İfade Özgürlüğünü Savunmazsak Tiranlıkta Yaşarız

Uzun süre önce (tam olarak 7 Aralık 1992’de) Toronto’daki bir tiyatro sahnesinin kulisindeydim ve başımdaki Stetson şapkasını çıkarmakla meşguldüm. 1950’lerin country ve western klasiklerinden oluşan ve yazarlar için yeniden yazılmış bir potpuriyi (Ghost Writers in the Sky, If I Had the Wings of an Agent ve bu tarzda başka basit parodiler) iki yazarla (Timothy Findley ve Paul Quarrington) birlikte icra etmiştim. Dönemin PEN Kanada örgütünün bir etkinliğiydi: Yazarlar yazdıklarından ötürü devletlerin zulmüne uğramış başka yazarlara destek vermek için giyinip kuşanmış ve kendi kendileriyle alay etmişlerdi.

Üçümüz korkunç bir kılıkta olduğumuz için sızlandığımız sırada kapı çalındı ve kulis kapısının kilitlendiği bize söylendi. Gizli ajanlar kollarındaki mikrofonlara bir şeyler fısıldadılar. Salman Rushdie, gizlice Kanada’ya getirilmişti ve dünyada onu açıkça destekleyecek olan ilk hükümet başkanı, Ontario başbakanı Bob Rae ile birlikte sahneye çıkmak üzereydi. Bana da “PEN Kanada eski başkanı olarak onu sen takdim edeceksin” denmişti.

Yutkunup, “Peki tamam” dedim ve isteneni yaptım. Bu bir “Halep oradaysa arşın burada” anıydı.

Salman Rushdie’ye yapılan son saldırıya bakılırsa, hâlâ aynı yerdeyiz.

Rushdie, 1981’de yayımlanan ve aynı yıl Booker ödülü alan ikinci romanı Geceyarısı Çocukları’yla edebiyat sahnesinde büyük bir patlama yaptı. Şaşılacak bir durum yoktu: Romanın yaratıcılığı, erimi, tarihsel kapsamı ve dilsel hüneri nefes kesiciydi ve geçmişte kimlikleri ya da ilgilendikleri konulardan ötürü İngilizce edebiyat adı verilen hareketli şölenden dışlandıklarını düşünmüş olabilecek birkaç kuşak yazara kapı aralamıştı. Salman, Nobel ödülü dışında tüm başarıları elde etmişti; şövalye nişanıyla taltif edilmiş; belli başlı İngiliz yazarlarından oluşturulan tüm listelerde yer almış; bir yığın ödül ve paye almıştı ama hepsinden önemlisi tüm dünyada çok sayıda insana temas edip ilham vermişti. Çok sayıda okur ve yazar ona uzun süredir büyük bir borçluluk duyuyordu.

Artık ona başka bir borcumuz var. Salman Rushdie uzun süredir sanatsal ifade özgürlüğünü herkese karşı savundu; aldığı yaralar iyileşse de onun artık sanatsal ifade özgürlüğünün şehidi olduğunu söyleyebiliriz.

Katledilen, işkence gören, hapsedilen ve zulmedilen yazarlara yapılacak müstakbel bir anıtta onun büyük bir yeri olacaktır. Salman Rushdie, 12 Ağustos’ta New York civarında saygın bir Amerikan kurumu olan Chautauqua’daki bir edebiyat etkinliğinde bir saldırgan tarafından sahnede bıçaklandı. “Böylesi bir daha asla olmaz” varsayımı böylece bir kez daha yanlışlandı; günümüz dünyasında her yerde her şey olabilir. Amerikan demokrasisi hiç olmadığı kadar büyük bir tehdit altında: Bir yazara suikast girişiminde bulunulmuş olması bunun bir başka semptomu.

Salman Rushdie, kuşkusuz, dördüncü romanı Şeytan Ayetleri yüzünden bu saldırıya uğradı; yazarın kendisinin (örneğin) Hindistan’dan Britanya’ya göçmüş göçmenlerin yaşadığı yönelim bozukluğuyla ilgili olduğuna inandığı satirik bir fantezi olan bu eser, uzak bir memleketteki siyasi iktidar mücadelesinde araç olarak kullanılageldi.

Rejiminiz baskı altında olduğunda bir miktar kitap yakmak halkın dikkatini dağıtır. Nasıl olsa yazarların bir ordusu, milyarlarca dolarları veya onlara esir seçmen blokları yok. Bu yüzden kolaylıkla günah keçisi yapılabiliyorlar. Yazarları suçlamak çok kolay: İfade araçları doğası gereği muğlak ve yanlış yorumlanmaya elverişli olan kelimeler ve kendileri de genellikle eğer huysuz ve aksi tipler değillerse konuşmayı ve gevezelik etmeyi seviyorlar. Daha fenası, genellikle iktidara hakikati söylemekten çekinmiyorlar. Bunun dışında kitaplarıyla bazı insanları rahatsız ediyorlar. Yazarlardan çok sıklıkla işitildiği üzere, yazdıklarınızı herkes beğeniyorsa bir şeyi yanlış yapıyorsunuz demektir. Ancak, birçok yazarın fark ettiği üzere, yazarlar bir muktediri incittiklerinde ölümcül bir akıbete de uğrayabilirler.

Salman Rushdie’nin durumunda onu bir piyon olarak kullanan İranlı Ayetullah Humeyni’ydi. Humeyni, 1989’da bir fetva yayımladı – Ortaçağ’da ve Rönesans’ta Katolik papaların hem seküler yöneticilere hem de onlara Martin Luther gibi teoloji alanından meydan okuyanlara karşı silah olarak kullandıkları aforoz buyruklarının kabaca bir eşdeğeri. Humeyni, ayrıca, Rushdie’yi öldürecek olanlara büyük bir ödül vaat etti. Ardından sayısız cinayet ve suikast girişimi gerçekleşti; Şeytan Ayetleri’nin Japonca çevirmeni Hitoshi Igaraşi 1991’de bıçaklanarak öldürüldü. Rushdie’nin kendisi de yıllarca saklanmak zorunda kaldı ama zamanla yavaş yavaş kozasından çıkmaya başladı (Toronto PEN etkinliği çok önemli bir ilk adımdı) ve son yirmi yılda görece normal bir yaşam sürdü.

Öte yandan, kendi yazı hayatını temsil eden ilkelerin lehinde konuşma fırsatlarını asla kaçırmadı. En önde gelen ilkesi ifade özgürlüğüydü. Vaktiyle insanı esneten bir liberal klişe olan bu kavram bugün hassas bir meseleye dönüşmüş durumda zira bir yandan aşırı sağ onu iftira, yalan ve nefret amaçlı olarak çalmaya teşebbüs ederken, öte yandan aşırı sol kendi dünyevi kusursuzluk versiyonuna ulaşmak bahanesiyle ondan kurtulmaya çalışıyor. Konuyla ilgili açık oturumların çoğunda rasyonel bir tartışma anına ulaşılıp ulaşılamayacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Ancak ne olursa olsun, ifade özgürlüğü iftira etme; kanıtlanabilir gerçekler hakkında kötü niyetli ve zarar verici bir biçimde yalan söyleme; ölüm tehdidinde bulunma yahut cinayeti övme hakkını içermez. Bunlar kanunla cezalandırılmalıdır.

Rushdie hakkında hâlâ “evet, ama… o da” diyenlere (“bu duruma düşmeyecek kadar akıllı olmalıydı” ya da “evet, tecavüz çok kötü bir şey ama o mini eteği neden giymiş ki?”nin bir versiyonu) sadece şunu hatırlatabilirim ki kusursuz kurbanlar yoktur. Kusursuz bir sanat olmadığı gibi kusursuz sanatçı da yoktur. Sansür karşıtları çoğu zaman normal şartlarda kıyasıya eleştirecekleri eserleri savunmak zorunda kalıyorlar ama eğer ses tellerimizi aldırmak zorunda kalmadıysak bu tür bir savunu kesinlikle gereklidir.

Uzun yıllar önce, Kanadalı bir milletvekili bir bale grubunu “uzun bir iç çamaşırıyla hoplayıp zıplayan bir grup eşcinsel” olarak tanımlamıştı. Bırakalım da istedikleri gibi hoplayıp zıplasınlar! Çoğulcu bir demokraside yaşamak etrafımızın bazıları hoşumuza gitmeyen şeyler söyleyen birçok ses tarafından çevrilmesidir. Onların konuşma hakkını -Salman Rushdie’nin çok kez yaptığı üzere- savunmaya hazır değilsek, bir tiranlıkta yaşamaya başlarız.

Salman Rushdie, bir ifade özgürlüğü kahramanı olmayı planlamasa da artık öyle. Bütün dünya yazarları (elbette devletin uşağı ya da beyinleri yıkanmış robotlar olmayanlar) ona kocaman bir teşekkür borçlular.

İngilizceden çeviren: Barış Özkul