktörü olduğu öne sürülen Breza Race, Jelena Djinovic, Sham Elkwashassayad ve Geric Aleksandra adlı kişilerle Antalya’da,
- 30 Ağustos–6 Eylül 2013 tarihleri arasında Antalya’da,
- 30 Kasım–5 Aralık 2013 tarihleri arasında CANVAS üniversite direktörü öne sürülen Breza Race isimli şahısla birlikte İstanbul’da,
- 1–3 Şubat 2014 tarihleri arasında İstanbul’da,
- 17–18 Mayıs 2014 tarihleri arasında İstanbul’da,
- 23–27 Haziran 2014 tarihleri arasında İstanbul’da,
- 20–26 Kasım 2014 tarihleri arasında İstanbul’da bulunduğu,
c) 12–15 Kasım 2012 tarihleri arasında CANVAS kurucusu olduğu öne sürülen Srada Popovic’in İstanbul’da bulunduğu,
d) Mehmet Osman Kavala’nın “… aynı süreç içerisinde … kalkışma hareketinin bir başka ayağının koordinesi maksadıyla…” gerçekleştirdiği iddia olunan,
- 23–27 Şubat 2012 tarihleri arasında Almanya’ya,
- 31 Mayıs–4 Haziran 2012 tarihleri arasında Almanya’ya,
- 19 Haziran–1 Temmuz 2012 tarihleri arasında Almanya’ya,
- 11–13 Temmuz 2012 tarihleri arasında ABD’ye,
- 2–5 Ağustos 2012 tarihleri arasında Almanya’ya,
- 24–29 Ekim 2012 tarihleri arasında Almanya’ya,
- 15–18 Kasım 2012 tarihleri arasında Meltem Aslan Çelikkan adlı kişiyle Fransa’ya,
- 22–24 Ocak 2013 tarihleri arasında Belçika’ya,
- 5-6 Nisan 2013 tarihleri arasında Gökçe Tüylüoğlu adlı şahısla Macaristan’a,
- 7–15 Temmuz 2013 tarihleri arasında Çiğdem Mater Utku ile Ermenistan’a,
- 7–8 Ağustos 2013 tarihleri arasında Almanya’ya,
- 24–26 Eylül 2013 tarihleri arasında Ahmet Faik İnsel adlı kişi ile Belçika’ya,
- 20–23 Aralık 2013 tarihleri arasında Fas’a yaptığı seyahatler,
e) Mehmet Ali Alabora’nın,
- 30 Haziran–5 Temmuz 2011 tarihleri arasında eşi A. Pınar Alabora ile İngiltere’ye,
- 28 Aralık 2011–1 Ocak 2012 tarihleri arasında eşi A. Pınar Alabora ile İngiltere’ye
(Bu seyahatin dönüşünde aynı uçakta Handan Meltem Arıkan da bulunmaktadır.
Savcılık bu seyahati “şüphelilerin 2011 yılında dahi gezi kalkışması maksadıyla bu kapsamda ortak planlı seyahatler gerçekleştirdiklerinin” kanıtı olarak sunmaktadır),
- 25–29 Ocak 2012 tarihleri arasında eşi A. Pınar Alabora ile İngiltere’ye,
- 7–15 Temmuz 2012 tarihleri arasında Ayşe Pınar Alabora, Defne Anter, Meltem Arıkan ve M.O. Edomwony adlı kişilerle Mısır ülkesinin başkenti Kahire’ye (Savcılık İvan Maroviç’in de Mısır ülkesinde bulunduğunu ve bunun twitlerden anlaşıldığını iddia ediyorsa da bu iddiayı destekleyen herhangi bir twit dosyada bulunmamaktadır.),
- 29 Eylül–1 Ekim 2012 tarihleri arasında ABD’ye yaptığı seyahatler,
f) OTPOR/CANVAS’ın internet sitesinden alınan tümü 1998 ila 2000 yılları aralığına ait makaleler ile gezi eylemlerinin karşılaştırılması,
g) Diktatörlükten Demokrasiye (2003) adlı kitapta yer alan 198 pasif eylem biçimi ile Gezi eylemlerinin kıyaslanması,
Başsavcılık Değerlendirme (s. 90) kısmında ise özetle, OTPOR ve türevlerinin küresel sermayeye hükmeden odakların, kendileri gibi düşünmeyen, kendilerinin emellerine hizmet etmeyen veya kendilerinin dünya ülkelerine dayatmaya çalıştıkları Ortadoğu coğrafyası gibi bölgelerin siyasi haritalarını kabul etmeyen -ki bunların içinde kuşkusuz Adalet ve Kalkınma Partisi ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan da vardır- yönetimlere yönelik kalkışmalara giriştikleri, bu odakların amacının demokratik yönetimler oluşturmak olmadığının anlaşıldığını, aksi olsaydı krallıkla idare edilen veya anti demokratik ülkelerde de benzer olayların görülmesinin gerekeceğini, OTPOR’un Mısır’da Müslüman Kardeşler Örgütünün iktidardan zorla düşürülmesine tepki göstermemesinin ve Mısır halkına yardım etmemesinin de bu savlarını desteklediğini savunmaktadır.
Savcılık OTPOR yönetici ve çalışanlarının İstanbul ve Antalya’ya geldiğini belirtiyor -ki bu seyahatlerin neredeyse tamamına yakını Gezi direnişinden çok önce ve/ya da bitmesinden sonradır- ancak kim ve kimlerle görüştüğüne ilişkin en ufak bir bilgi vermiyor. Mehmet Ali Alabora, eşi ve arkadaşlarının Kahire’ye gittiğini belirtiyor, o sırada OTPOR çalışanlarının da orada olduğunu ve görüştüklerini iddia ediyor ancak bu iddiasına ilişkin bir kanıt sunmuyor, iddiasını üçüncü bir kişinin bir twitine dayandırıyor. Twit metni okunduğunda ise Savcılığın belirttiği sonuca varılamıyor.
Sayın Kavala’nın olağan yurtdışı seyahatleri sayılıp döküldükten sonra -ki bunların çok büyük bir kısmı Gezi Direnişi’nden çok öncedir-, gittiği ülkelerde kimlerle, nerede, hangi konu hakkında görüştüğü belirtilmediği halde sırf seyahat etmiş olması, olmayan bir suçun bağlantısı olarak öne sürülebiliyor.
Gezi'nin finansmanı ve para aktarımı iddialarının aksini kanıtlayan MASAK raporu dava dosyasında bulunduğu halde, esas hakkındaki mütalaada hâlâ suçun finansmanına ilişkin iddiada bulunabiliyor.
Neden sonuç ilişkisinden kopuk, açık olmayan, belirsiz ifadelere dayalı içerik yanlışlarından oluşan, ispat edilmemiş olanı aleyhe kullanmaya çalışan bu totolojik iddialar kuşkusuz bilinçsiz akıl yürütme hatasının sonucu değildir. Yöneldiği hedefi anlayabilmek için biraz daha ilerlememiz, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Tunus’tan Moritanya’ya, Umman’dan Gürcistan’a, Türkiye’den ABD’ye kadar neredeyse tüm coğrafyayı kapsayan sosyo/ekonomik/politik ve tarihsel içerikli kapsamlı yorumunu da değerlendirmemiz gerekmektedir.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Gezi Direnişi’ni Ortadoğu coğrafyası, ülke sınırları, demokrasi gibi büyük laflarla küresel sermayenin bir oyunu olarak göstermekle pek aceleci ve temkinsiz davranıyor.
Zira bu söylemde bulunanlar Türkiye’nin, küresel sermayenin lideri ABD’ye ülkesinde askeri üs kurmasına izin verdiğini, küresel sermayenin en büyük temsilcilerinden AB’ye girebilmek için fasıllar açıp kapattığını, sermaye egemenliğine dayalı ekonomisinin -bu günlerde ilk yirminin dışında kalmasına rağmen- küresel sermayeyle tümüyle entegre olduğunu, küresel sermayenin savaş örgütü NATO’nun kurucularından olduğunu unutmaması gerekiyor.
İş Ortadoğu coğrafyasında ülke sınırlarının değiştirilmesine geldiğinde Savcılığın argümanları tümüyle inandırıcılığını yitiriyor. Bunun için, ülkeyi yöneten siyasi organizasyonun kendini BOP eşbaşkanı ilan ettiğini, Müslüman Irak ülkesinin ABD tarafından işgali öncesinde ABD’nin Türkiye hava sahası ve topraklarını kullanmasına izin veren 1 Mart tezkeresinin TBMM’de yapılan oylamada iktidar milletvekillerinin 264 kabul oyuna rağmen yeterli çoğunluğu (267) bulamadığından reddedildiğini, halen güney sınırımız boyunca komşu ülke topraklarında, Libya’da asker bulundurduğumuzu, Suriye’nin işgalinde, izlenen politikaların katkısını anımsatmak sanırım yeterli olacaktır.
Diğer yandan “… entegrasyon düzeyleri, rekabet gücü potansiyelleri ve ekonomik büyümeden yararlanma payları anlamında ülkeler arasında temel bir asimetrinin küresel ekonomiye damgasını vurduğu” yadsınamaz bir gerçektir. “Bu farklılaşma … her ülkede bölgeler arasında da” gözlenmektedir. “Kaynakların, dinamizmin ve zenginliğin belli bazı ülkelerde bu biçimde yoğunlaşmasının sonucu, küresel ekonominin parçalanmasını takiben dünya nüfusunun da giderek parçalanması ve bunun eşitsizliği, toplumsal dışlanmanın yükselişi gibi küresel eğilimlere yol açmasıdır” (Castells, Manuel, Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, c. 1 - Ağ Toplumu, s. 168, Bilgi Üniversitesi Yayınları).
“Bu parçalanmanın başlıca özelliği çifte bir hareketliliktir: Bir yanda ülkelerin ve insanların bir kesimi küresel değer, yatırım ve zenginlik edinme ağlarına bağlanır. Diğer yanda ağlarda değerli olan ya da değer yitiren şeyler dikkate alındığında değersiz olan her şey, ağlardan dışarıya çıkarılır ve nihayetinde bertaraf edilir. Ağlardaki konumlar zaman içinde yeniden değer kazanma ya da değer yitimiyle dönüşebilir. Bu da ülkeleri, bölgeleri ve nüfusları, yapısal istikrarsızlıkla aynı etkiye sahip daimi bir hareketlilik içinde tutar”.
“İnsanlar giderek anlamlarını ne yaptıkları etrafında değil ne oldukları ya da olduklarına inandıkları etrafında örgütlüyor. Bu arada, diğer taraftan değiş tokuş aracı olan küresel ağlar, seçici bir tutumla, durmak bilmeyen bir stratejik kararlar akışı içinde, ağ dahilinde belirlenen hedeflerin gerçekleştirilmesiyle ilgilerini değerlendirerek bireyler, gruplar, bölgeler hatta ülkelere kapılarını açıyor ya da kapatıyor. Akabinde, soyut, evrensel bir araçsallık ile tarihsel bakımdan köklü, zata mahsus kimlikler arasında temel bir bölünme ortaya çıkıyor. Toplumlarımız giderek Ağ ile benlik arasındaki çift kutuplu bir karşıtlık etrafında yapılanıyor” (a.g.e., s. 4)
Dünya Eşitsizlik Raporu'nun 2021 sonuçlarına göre en tepedeki %1, 1990'ların ortasından bu yana biriken tüm ek servetin %38'ini; en alttaki %50 ise bu birikimin sadece %2'sini aldı. Bugün küresel eşitsizlik, batı emperyalizminin zirvede olduğu dönemle aynı seviyede.
Rapora göre Türkiye'de gelir eşitsizliği son 15 yılda artmaya devam etti ve son üç yıldaki ekonomik yavaşlama tüm nüfus gruplarının gelirlerini azalttı.
Türkiye'de bir yetişkinin yıllık ortalama kazancı 85 bin TL. Buna karşılık en yoksul %50'nin ortalama geliri yıllık 20.260 TL iken en zengin %10 bunun 23 katı kadar yani 463.020 TL kazanıyor. En zengin %10, tüm gelirin %54,5'ini alırken, en yoksul %50'nin payı sadece %12.
Uluslararası Göç Örgütü (IOM), 2020'de rekor sayıda kişinin şiddet ve çatışma nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kaldığını açıkladı. Örgüt hazırladığı Dünya Göç Raporu'na göre, geçtiğimiz yıl 26 milyon yeni mültecinin kaydı yapıldı. 55 milyon kişi ülkeleri içinde yer değiştirmek zorunda kaldı. Birçok kişi de doğal afetler nedeniyle evlerini terk etti.
Doğduğu ülke dışında yaşayanların sayısı 281 milyona ulaştı. Bu sayı 2019'da 272 milyon, 1990'da ise 128 milyondu.
Doğu Afrika ülkeleri Somali, Etiyopya ve Güney Sudan, yerlerinden edilenlerin sayısının en fazla olduğu ülkeler olarak kayıtlara geçti. Üçüncü sıradaki Etiyopya'da 1,7 milyon kişi evini terk etmek zorunda kaldı.
Güney Sudan geçtiğimiz yıl ülkeden kaçmak zorunda kalan 2 milyon kişiyle, Afrika'da en fazla mülteci veren ülke oldu.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı olarak, bu denli eşitsizlik üzerine kurulmuş sermaye düzenine karşı dünya halklarının kitlesel gösteriler yapmasını garip mi karşılıyorsunuz? Sizce küresel sermaye düzeni milyonlarca yoksulun sessiz kalmasını, bu büyük adaletsizliğe boyun eğmesini mi, yoksa direnmesini mi arzu eder? Bütün bu haksızlıklara karşı direnenlerin akılsız, kolayca yönlendirilebilir olduğunu mu düşünüyorsunuz?
17 Eylül 2011’de Zuccotti Parkta “biz %99’uz” sloganı ile başlayan ve kısa sürede kırk kente yayılıp yaklaşık bir yıl süren Occupy Wall Street hareketini sizce Soros ve/ya da küresel sermaye yapmış olabilir mi?
Aynı yıl başlayan ve Londra’da St. Paul's Katedrali meydanını üç yıl boyunca işgal eden “Londra’yı işgal et” hareketi OTPOR’un denetiminde olabilir mi?
Fransa’da 2005 yılında başlayan “gece ayakta” hareketi, devamında “liseliler” ayaklanması”, 17 Kasım 2018’de başlayan ve halen birçok kentte süren, Belçika ve Hollanda’ya da sıçrayan “sarı yelekliler” hareketini Soros finanse etmiş olabilir mi?
2008 İzlanda, 2009 Yunanistan’daki günlerce süren kitlesel eylemler, kriminal 8-10 kişinin veya küresel sermayenin ve/ya da OTPOR’un organize ettiği eylemler olabilir mi?
Bu soruları olumlu yanıtlamak aklı selim bir insan için mümkün değildir. “İşgal Et” hareketleri, 17 Eylül 2011’de New York City’de başlayan ve hızla dünyanın her köşesine yayılan, gücünü halktan alan bir vicdanlılar hareketidir. En büyük etkisi, halklara kardeş olduklarını yeniden anımsatmaları, yoksulluk ve eşitsizliklerle mücadelenin zorunluluğunu bilinçlere taşımalarıdır. Her türlü iktidarı önce dilden sonra zihinlerden silme girişimidir.
İnsanlar, yeni bir başlangıç yapma şeklindeki mantıken paradoksal bir işi becerebilmeye donanımlıdırlar; çünkü bizatihi kendileri yeni başlangıçlar ve haliyle yeni başlatıcılardır. Yani tam da bu başlatma yetisi, doğumluluğa ve insanoğlunun ancak doğumla bu dünyada görünür olduğu gerçeğine dayanır (Arendt).
Bu yüzdendir ki Sayın Yargıçlar, ezilen halkların öğretisi evrenseldir. Birbirinden öğrenirler, birinin deneyimi tüm halkların deneyimidir. Ve bu sebepledir ki, halklar köle isyanlarını, Spartaküsleri, Şeyh Bedreddinleri, Nesimi’yi, Fransız Devrimi’ni unutmazlar. Yoksulluğun, yoksunluğun, ötekileştirmenin, yerinden edilmenin, zulmün sonucudur ki, 1848’de Avrupa’da gezinen o güzel hayalet, 2013 yılında ülkemizi ziyaret etmiş, şimdi tüm dünyayı dolaşmaktadır.
Zulme karşı direnme yöntemleri insanlık tarihi kadar eskidir Sayın Yargıçlar, insanlar bu yüzden kendi mücadele tarihlerinden öğrenirler küresel sermayeden, CIA’den veya/da OTPOR’dan değil. Savcılık boşuna zahmet ederek Gene Sharp’tan alıntı yapmış ve ona ait olduğu yanılgısına düşerek 198 adet sivil direniş eylemleri ile gezi eylemlerini “geçersiz kıyas” mantık hatasıyla karşılaştırma yanlışına düşmüştür. Tamamı için örnek verebiliriz ancak birkaç taneyle yetinelim:
- Toplu Dilekçe: 15 Mayıs 1984’te Kenan Evren’e verilen Aydınlar Dilekçesi’ni anımsatalım.
- Konuşmalar, Sloganlar, Afişler, Pankartlar, Bildiriler vs. örneğe gerek olmadığını sanıyorum
- Ödülleri reddetmek: Sokrates ölüme mahkûm olduğu halde yakınlarının kaçırma teklifini reddetmiştir.
- Lisistratik eylemsizlik, M.Ö 411’de Aristofanes’in yazdığı oyunun adıdır.
- İtaatsizlik: İtaat etmek kendimizi umutsuzluğa kaptırmaktır., halbuki harekete geçmek, ayakta kalabileceğimiz konusunda bir umudu hâlâ içinde barındırır. Thucydides, M.Ö. 415.
- Pasif Eylem: Tiranlar ne kadar fazla yağmaya girişirse…ne kadar çok yakıp yıkarsa, insanlar onlara o kadar fazla itaat eder… Fakat hiç kimse, şiddet kullanmaksızın, onlara itaat etmezse …perişan bir konuma düşüp yok olurlar Etien De La Boetie, 1548
- Açlık Grevleri: 1980 ve sonrası Türkiye Cezaevlerini anımsamak yeterlidir.
Burada hemen belirtmeliyim, Savcılık tarafından geliştirilen bu yöntemlerin elbette yöneldiği bir hedef vardır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı sadece mensuplarının şimdi cezaevinde yattığı fraksiyonun yöntemlerini tekrar etmekle, onların sözde sosyolojik analizlerini aynen benimsemekle kalmıyor, biraz önce değindiğim kuvvetler birliğinin egemen olduğu, istismarcı Anayasacılığın sürdürüldüğü bir ortamda temkinli olmayı elden çıkarıyor, biçimsel olsa dahi yasal normdan hareket etme ihtiyacı duymuyor, iftirayı benimsiyor. Fakat eli yükseltmeye devam ediyor, delil üretme zahmetine katlanmaktansa keyfi davranmayı tercih ediyor, gücünü abartarak toplumun en temel haklarından kaynaklanan toplantı ve gösteri yapma hakkını, düşüncelerini ifade etme özgürlüğünü, sanatı ve hatta konuşmayı CIA artıklarına atfedip kriminalize etmeye çalışarak “ölü” bir toplum inşa etmeye çalışıyor.
Bütün bunları yaparken kuşkusuz, 1933’te Devlet Adalet Reisi ve adaletin “rejime katılmasıyla” görevli “Devlet Komiseri” olan Hans Frank’ın “Adalet Alman halkına faydalı olandır,” sözüyle bire bir benzerlik taşıyan “Buradan tüm yargı dünyasına sesleniyorum, kanun maddelerini değil vicdanınızın sesini dinleyin." (Recep Tayyip Erdoğan 9 Ocak 2020) çağırısı yapan siyasi organizasyondan güç almaktadırlar.
Brecht’in bir oyununda bu çağırıya yaptığı gönderme unutulmazdır:
Bu gelenler yargıç beyler.
Buyurdu tepedekiler:
Halka faydalı olandır hak[1]
Sordular: Nasıl bilinir bu?
Şimdi işitecekler hukuku
Hapse girene dek tüm halk.
Oysa ne bu tiyatro oyununun yazıldığı ülke Nazi Almanya’sında, ne faşist İtalya’da ve benzerlerinde tüm halkı hapse atmak mümkün olmadı, olamadı. Tarih öğretir Sayın Yargıçlar, ülkemizde bu yöntemleri uygulamaya kalkan fraksiyonun ve onların siyasi destekçilerinin pek kısa süre önce düştüğü durum hafızalarımızda tazeliğini koruyor.
Burjuva sağduyusunun sakat beygiri, varlığı olaydan, nedeni sonuçtan ayıran çukur önünde elbette ki ne yapacağını bilemeyerek durur kalır; ama insan, soyut düşüncenin engebelerle dolu alanında dört nala at sürüp avlanmaya çıktığı zaman, kötü bir beygire binmemeye dikkat etmelidir (Kominist Manifesto, Marx/Engels).
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ne yazık ki bu iddianameyi yazan dünya görüşünü aynen benimseyerek sakat bir beygirle yola çıkmayı tercih etmiştir. Uzun yol alamayacağı kesindir.
Savcılık Türkiye halklarının en barışçıl ve en yaygın hareketini, Tüm ülkedeki devrilen birkaç aracın, zarar gördüğü öne sürülen yirmi civarındaki parti binalarının ve eşyanın fotoğraflarını koyarak vandallıkla, demokrasi düşmanlığıyla itham etmektedir. Ancak esas hakkında mütalaada polis şiddetine maruz kalarak yaşamını yitiren halkın yiğit evlatları Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Berkin Elvan, Mehmet İstif, Elif Çermik ve kolluk görevlileri Ahmet Küçükdağ ile Mustafa Sarı’dan tek bir cümleyle dahi bahsetme cesaretini gösterememektedir.
14 Haziran 2013 tarihinde birkaç metreden kafasından vurularak öldürülen 27 yaşındaki Ethem Sarısülük’ün katiline verilen 15.200 TL para cezası kaç tane hasar görmüş elektrik direği eder? Ne kadar ödersek Ethem Sarısülük’ü geri getirebiliriz? Ailesinin gözlerine bakarak yanıt verebilir misiniz?
Polisler tarafından dövülerek ağır yaralanan, 38 gün komada kaldıktan sonra 10 Temmuz 2013 günü sonsuzluğa uğurladığımız 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz’ın 38 gün başında nöbet tutan ailesi ve dostlarının gözlerine bakarak nöbet tutmayı Gene Sharp’tan öğrenip öğrenmediklerini soralım mı?
Katillerine ödül gibi cezalar vermekle yetinmeyip bir de tekme atarken ayağı incindiği gerekçesi ile bu davada katiline katılan sıfatını verdikten sonra Ali İsmail Korkmazın anne ve babasının gözlerinin içine bakarak bağımsız yargıyı, demokrasiyi anlatmak ister misiniz?
Ya da 15 yaşındayken, başından hedef alınarak gaz fişeği ile vurulan ve yaklaşık on ay komada direndikten sonra sonsuzluğa uğurlanan Berkin Elvan’ın ailesine sorun bakalım nöbet tutmayı nereden öğrenmişler, bağımsız yargı, demokrasi hakkında ne düşünüyorlar?
Kafasına isabet eden gaz fişeği ile öldürülen 15 yaşındaki Berkin Elvan’ın, 22 yaşındaki Abdullah Cömert’in, 22 yaşındaki Ahmet Atakan’ın, 36 yaşında yüzüne biber gazı sıkılarak öldürülen Mehmet İstif’in, 64 yaşında yüzüne biber gazı sıkılarak öldürülen Elif Çermik’in ailesi ve yakınlarına, biber gazına ambargo konulmasının Türkiye’yi dış dünyada zor duruma düşürdüğünü anlatır mısınız?
Sizce biber gazı ile yurttaşlarının öldürülmesi mi ülkemizin yüzünü daha çok kızartır, yoksa insan yaşamını tehlikeye sokan, hatta yaşamına son veren tarzda kullanılmasının önüne geçebilmek için biber gazının yasaklanmasını savunan insanların çabaları mı?
Hiçbir somut isnat olmadığı halde Sayın Kavala’yı beş yılı aşkın bir süredir tutuklu olarak yargılamak, tutukluluğun devamı kararında suçunu bile söyleyememek mi yoksa hak ettiği özgürlüğünü iade etmiş olmak mı Türkiye’yi dışarıda zor durumda bırakır?
Hiçbir yasal normun uygulanmadığı, keyfiliğin egemen olduğu, sadece muhaliflerin tasfiyesine yönelik yürütülen yargılama pratiğine ilişkin Avrupa Konseyi'nin AİHM’e sunduğu ve Türkiye’yi yalancılıkla itham ettiği 19 Nisan 2022 raporu mu daha yüz kızartıcıdır yoksa, haklarını savunan özgür bireylerden oluşan bir toplum için çaba göstermek mi?
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının yanıtı paragrafların ilk tümcelerinden yanadır.
Sayın Yargıçlar,
Hukuk normunun esas itibarıyla kanun koyucunun kabul ettiği metin olmaktan çok ve aynı zamanda yargıcın bu metni anlamlandırması olduğu bir gerçektir. Bu bakımdan önüne gelen her somut olayda ve her defasında hükmü yeniden inşa eder. Her somut yargılamanın tikelliği buradan kaynaklanır. Yasal ve siyasal koşullar ne kadar olumsuz olursa olsun “insanlar makine değildir ve boyun eğdirmek için ne kadar baskı yapılsa da, bazen adaletsizlik olarak gördükleri şeyden etkilenir, özgür iradelerini ilan etmeye cesaret ederler. İşte bu tarihsel olasılıktadır umut”.
Bu istisnai durumun olabilirliğini somut davada her oturumda tekrarlanan muhalefet şerhi yeterince ikna edici bir şekilde ortaya koymuştur.
İstinaf Bozma ilamının öze ilişkin olmayıp, “Çarşı” dosyasının kanıtlarının da değerlendirilerek bir karara varılması yönünde olduğu ve doğru bir kararla bu dosya mevcut dosyadan ayrıldığına göre tüm sanıklar bakımından beraat kararı vermek yasal bir zorunluluktur. Bu zorunluluğa uymanızı dilerim.
[1] Halka faydalı olandır hak, 1933 ten başlayarak ‘Devlet Adalet Reisi’ ve adaletin ‘rejime katılmasıyla’ görevli ‘Devlet Komiseri’ olan Hans Frank’ın “Adalet Alman halkına faydalı olandır,” sözüne gönderme.