Ulus-devlet ideali, oluşum döneminde, kendini tek bir etnik unsurun egemenliğine dayanan siyasal oluşum biçimi olarak tanımlamadı. Tersine, yeni devletin yeni insanı üretmesi idealini dile getirdi. Bu, bütünüyle gerçekleşmesi elbette mümkün olmayan bir idealdir. Ama ulus-devlet modeline çıkışında cazibesini veren de oydu. Bu nedenle, modern toplumun yarattığı yeni sınıflar, geleceklerini ulus-devlet ideali içinde tanımlayabildiler. Ulus-devlet ideali, etnik kimlikten öteye, - ama aynı şeyi dinî ve kültürel kimlikler için söyleyemeyiz-, insanlara merkezinde modern devletin bulunduğu soyut bir kimlik kazandırılması hedefinden güç alıyordu. Birey kavramı üzerine oturan bu kimlik bir yanıyla evrenselliğe, diğer yanıyla devlete dönüktü. Ulus-devlet tasavvuru, çoğu yerde, yerel güçlerin baskısına başkaldırmayı, geleneklerin boğucu durağanlığını kırmayı, cematten bireye geçişin vaat ettiği özgürlüğü içinde barındıran bir sentezdi.
Devlet, bu yeni yapı içinde, hem düzenleyici hem de yol gösterici olmak zorundaydı. Modern zamanların yarattığı beklentiler, 20. yüzyılda refah devletinin oluşumunu hazırladı. Refahın barışçı biçimde paylaşılmasının düzenlenmesi işlevini yerine getiren refah devleti, bu sayede orta ve alt sınıflar nezdinde meşrûiyet kazandı. Bu sınıfların refah beklentileri kısmen tatmin olduğu sürece, ulus-devletin kendi yarattığı sorunların üstesinden kendisinin geleceğine olan inanç güçlü kaldı. Ulus-devletin baskı ile kurulduğu dönemlerde bile, iktisadî canlılık baskıdan daha güçlü bir kaynaşma mekanizması oluşturdu.
Bu çerçevede devlet amaç değil araç olarak yer almaya başladı. Çünkü, eski rejimin devlet anlayışından farklı olarak, devletin meşrûiyeti tarih ve toplum ötesinde değil, kurucu güç konumunu işgâl eden toplumda, “yurttaşlardaydı”. Egemenlik devlete değil, ulusa ait bir yetkinin kullanımı olmalıydı. Devletin kendine özgü bir ideali, bir varoluş nedeni veya özgül bir kudsiyeti olamazdı.
Ulusal pazarların büyümesine dayalı klâsik iktisadî büyüme dinamiklerinin tıkanması ve iktisadî yapıların küreselleşmesiyle birlikte, ulus-devlet aslî işlevini yerine getirememeye başladı. Ulus-devletin candamarı olan ulusal pazar ve onunla bağlantılı bölüşüm mekanizmaları, tıkanmaya başladılar. Ulus-devletler kendi alt ve orta sınıflarının refah seviyelerini koruyamaz hale geldiler. Ulus içindeki göreli dayanışma, alt sınıflarla üst sınıfların arasındaki giderek büyüyen uçurumu gizleyen bir örtü olarak işlemeye başladı.
Türkiye’de de katı ulus-devlet modeli ve onun tamamlayıcısı olan ulusal pazar merkezli büyüme dinamiğini eski biçimi altında sürdürmenin olanaksızlığı, ‘90’larda kendini açık biçimde gösterdi. Buna tepki olarak, devletin toplum karşısındaki tavrı katılaştı. Diğer yandan da Avrupa Birliği gibi, ulus-devlet üstü bir oluşumun bütünüyle dışında kalmamaya da gayret gösterdi. İşte bu ortamda cemaat kimlikleri, farklı etnik kimlikler, devletin gerçek veya potansiyel iç düşman kategorisi içine girdiler. Çünkü bu kimlik taleplerinin önceden bastırılması, AB aday üyelik süreci sırasında klâsik ulus-devlet yapısından fazla taviz vermemenin koşulu olarak algılandı.
Sarsılan geleneksel ulus-devlet meşrûiyeti karşısında, devlet kendisi için var olan bir kurum haline geldi. Devlet bir yandan fetişleştirilip, kutsallaştırılırken, diğer yandan devlet olanakları ilkel sermaye birikimi aracı olarak kullanılmaya başladı.
Ulus-devletin etnik, kültürel ve sınıfsal entegrasyonu gerçekleştirme kabiliyetine olan inancın sarsılması, devletin fetişleştirilmesi veya araçlaştırılmasını hızlandırdı. Buna bağlı olarak, ulus-devlet çatısı altında bazen baskıyla bazen gönüllü olarak kurulmuş olan birlikteliklerin geçerliliği sorgulanır oldu. Kimliklerin tanınması talepleriyle biçimlenen yeni siyasal alanlar açılmaya başladı.Bu çerçevede, sadece etnik veya dinî kimlikler değil, bölge ve hattâ kent kimlikleri de bir aidiyet simgesi olarak toplumsal tasavvur içinde ağırlıklı biçimde var olmaya başladılar.
Kimliklerin tanınma taleplerine dayanan siyaset, yeni cemaatçilik akımının savunduğu görelilik ilkesi ışığında, tüm toplumsal grupların hak ve kültürlerine saygılı, çok kültürlü bir toplum modeli idealini dile getiriyorlar. Azınlık kavramını, toplumdaki egemen değerlerin dışında kalan tüm toplumsal gruplar için geçerli sayan bu yaklaşım, toplumsal beraberliğin harcına cemaat haklarının tanınmasından doğan sözleşmeyi koymayı öneriyor. Demokrasi, bu bağlamda, kimlikler sözleşmesi anlamına geliyor. Bu model, herkesin bir azınlık haline geleceği ve giderek keskinleşen cemaat kimlikleriyle diğer azınlıklarla hesaplaşacağı bir genel çatışma toplumu tehlikesini de içinde barındırıyor. Bunun yanında etnik, dinî, yerel kimliklerin mutlaklaştırılıp, bu kez ulus-devlet yerine, bu kimliklerin fetişleştirilip, kutsallaştırılması tehlikesini de içinde taşıyor.
Ulus-devletlerin entegrasyon güçlerinin zayıflamasıyla ortaya çıkan metropol kentler merkezli yeni kimlik politikalarının, yerel temelde demokrasi, katılım ve çok kimlikliliğin taşıyıcısı oluşumlar olarak önümüzdeki dönemde güçlenmeleri mümkün. Etnik ve dinî kimliklerin tahakkümüne girmeden metropol kent kimliklerinin gelişebilmesi, ulus-devlet sonrasında demokrasinin belki de en önemli varlık koşulu olacak. Evrenselliğin ve yerelliğin sentezini oluşturma imkânına sahip metropol kent kimlikleri, gelecek dönemlerin demokrasi idealinin yeni taşıyıcıları olabilirler. Bir kimliğin değil, çok kimlikliliğin taşıyıcısı ve üreticisi olmayı başarabilmeleri koşuluyla.