Ludwigshafen Yangınına Körükle Gitmek: Kundakçı Almanlar, Kurban Türkler ve Kurtarıcı Erdoğan

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 8 -10 Şubat tarihleri arasındaki Almanya ziyareti, bir çok açıdan kendisi için ‘can simidi’ gibi oldu. Türkiye’de üniversitelerde türbanın serbest bırakılması için Anayasa değişikliği yapılırken Erdoğan Ludwigshafen’da bir yangında hayatını kaybeden 9 Türk vatandaşı için Almanya’ya koştu. Erdoğan Almanya’dayken hem Türkiye’de laik cephenin ve generallerin sert rüzgarından kurtuldu hem de mesele milliyetçilikse, Almanya’da milliyetçiliğin ‘daniskasını’ gösterdi. Ama başka bir açından bakıldığında Erdoğan üç gün kaldığı Almanya’da üç ciddi tartışma başlattı, yani başka bir deyişle üç ciddi sorun yarattı.

Erdoğan’ın başlattığı tartışmanın ya da yarattığı sorunun birincisi ve belki de en ‘tehlikelisi’, olayı duyar duymaz yaptığı açıklama: Erdoğan ‘Başka bir Solingen istemiyoruz. Yangının nedenleri bütün yönleriyle araştırılmalı’ diyerek adeta Ludwigshafen yangınının neo nazilerin kundaklaması sonucu çıkmış olabileceğine işaret etti. Erdoğan, Türklerin kollektif belleğinden 1993 yılında neo nazilerin Almanya’nın Solingen kentinde yaktıkları evi bilince çıkarmalarını istiyordu. Erdoğan’dan sonra Berlin Büyükelçisi Mehmet Ali İrtemçelik’in aynı yönde Alman politikacılarla girdiği polemik dikkati çekti. Almanya İçişleri Bakanı Wolfgan Schaeuble ‘Bazen büyükelçilere de görgü öğretmek gerekiyor’ diyerek İrtemçelik’i susturabildi. 9 kişinin hayatını kaybettiği yangınla ilgili olarak Başbakan’ın açıklamasıyla başlayan ve Almanya’daki Türk basınının adeta yangına körükle giden tavrıyla devam eden süreç, Türk tarafının neredeyse ‘keşke araştırmalar yangının kundaklama sonucu çıktığını gösterse’ diye el oğuşturarak beklemesiyle sürüyor. Başbakan Erdoğan’ın başlattığı bu sürecin Almanya’da yaşayan Türkiyeliler açısından duygusal dinamiği ise, ‘Almanlar bizi zaten istemiyor, bunlar nazi ve fırsat buldukça bizi yakıyorlar’ basitliği halinde ilerliyor. Yani Almanlar kundakçı - Türkler kurban... Başbakan Erdoğan ise, nihayet Almanya’daki zavallı Türkleri koruyan Kasımpaşalı ama şefkatli Dayı...

NEREDE DOĞRU SÖYLER NEREDE ŞAŞAR?

Erdoğan’ın Almanya ziyareti sırasında yarattığı ikinci soruna geçmeden önce şunu da söylemek gerekiyor: Erdoğan Lundwigshafen yangınını duyar duymaz sırf bu olay üzerine Almanya’ya gitmedi. Erdoğan zaten bu tarihlerde düzenlenen 44. Münih Güvenlik Konferansı’na katılan tek Başbakan olarak konferansın açılış konuşmasını yapmak üzere Münih’e gelecek sonra da Berlin’e geçip Başbakan Angela Merkel’la görüşecekti. Program Köln’deki Avrupalı Türkler’le ya da Avrupalı Müslümanlarla yapacağı toplantıyla bitecekti. Erdoğan bu programı aynen uyguladı. Bir farkla: Programdan Köln’deki Kubat konseri çıkarıldı, Erdoğan’ın bir saatliğine Ludwigshafen’a uğraması sağlandı. Ancak Erdoğan her yerde sırf Ludwigshafen’daki yangın üzerine Almanya’ya geldiği havasını verdi.

Ve gelelim Ludwigshafen’a.... Erdoğan Ludwigshafen’da daha dumanı tüten yangın yerinde yaptığı konuşmada, şefkatli bir baba gibiydi. İkinci sorun da bu şefkatli konuşma sonrasında başladı. Erdoğan, burada yaptığı konuşmada adeta Türkiye’de söylediklerini unutmuştu. Hatta, hala önceki açıklamalarına uygun yayın yapan medyayı suçladı ve ‘Dili ve dini farklı olsa da bütün insanların aynı olduğunu unutmamak gerekir. Basın Türk- Alman dostluğunu zedeleyecek girişimlerden kaçınmalı’dedi. Oysa Türk hükümeti, birkaç gün önce Almanya’dan olayın bütün yönleriyle derhal aydınlatılmasını istemiş, ülkeye 4 uzmanla bir bakan göndermiş ve Erdoğan dahil hükümet üyeleri kundaklama şüphesi üzerinde duran açıklamalarda bulunmuştu.

MALATYA KATİAMI AYDINLATILDI MI?

Erdoğan’ın konuşmasında, Avrupa Birliği’nin Türkiye’de insan haklarına özellikle de hıristiyanların dinsel özgürlüklerine dair kısıtlamaların olduğu biçimindeki raporlarına da değinmesi ilginçti. Erdoğan’ın bu konuyla ilgili söz söylemesi akıllara aralarında Alman vatandaşı Tilmann Geske’nin de öldürüldüğü Malatya katliamını getirdi. Erdoğan AB raporlarında bahsedilen hıristiyanların Türkiye’de uğradığı haksızlıklarla ilgili olarak ‘Ben yabancı düşmanlığına karşıyım, Almanya’daki olduğu gibi aynen Türkiye’dekine de karşıyım’ demekle yetindi.

Türkiye’deyken Almanya’daki yangınla ilgili olarak ‘yabancı düşmanlarının kundaklaması’ tezine yakın açıklamalarda bulunan Başbakan Erdoğan’ın, ‘acele karar veren’ basını suçlamasını neyle açıklamak mümkün? Acaba Erdoğan’ın fikir değiştirmesinde kulağına birilerinin ‘Malatya katliamında ölenlerden birinin de Alman olduğunu ve olayın bütün boyutlarıyla aydınlatılmadığını hatırlamak gerekir’ diye fısıldamasının bir etkisi oldu mu? Ya da Erdoğan’la görüşmesi sırasında Angela Merkel’in, Erdoğan’a ‘yangının nedenini en kısa zamanda aydınlatacağımızı size garanti ederim’ demesinin ve ‘yangına körükle gidilmesine’ de karşı olduğunu açıklamasının ne etkisi oldu?

ASİMİLASYON VE BATININ AHLAKSIZLIĞI

Erdoğan’ın burada yaptığı ‘barışçı’ konuşmanın ardından söylediği sözler ise adeta sessizliğin ardından kopan fırtına gibiydi: ‘Asimilasyon insanlık suçudur. Asimilasyona hayır, entegrasyona evet...’ Erdoğan’ın entegrasyondan anladığı da Almanya’da yaşayan Türklerin Almanca öğrenmeleri ve ülkenin nimetlerinden yararlanmalarıydı. Erdoğan, yıllardır bu konularla ilgilenen herkesin kullandığı, ilk bakışta çok sorunlu görülmeyen en klasik klişeyi kulanıyordu. Ancak Erdoğan’ın sözlerini iki açıdan değerlendirmek gerekiyor. Birincisi Erdoğan’ın kısa bir süre önce, ‘Biz Batının bilimini ve teknolojisini alacağız. Bazıları Batı’nın ahlaksızlığını aldı’ sözleri. Evet, Erdoğan burada hem Türkiye’deki sözlerini tekrarlıyor hem de Almanya’da mazlum ve kurban rolünü benimsemiş Türkiyelilere Türk devletinin başından beri savunduğu rollerini hatırlatıyordu: ‘Siz Müslüman Türksünüz, böyle kalmalısınız...’ Erdoğan sözlerini Köln’deki 16 bin kişilik salonda da tekrarladı. Yalnız burada önemli bir konuya daha atıfta bulundu.

Erdoğan, İspanya’yla medeniyetler ittifakı projesini boşuna yapmadıklarını, Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin giriş projesinin iki medeniyeti buluşturarak ortaklık kurmak olduğunu söyledi. Böylelikle Erdoğan, Türkiye’nin aslında Avrupa Birliği’ne Avrupalıların anlaladıkları gibi girmek istemediğini, Türkiye’nin üyeliği ile Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonunun sağlanmayacağını, Türk - Müslüman ve Hıristiyan Avupa’nın bir nevi koalisyon oluştururacağını belirtiyordu: ‘Sevgili vatandaşlarım sizler zaten Avrupa’ya girdiniz. Türkler Avrupa’da. Ama biz isyiyoruz ki, medeniyetler ittifakı olsun...’ Sonuçta Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin başından beri Almanya’da yaşayan Türklerin entegrasyonunu engelleyici tutumuna bir medeniyetler ittifakı virajı da katarak yeni bir katkı yapıyordu. Ya da kafasındaki Avrupa Birliği üyelik modelini Almanya’da yaşayan Türkiyelilere uyum modeli olarak sunuyordu.

‘W’ YASAĞINDAN YANA AMA ASİMİLASYONA KARŞI

Entegrasyon kavramı ve Almanya’nın çok kültürlü bir ülke olma yolunda katettiği yol açısından Erdoğan’ın istekleri oldukca tartışmalı. Örneğin, Almanya’da yaşayan ebeveynleri Türkiyeli bir genç, kadın erkek eşitliği konusunda Alman Anayasası ve toplumunun kurallarına mı uyacak yoksa Erdoğan’ın kafasındaki medeniyetler ittifakında belirtildiği gibi paralel toplum kurallarını mı uygulayacak? Daha kısa ve açık bir soru: Almanya’da yaşayan 3. kuşak göçmen genç, Başbakan olarak Angela Merkel’i mi tanıyacak yoksa Erdoğan’ı mı? Erdoğan’ın kafasına göre, mesela Arjantinli biri Amerika’da ilelebet Arjantinli, Alman biri Rusya’da sonsuza dek Alman olarak kalacak ve her kim ülkesini terkederse, yine köklerine sahip çıkmak zorunda olacak.... Erdoğan’ın açıklamasına göre, her kim günlük hayatını kazanmak ve kendine yeni bir gelecek kurmak için bulunduğu ülkeye tam uyuyorsa, asimile edilmiş oluyor ve bu da bir ‘insanlık suçu...’

Ancak, belki ‘maalesef, demek gerekiyor ama asimile olmadan bir entegrasyondan söz etmek mümkün değil. Her kim yeni bir sisteme uyuyorsa eski sistemi unutuyor ve kendine yeni değerler oluşturuyor. Erdoğan’ın bilmediği şu: İçine girilen toplum da yeni gelenle, göçmenle birlikte kendini değiştiriyor. Ortaya yeni bir toplum çıkıyor. Ne Amerika 100 yıl önceki Amerika ne de Almanya 50 yıl önceki Almanya. Ancak Erdoğan’ın kafasında ya da bilinç altında ‘Türk ilelebet Türk kalmalı ve Türkiye milim değişmemeli’ olmalı ki, ilk bakışta çok doğru ve solda gibi görülen ‘Asimilasyon insanlık suçudur’ lafını ediyor. Hayır, önemli olan çoğunluğun da azınlıkla birlikte ‘asimile’ olmasıdır, azınlığın çoğunluğa uyması ya da çevrenin ana akıma akması değil. Örnek vermek gerekirse, ‘Döner’ veya ‘Kebap’ artık birer Alman yemeği olarak da geçiyor ve sözlüklerde ‘der Döner’ gibi artikelleri bile var. 40 yıl önce Almanya’da döner yoktu. Ancak Türkiye hala Kürtlerin alfabelerinde ‘W’ kullanmasına izin vermiyor.

TÜRK MİSYONU YA DA TÜRKLER ADAM OLAMAZ....

Erdoğan’ın Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilere yönelik sözlerinin başka bir tartışmalı yanı ise, Türk devletinin sürekli ‘Avrupalı Türkler’e, dört yanı düşmanla çevrili bir ülke olan Türkiye’nin Avrupa’daki gözü açık misyonerleri rolü yüklemesi. Mesela ‘Avrupalı Türkler’ veya ‘Avrupalı Müslümanlar’ kavramı ya da ‘Avrupa Türk Toplumu’ gibi kavramlar sadece buralarda yaşayan Türkiye kökenlileri açıklamak için nötr kullanılan kavramlar değil, buradaki ‘Türk’ kavramı onlara Türkiye’nin önünü aydınlatacak ‘öncü’ misyonu yükleyen birer önemli sembol olarak okunmalı. Türk devletinin bu tutumu, Almanya’da, ‘Türkler Avrupa sistemine entegre olacak kadar gelişmiş değil’ türü açıklamalar yapan aşırı sağcı politikacıların ekmeğine de yağ sürmekte. Türk devletinin bu konudaki milliyetçi ve aşırı tutucu politikasını AKP’lilerin hiç sektirmeden hemen aldıklarına yönelik bir kaç örneği Erdoğan’ın Köln Arena’da konuşmasını beklerken kürsüye çıkan AKP ileri gelenlerinin cümlelerinden alalım:

Egemen Bağış: AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Dışilişkiler Başkanı: ‘Türk nerede doğarsa doğsun, nerede yaşarsa yaşasın, Türktür. Buralarda mutlaka örgütlenin ve mutlaka bir Türk derneğine üye olun...’

Şükrü Ayalan: Genel Başkan Yardımcısı, Tokat Milletvekili: ‘Türkiye Ludwigshafen olayına Başbakan Erdoğan’la anında el koymuştur. Almanya’daki Türkler sahipsiz değildir. Masaya yumruğunu vuran Türk, dünyanın abisi haline gelmiştir.’

Mevlüt Çavuşoğlu: Antalya Milletvekili: Kıbrıs’ta bir asker çekmeden bir karış toprak vermeden dengeleri değiştiren bir Türkiye var. Bütün dünya Türkleri’nin haklarını koruyan bir Türkiye var artık...’

Bu tür konuşmalardan sonra kürsüye çıkan Başbakan Erdoğan’ın ‘entegrasyona evet ama asimilasyona hayır’ demesinin ya da ‘Asimilasyon insanlık suçudur’ gibi keskin bir cümle kurmasının kendisini dinlemek için Almanya, Hollanda, Belçika ve Fransa gibi ülkelerden gelmiş, ama mesela yüzde 80’i yaşadığı ülkede yayınlanan hiç bir ciddi gazetenin adını bile duymamış bir toplulukta nasıl bir etki yaratacağını kestirmek zor olmasa gerek.

YANAN ALEVİLERE SUNNi TÖREN

Buradan geliyoruz üçüncü meseleye... Aslında bu mesele de ‘asimilasyon’ ve ‘insanlık suçu’ gibi kavramlar altında değerlendirilebilirdi ancak Türkiye’nin kapanmayan yarası olması açısından ayrı bir başlık altında, bir kez daha gündeme getirmekte yarar var. Erdoğan, Ludwigshafen’da yaptığı konuşmada kısaca ‘kundakçı almanlar, kurban Türkler, koruyucu ve kollayıcı herkesin Başbakanı Erdoğan’ motifini işlemişti. Peki Erdoğan Almanya’da yaşayan bütün Türkiyeliler’in Başbakanı olduğu imajını verebildi mi? Erdoğan’ın konuşma yaptığı Köln Arena’nın önünde toplanan 2 bin kişi kadar Kürt ve solcu protestocuları bir yana bırakalım, Erdoğan, Almanya’da büyük bir güç olan Aleviler’i de memnun edemedi.

Ludwigshafen’da yanan 9 kişi, Abdal Alevi’ydi. Abdal Aleviler’in camiiye gitmediği, cenaze merasimi için hoca istemedikleri, cenazelerin Alevi dedesi tarafından kaldırılması talebi AKP’liler tarafından ciddiye alınmadı. Ancak Başbakan Erdoğan’ın kurmayları Alevi dedesinin de cenazede bir rol oynamasını küçük bir kurnazlıkla kabul ettiler: Elbette yananlar Türk Müslümandılar ama başka din ve kültürlere de saygı gereği alevi dedesi, hıristiyan papazı da cenazede bulunabilirdi. Cenazeyi eski Diyanet İşleri Başkanı yeni Devlet Bakanı Sait Yazıcıoğlu kaldırdı. Hoca’nın yanında sembolik olarak papaz ve alevi dedesi de hazır bulundu. Alevi dedesinin bir kaç cümle etmesine izin verildi. Bu durumu Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Başkanı Turgut Öker 13 Şubat akşamı kendilerine ait YOL TV’de şu sözlerle protesto ediyordu:

‘Cenaze AKP’liler tarafından adeta işgal edildi. Bizim cenazelerimize sahip çıkmamıza izin verilmedi. Bizi yok saymaya devam ediyorlar. Hani asimilasyon insanlık ayıbıydı?’ Turgut Öker Sivas katliamını, Türkiye’deki alevilerin uğradığı haksızlıklardan da örnek vererek başka bir noktaya daha dikkat çekti: ‘Almanya’da yaklaşık 800 bin Alevi inancında insan yaşıyor. Konfederasyonumuz bu insanları temsil ediyor... Köln’deki toplantıya neden biz çağrılmadık? Neden Erdoğan vatandaşların üçte birini yok sayıyor?’ Buradaki insanları sadece camiiler mi temsil ediyor?’

AKP’NİN YURTDIŞI ÖRGÜTÜ VAR MI?

Evet Öker’in son sözleri çok önemli. Erdoğan’ın Köln’deki 16 bin kişiye hitap etmesi nasıl organize edildi? Toplantıyı kim düzenledi? Gazete ve TV’lere verilen, duvarlara asılan yüzbinlerce euroluk reklam parası kimin cebinden çıktı? AKP Almanya‘da Köln merkezli ve bir kaç şubesi olan ‘Almanya Avrupalı Demokratlar Birliği’ adı altında örgütlü. Ancak Erdoğan’ın toplantısını asıl organize eden güç camiilerdi. Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın Türklerin yoğun olarak yaşadığı bütün illerinde camiiler Erdoğan’ın toplantısıyla ilgili çalışma yürüttü, vatandaşlara bilet dağıttı ve hatta Köln’e ulaşım sağladı. Avrupa’daki Türkiyeliler camiilerde örgütleniyor ve bu camiiler de yarı resmi statüye sahip DİTİB (Diyanet İşleri Türk İslam Birliği) çatısı altında toplanıyor. DİTİB Alman yasalarına göre bir dernek satüsünde. Bu derneğin başkanını ise Ankara’dan Diyanet İşleri Başkanı atıyor. Pratikte, bir Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Almanya’daki Türkiyelilerin en büyük örgütünün başına getiriliyor.

Evet Erdoğan’ın özünde bir cenaze merasimi ya da bir toplantının açış konuşması için gittiği Almanya’da kaldığı üç gün içinde ortaya çıkanlar bunlar.... Ya Erdoğan üç değil de 13 gün Almanya’da kalsaydı?