Son zamanlarda yaptığınız konuşmalarda, Türkiye’de bir "din yorgunluğu" olduğundan, insanların İslâm ile ilişkilenmelerinin zedelenmiş olduğundan bahsediyorsunuz. Önceki kitaplarınızda, sanırım bu süreçleri öngörerek, "Yeni Siyasal İslâm"ın gerekliliğine dair açıklamalar yapmıştınız. Daru’s-Selam adlı kitabınızda, Türkiye’de Cumhuriyet ile "Yeni Siyasal İslâm"ı birleştirmek gerektiğini; şeriat, hilafet, imam, sultan vs. kavramlara dayanan eski siyasal İslâm anlayışını yapı bozuma uğratıp, adalet, emanet, meşveret gibi doğrudan siyasallık durumu ile ilgili kavramlara dayanmak gerektiğini yazmıştınız. Bu Belde adlı çalışmanızda da "Yeni İslâmcı" tavrı, Türkiye’deki İslâmcıların, solcular dolayısıyla emek, işçi, devrim vs. kavramlara, sağcılar dolayısıyla da vatan, millet, bayrak gibi kavramlara karşı aldıkları negatif konumlanışı yeniden tasavvur edilebilmeleri adına önemsediğinizi belirtiyordunuz. Önümüzdeki süreçte, sizin tabirinizle, "mahalle duvarlarının yıkıldığı saf Türkiye" için ve de "din yorgunluğunu" atabilmek için, "Yeni Siyasal İslâm" nasıl kurgulanmalı?
Bahsettiğiniz Ak Parti iktidarının ilk dönemlerinde çıkan kitaplarım. Hâlâ bu kitaplarda yazdıklarımı benimsiyorum. Ak Parti iktidarıyla birlikte, İslâm'ın yenilikçi boyutlarının gelişeceğini, daha çağdaş değerlerle uyum gösteren, onları yeniden ele alıp yorumlayan akımların boy atacağını, tarikat ve cemaatlerden hilafet, saltanat, padişahlık gibi eski İslâm kültürüne ait, eski dünyaya ait kavramları savunanlarının değil de, demokrasi, cumhuriyet, insan hakları gibi çağdaş dünyanın kavramlarını özümseyenlerin, bunlarla İslâm arasında bağ kuranların sayısının artacağını düşünüyordum. Ak Parti iktidarının neredeyse yirmi birinci yılına giriyoruz. Bu kadar zamandan sonra, bu bahsettiklerimin tam tersinin gerçekleştiğini, İslâm'ın gelenekçi taraflarının boy gösterdiğini, İslâmi çevrelerin hurafeci, en eski düşünceleri savunan, tarikatçı, mitolojilerden beslenen, gelenekle dini birbirine karıştıran kaba biçimlerinin güçlenip boy attığını ve başat hale geldiğini görüyoruz. İslâm'ı benim gibi yorumlayanlar muhalefette kaldılar, sesleri kısıldı. Hiçbir televizyona çıkarılmadılar, hiçbir yerde görüşlerine başvurulmadı. Ak Parti iktidardan düştüğünde, İslâm'a yönelik tartışmalar yeniden başlayacaktır. Şu anda İslâmi çevrelerde hiçbir şey tartışılmıyor. Düşünce namına yaprak kıpırdamıyor. 90'lı yıllarda Medine Sözleşmesi, insan hakları, demokrasinin şirk olup olmadığı, İslâm'da reform meselesi gibi hususlar tartışılırdı. Şimdilerde hiçbir şey tartışılmıyor. İnsanlar sadece para kazanmaya, zengin olmaya, mal mülk biriktirmeye odaklandılar. İslâmi hareketin kaldığı yerden devam etmesi için, Ak Parti iktidarının sonrasını konuşabilmemiz gerekiyor; İslâmi görüşlerin muhalefette daha iyi tartışıldığını, daha çok boy attığını, kendini daha iyi ifade edebildiğini düşünüyorum. O nedenle başından beri, İslâm'ın sivil bir din olarak kalmasını, iktidara hiç bulaşmamasını, sadece evrensel değerler bağlamında siyasetle ilgilenmesi gerektiğini savundum. Adalet Devleti kitabımda da bu görüşlerimi aktardım. İslâm'ın siyasal değerlerinin ilkeleri adalet, emanet, meşveret, ehliyet ve maslahattır. İslâm siyasetle yalnızca bu ilkeler doğrultusunda ilgilenir. Toplumda adalet düzeni var mı, göreve gelenler makamlarını emanet olarak görüyorlar mı, makam ve mevkiler ehliyet sahiplerine veriliyor mu, yönetim meşveretle, ortak akılla yönetiliyor mu, idarede olanlar kamu yararına mı kendi ceplerini şişirmek için mi çalışıyorlar gibi hususlarla ilgilenir. İslâm'ın siyaset ile ilgisi bu kadardır. Adalet Devleti kitabımda, İslâm Devleti fikrinin çözüm olmadığını anlatmıştım; şu an Türkiye'de Erdoğan'ı halife ilan edip, Türkiye'yi de Yeni Osmanlı olarak kurgulamak isteyenlerin panzehri olacak bir kitap bu. Adalet Devleti'nde, bu tarz düşünce ve hareketlerin İslâm'da yeri olmadığını, bunların Moğol, Sasani ve Bizans artığı düşünceler olduğunu, İslâm dünyasında bu tarz yaklaşımların hilafet ve saltanat biçiminde zuhur ettiğini yazmıştım. Ak Parti iktidarının yirmi yıllık süreci, iktidar tecrübesinin de devreye girerek İslâmi tartışmaların daha fazla yapılacağı bir dönem olacakken, bütün tartışmaların durduğu, her türlü fikri hareketin sona erdiği, insanların var gücüyle makam, mevki ve dünyalık elde etmeye yoğunlaştıkları bir dönem oldu. İslâmi iktidarlar ne İslâmiyet'e ne de İslâmcılığa faydalı olmadı, olmuyor. Bu İran'da da böyle, Mısır'da da böyle, Pakistan'da, Afganistan'da da böyle. Eğer siz, dinin siyasetle ilişkisini evrensel değerler bağlamında değil de dinî yükümlülükleri halka dayatma bağlamında kurgularsanız, İslâm'ın yararına hareket etmiş olmazsınız. Tam tersi. Bir taraftan deizme ve ateizme kaçış söz konusu oluyor, diğer taraftan İslâm'ın kültürel damarları tamamen kuruyor. İslâmcılar, özeleştiri sürecini yaşayamaz haldeler. Halbuki şu âna kadar, İslâmcıların çoktan cumhuriyet, laiklik, demokrasi ve insan hakları ile yüzleşmiş olmaları gerekiyordu. Hâlâ, ''bunlar gâvur icadıdır'' düzeyindeler, bir ilerleme olmuyor. İslâm'ın iktidar sürecinden koptukça, bunların yeniden tartışılabilir olacağını düşünüyorum. Bu tartışmalar elbette daha yararlı olacaktır.
Adalet Devleti kitabınızda şöyle yazıyordunuz: “Tanrı-âlem ilişkisini nasıl anlıyorsanız, devlet-millet ilişkisini de öyle anlarsınız.” Üç tarz-ı ilahiyattan bahsediyordunuz bu kitabınızda: a) ya Tanrı’ya vurgu yaparak âlemi ihmal etme (Teizm), b) ya âleme vurgu yaparak Tanrı’yı ihmal etme (Deizm), c) ya da ikisi arasındaki farkı kaldırarak birbirine geçirme (Panteizm). Tabii buradan da din-devlet ilişkisine dair üç tarz-ı devlet doğmaktaydı: a) ya dine vurgu yaparak devleti adeta yok sayma, b) ya devlete vurgu yaparak dini yok sayma, c) ya da din ile devlet arasındaki farkı tümüyle kaldırarak birbirine geçirme. Siz, bu üç tarz-ı devlet sentezinden, yeni bir din-devlet birlikteliği doğabileceğini ve bunun olumlu olduğunu yazmıştınız. Devlet tasavvurunun, daha arka planda varlık tasavvuru ile doğru orantılı olduğunu kabul ettiğimiz bu yaklaşıma göre, Türkiye’nin ihtiyacı olduğunu düşündüğünüz ‘’üç tarz-ı ilahiyat’’ ve ‘’üç tarz-ı devlet’’ sentezlerinden bahsedelim isterim.
Adalet Devleti kitabının temel tezi şu: İslâmcıların savunduğu İslâm Devleti fikri ile laiklerin savunduğu Laik Devlet fikri yetersiz ve daha ileri bir sentez gerekiyor. İslâmcıların laikliğe karşı çıkmalarının sebebi, laikliğin dini camiye hapsettiğini düşünmeleri. Laikliğin, İslâm'ın yeryüzündeki iddialarını hesaba katmadığını, onu bir ruhban dinine dönüştürdüğünü düşünüyorlar. İslâmcılar, İslâm'ın yeryüzünde siyasal iddiaları olduğunu savunurlar halbuki. Laiklik savunucuları, İslâm'ın yeryüzündeki iddialarını “din devleti kurma” şeklinde algılayarak, buna karşı çıkıyorlar. Aslında her iki taraf da neye karşı çıktıklarının farkında değiller. İslâmiyet siyasal bir dindir, ancak artık bu siyasallık hilafet, padişahlık yönünde değil, demokratik cumhuriyet, özgürlük, insan haklarının geliştirilmesi yönünde olmalıdır. İslâmcılarla bu açıdan anlaşamıyoruz. Onlar, İslâm'ın yönetim şeklinin hilafet, saltanat olduğunu tasavvur ediyorlar. “Biz geliriz ve herkesin başını örttürürüz”, “biz geliriz hırsızın elini kestiririz”, “biz geliriz dört eşliliği serbest bırakırız”, “biz geliriz ve herkese namaz kıldırırız” kafasındalar; bunları gerçekleştirmek için İslâm devleti istiyorlar. Taliban da böyle, İran'daki mollalar da böyle, IŞİD de böyle. Halbuki korkunç derecede yanlış. Kuran'da yeri yok. Peygamber Medine Sözleşmesi imzalamış; Yahudiler ile birlikte ortak bir metin, deklarasyon imzalamış. “Gelin barış içinde birlikte yaşayalım” demiş. Hâkim değil, hakem rolü üstlenmiş. İslâmcıların çoğu bunu görmezden geliyor. Medine Sözleşmesi'ni kimi Kürtler, HDP, çözüm süreci zamanında tartıştılar. Barış süreci bitince o da akamete uğradı. Onun dışında bu sözleşme İslâmcıların hiç gündeminde değil. Adalet Devleti kitabımı, bu sözleşmeden ilham alarak yazmıştım. Muhammed Hamidullah'ın, Ali Bulaç'ın, Hikmet Zeyveli'nin ve Mustafa Özkan'ın da Medine Sözleşmesi ile alakalı önemli çalışmaları mevcut. İslâmcıların daha çok bunlar üzerine kafa yormaları gerekiyor. Laiklerin endişeleri de yersiz değil. İslâmcı iktidarların yaptıklarına bakıldığında, laikliği savunmak kaçınılmaz hale geliyor. İslâmi çevreler o vakit şöyle düşünüyor tabi: “Bu laikler neden bizi devletten uzak tutmaya çalışıyorlar? Çünkü kendileri devleti soymak istiyorlar, bizi de yanaştırmak istemiyorlar. Buna izin veremeyiz, müdahil olmalıyız. İslâm, siyasala müdahildir!” Yirmi yıllık iktidar döneminde, kendi kötüledikleri eylemlerin, çoğunluk İslâmcılar tarafından gerçekleştirilmiş olduğunu görüyoruz. Laikliğe hayır diyemeyiz, artık bir insanlık tecrübesidir. Devlet dediğiniz egemenlik değil, bir ortaklık kurumu olmalıdır. Radikal laiklik dini biraz fazla dışladı ve bundan dolayıdır ki karşı tepki oluştu. Bu tepkinin yumuşatılması gerekiyor. Dindarların kendilerini ateistlerle, deistlerle, laiklere eşit görmeye de hazır olması gerekiyor. Devlette bir kanun çıkarılacaksa, “Kuran'da ne yazıyorsa o uygulanacaktır” demek yahut “Zinhar Kur’an’a bakılamaz” demek, tamamen dini dışlamak da yanlış. Büsbütün dini devlete veya devleti dine egemen kılan yaklaşımlar doğru değil. Bunlarla yol katedemiyoruz. Din, devlete adalet, meşveret, emanet, ehliyet, kamu yararı diyor. Doğru olun, dürüst olun, haram ve rüşvet yemeyin diyor. Bunlar zaten adil bir devlet için olması gereken şeyler. Bu gibi ortak yollar bulunduğunda, hem laikliğin hem de İslâmiyet'in bir arada olabileceğini düşünüyorum.
İhyadan İnşaya İslâm Düşüncesi adlı kitabınızda, Türkiye’de üç büyük tarz-ı siyaset olan Milliyetçilik, İslâmcılık ve Modernleşme’den bahsetmiş ve milletin içinden bunları söküp atmanın mümkün olmadığını, dolayısıyla koordine edici devlet aklının bu damarları kurutmaya yönelmeyip, hepsinin önünü açması gerektiğini yazmıştınız. Milliyetçi, İslâmcı ve Modernleşmeci akımlar tehlikede olduklarını hissetmemelilerdi, zira her üç akım da bu millete “millet” olmanın gereğini ve nedenini hatırlatıyordu. Her üçü de, size göre bu millete lazımdı; bu üçünün de doğru yorumları yapılarak yaşatılması gerekiyordu. Bu üçü, ne olduğumuzu, nereye ait olduğumuzu, nasıl dinamik kalacağımızın mesajını veriyordu… Siz, ‘’Yeni Üç Tarz-ı Siyaset’’ öneriyordunuz bu kitabınızda. Bu yeni yorumlama, üç kavramla mümkün olabilecekti; yerlilik, dindarlık, çağdaşlık. Türkiye’nin vicdanının, bu “üç boyutlu kimlikle” ortaya çıkabileceğini düşünüyordunuz. Bu minvalde, bugünkü yorumlarınız nelerdir?
Türkler açısından dil, tarih ve kültür evreni dediğimiz şey, Türkçe konuşan insanların yaşadığı dil, tarih ve coğrafya evrenidir. Nereden baksanız iki bin yıllık bir süreç. Bu kültür evreninin oluşumunu üç büyük zamana ayırabiliriz. İslâm'dan önceki Orta Asya yılları, İslâm ile beraber İran, Ortadoğu ve Anadolu yılları, Cumhuriyet ile beraber de çağdaş, modern dönem. Türkiye'deki ideolojik akımlar, bu üç dönemden esinlenir ve beslenir. Bazıları, biz Türk'üz ve Türk kalacağız, bazıları da biz Müslümanız, Müslüman kalacağız diyor. Kimileri de biz çağdaş olmak zorundayız diyorlar; yani, Türklük ile Müslümanlık ile övünüp duramayız, bunlar kimliğimizin parçası olsalar da ideoloji olamazlar ki modern zamanın ortaya çıkardığı sosyalizm gibi ideolojiler var... Kaldı ki bu coğrafyada Türkçe ile birlikte örneğin Kürtçe gibi bir dil de var, Kürt halkları da var. Müslümanlık vurgusu yapıyorsun, e bu coğrafyanın insanları gayrimüslimler de var. Sünnilik diyorsunuz, Alevilik de var. Dolayısıyla tek taraflı vurgular, çatlamalara yol açıyor. Siyasetçiler, bunlar arasındaki gerilimlerden beslenirler. Bir düşünce insanı olarak ben, bunların geriliminden yana değilim. Bunların geçirgenliklerinin artması taraftarıyım. Bu topraklarda yaşayan bir insanın, biraz Türk, biraz Kürt, biraz Alevi, biraz Sünni, biraz Batılı, yani her birinden bir bukle taşıması taraftarıyım. Bana sorarsanız, benim bir yüzüm Sünni, bir yüzüm Alevi, bir yüzüm Kürt, bir yüzüm Türk. Türkçe konuşan, Sünni bir ailede büyüdüm ama kendimi böyle hissedebiliyorum. Çağdaş değerlere, sosyalizme, sol değerlere ilgi duyuyorum, fakat aynı zamanda ben bir Müslümanım ve Kuran araştırmaları yapıyorum. Bunlar olamaz mı yani? Bu tarz insanlara eskiden Ansiklopedik Bilginler denirdi. Daha melez kişilikler olmamız gerekiyor. Tabii böylesi, ne siyasilerin, ne radikallerin hoşuna gider; onlar bir mahalleye vurgu yapar ve oradan oy isterler. Silah tüccarları, kapitalistler de rahatsız olur böylesinden. Bahsettiğiniz Bu Belde kitabında milliyetçilik, ulusalcılık yerine yerlilik; şeriatçılık, İslâmcılık yerine dindarlık ve Batıcılık yerine çağdaşlık önermiş ve bunların nasıl olabileceğini anlatmıştım. Ancak bunların senteziyle Türkiye bir yere gelebilir. Nihayetinde, Peygamber'in Kuran'dan ilham alarak yaptığı Medine Sözleşmesi temelinde, farklı grupları barış içinde bir arada yaşatma motivasyonunda olduğu gibi, Türkiye'de de benzer bir isteklilik yaratabiliriz. Kürtler, Kemalistler, solcular, dindarlar, gayrimüslimler, Aleviler, Sünniler, Ermeniler, Yahudiler, bu memlekette kimler yaşıyorsa, oturup çalıştaylar düzenlemeli, yeni bir tam demokratik anayasa yazılmalı. Ortak noktalar bulunmalı ve ortaklaşılamadığı durumları grupların kendilerine bırakmalı. Egemenlik değil, ortaklık esaslı siyasal teoriler geliştirmeliyiz. Ancak bu şekilde demokratik bir cumhuriyet oluşturabiliriz.