Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi bir kez daha Suudi Arabistan ve Müslüman Kardeşler hareketi arasındaki ilişkileri gündeme getirdi. Yapılan analizler genellikle Suudi Arabistan’ın resmî Vahhabi-Selefi ideolojisi ile Müslüman Kardeşler ideolojisi, -adına İhvancılık diyelim-, arasındaki uyumsuzluğa vurgu yapıyor. Ancak bu uyumsuzluğun tam olarak ne üzerine olduğu pek tartışılmıyor.
Gerçekten de Vahhabilik ve İhvancılık arasında bir uyuşmazlık vardır. Bu yazıda yapmak istediğim gibi dar kapsamlı ve seçmeci bir karşılaştırma bile İslâmın bu iki farklı yorumu arasındaki uzlaşmazlığa ışık tutabilir.
Vahhabilik, on sekizinci yüzyılda Arap yarımadasının ortasında tarih boyunca bölgesel ve küresel gelişmelerin etkisine nispeten kapalı Necid bölgesinde doğdu ve gelişti. İhvancılık ise on dokuzuncu yüzyılda Batı’nın siyasi, iktisadi ve kültürel hegemonyasına entelektüel bir reaksiyon olarak gelişen İslâmcılık akımından aldığı ilhamla, yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde hem bölgesel hem de küresel gelişmelerin bütün olumlu ve olumsuz yönleriyle etkili olduğu Mısır’da doğdu ve yine hemen hemen aynı şartların hakim olduğu ortamlarda gelişti.
Müslüman dünya için modern zamanların başlangıcını on dokuzuncu yüzyıl başı olarak kabul edersek, Vahhabiliğin modern öncesi döneme, İhvancılığın ise modern döneme ait bir yorum olduğunu iddia etmek mümkündür. Ve söz konusu fark ikisinin de İslâm yorumlarına yansımıştır ve bugüne kadar taşınmıştır. Nasıl bir farktan bahsediyorum? Kurucular üzerinden takip mümkün.
Vahhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvahhab (ö. 1791/2) Necid’de bir vaha kenti olan Büreyde’de on sekizinci yüzyılın başlarında doğdu. Aile geleneğini takiben din eğitimine başladı ve bu uğurda ilk önce Medine’ye, sonra da Basra’ya gitti. Basra’dan Necid’e dönen Muhammed bin Abdülvahhab için en temel sorun yaşadığı dönemin Müslümanlarının Peygamber ve ardıllarının yaşadığı asıl İslâmdan uzaklaşmalarıydı. İbni Abdülvahhab’a göre yaşayan ve yaşanan İslâm hem ritüeller hem de inanç açısından bidatlarla doluydu. Öyle ki, Müslümanlar artık şirk içindeydi ve tekrar İslâma davet edilmeliydi. İbni Abdülvahhab yaşadığı dönemin bütün Müslümanlarını müşrik ilan edebilmesine dayanak olarak da Peygamber’e atfedilen bir sözü gösterir: “İsl3am garip başladı, başladığı gibi garip olacaktır.” Peygamber’in bahsettiği dönem gelmiştir ve gerçek İslâm kimse tarafından yaşanmadığı için de gariptir.
İbni Abdülvahhab’ın İslâmı bir anlamda sadece ritüeller ve inançlar toplamıydı. İbni Abdülvahhab İslâmdan yaşadığı toplumun siyasi veya ekonomik sorunlarına ilişkin çıkarımlar yapmadı. Epistemolojisi de buna izin vermezdi. Zira İslâmın kaynaklarını literalist bir okumayla yorumladı. Daha fazlası aklı veya sezgiyi devreye sokmak olurdu ki bu, İbni Abdülvahhab’a göre bu apaçık şirkti, insanın kendisini dinin biricik kaynağı Tanrı’nın yerine koyması olurdu.
İhvancılığın kurucusu Hasan el Benna (ö.1949) ise tamamen farklı kaygılarla İslâma yaklaştı. Yirminci yüzyılın hemen başında Mısır’ın kuzeyinde, Mahmudiye köyünde doğan el Benna’nın babası bir din adamıydı ve el Benna doğal olarak son derece dindar bir ortamda yetişti. Ancak İbni Abdülvahhab’tan farklı olarak eğitimini seküler okullarda tamamladı ve öğretmen oldu. El Benna’nın doğduğu Mısır, İngilizlerin siyasi olarak, gayrimüslim tüccarların iktisadi olarak, modern seküler eğitim almış efendi tabakasının kültürel olarak hakim olduğu bir ülkeydi. Hasan el Banna’nın o dönemin Mısır’ını nasıl gördüğüne dair ipucuna anılarında rastlamak mümkün: el Benna’ya göre, “ateizm ve ahlâksızlık dalgası Mısır’ı sarmıştı ve dinin ve ahlâkın tahribine başlamıştı”. Yine El Benna’ya göre Mısır’da kitaplar, dergiler, gazeteler yoluyla İslâma saldırılıyordu. El Benna’nın gençlikten çıktığı 1920’li yıllarda sadece Mısır’da değil, diğer Müslüman ülkelerdeki durum da onun açısından pek iç açıcı değildi. Türkiye, İran, Afganistan ve Suudi Arabistan gibi istisnalar hariç hemen hemen bütün Müslüman ülkeler bir Batılı devletin kolonisi veya mandasıydı. Türkiye ve İran’da ise dinin devletteki rolünü minimuma indirmeye azimli hükümetler işbaşındaydı ve Türkiye, Müslüman dünyanın birliğini temsil eden Halifelik müessesesini ilga etmişti. Hasan el Benna’ya göre Müslüman dünyanın acınası halinin sebebi Müslümanların İslâmın gerçek tabiatını unutmuş olmasıydı. Bu haliyle el Benna aslında İbni Abdülvahhab’ı andırır. Ancak ikisinin İslâmı farklıdır. El Benna’ya göre İslâm elbette ritüelleri ve inançları olan bir dindi ancak sadece bireylerin Tanrı’yla ilişkisinin düzenlenmesine hasredilemezdi. İslâm hayatın diğer alanlarında takip edilmesi gereken kuralları ve değerleri de vaaz ediyordu. Müslümanların hatası İslâmı dar anlamda, yani sadece ritüeller ve inançlar toplamı olarak algılamasıydı. “Söyleyin bana, kardeşlerim,” der el Benna, “eğer İslâm siyaset, toplum, ekonomi ve kültürden başka bir şey ise, nedir o? O sadece heyecanla atan bir kalpten yoksun secdeler midir? ... Kur’an sadece bunun için mi mükemmel, sabit ve detaylı bir sistem getirdi?”
El Benna ile İbni Abdülvahhab arasındaki fark çok açıktır. İbni Abdülvahhab için yapılması gereken yaşanan dinin inanç ve ritüellerindeki bidatları belirlemek ve Peygamber ve ardıllarının uygulamalarına dönmekti. Bunun ötesinde Vahhabiliğin bir hedefi yoktu ve bu haliyle başı sonu hemen hemen belirli bir projeydi. El Benna ise daha devasa bir projenin peşindeydi: İslâmdan çağın bütün sorunları için çözümler üretmek. Bu haliyle ise belki de hiçbir devletin tam anlamıyla hayata geçiremeyeceği bir projeyi öneriyordu. Hem Vahhabilik hem de İhvancılık kurucularının yaşamlarını aştı ve bugüne geldi. Bu süre içerisinde doğal olarak değişim ve dönüşümler geçirdi. Vahhabiliğin değişim ve dönüşümünü belirleyen en kritik faktör elbette neticede bir devlet ideolojisine dönüşmesidir. Bilindiği üzere dinî misyonunun ilk yıllarında sıkıntılar geçiren, hatta hayatına kastedilen ve yaşadığı şehirlerden sürülen İbni Abdülvahhab için en kritik olay Necid’in küçük bir vahasının emiri olan Muhammed bin Suud’un görüşlerini benimsemesi oldu. O zamana kadar bidatlarla vaazlarıyla mücadele eden İbni Abdülvahhab artık fikirlerini kılıçla empoze edebilecekti. İbni Suud’un aslında Vahhabiliği benimsemeden önce yaptığı ile sonra yapacakları arasında pek bir fark yoktu: Necid’in anarşik ortamında iktidarda kalmak ve bu uğurda diğer vaha kentlerinin emirleri ile savaşmak ve onların üzerinde hakimiyet kurmak. Ancak İbni Abdülvahhab ile bu dünyevi aktivite ve kanlı oyun artık dinî bir misyona dönüştü ve İbni Suud gibi aslında zayıf bir lidere güçlü bir dinî motivasyon ve meşruiyet kazandırdı. Karşılığında ise İbni Suud hakim olduğu vaha kentlerinde yargıyı, camilerde dinî nasihat ve telkini, dinî eğitim ve kamusal ahlâkın gözetlenmesini İbni Abdülvahhab ve öğrencilerinin ellerine bıraktı. Vahhabiliği benimsemeyen din adamları ise Vahhabi din adamları tarafından cadı avına tabi tutuldu ve Necid’i tamamen terk etmeye zorlandı.
On sekizinci yüzyılın ortasında inşa edilen bu ulema-devlet koalisyonu Suud ailesinin iktidarda olduğu dönemlerde devam etti ve yirminci yüzyılın başında tekrar tesis edildi. O zamandan beri Vahhabi din adamları yönetici Suud ailesinin dinî meşruiyetinin devamını sağlarken, yargı, eğitim ve kamu ahlâkının gözetiminde önemli roller üstlenegeldi. Devletle olan bu karşılıklı ilişki Vahhabiliğin Necid dışına da yayılmasını, hatta devletin petrol kaynakları sayesinde bütün dünyada etkin bir din yorumu olmasını sağladı. Öte yandan devletle ilişki Vahhabiliği de dönüştürdü. Her şeyden önce İbni Abdülvahhab’ın saldırgan cihad anlayışı Suudi Arabistan bugünkü sınırlarına ulaştığında terk edildi. Aynı şekilde Vahhabiliğin bazı aşırı yorumları yumuşatıldı. Özellikle Vahhabi olmayan Sünni Müslümanların müşrik ilan edilmesi pratiği tamamen terk edildi. Ayrıca devletin modernleşme sürecinde İslâmi hukukla detaylı düzenlenmemiş alanlarda yeni kanunlar çıkarmasına ve eğitimde modern bilimlerin öğretilmesine de zamanla itiraz etmediler, hatta kabullendiler.
Vahhabiliğin aksine İhvancılık hiçbir zaman bir devletin resmî ideolojisi veya din yorumu haline gelmedi. Kuruluşundan itibaren Mısır’dan diğer Arap ülkelerine de yayılan İhvancılık elbette aynı kalmadı. Hasan el Benna’dan sonra Seyyid Kutup’tan Yusuf el Karadavi’ye birçok isim İhvancılığa entelektüel katkıda bulundu. Bu katkılar elbette Benna’nın formüle ettiği İhvancılıkta değişikliklere yol açtı. Bu değişikliklerin izini sürmek hem bu boyutta bir yazıyı hem de bu satırların yazarını aşan bir konu. Ancak şu kadarını söylemek mümkün: Bugünün İhvancılığı el Benna’nın şiddetle karşı çıktığı demokrasi, insan hakları, hatta seküler devlet gibi Batı kaynaklı politik ideoloji ve kurumlara daha açık bir din yorumu haline geldi.
Her ne kadar müruru zamanla değişime ve dönüşüme uğrasalar da hem Vahhabilik hem de İhvancılık arasında kurucularının tahayyül ettikleri İslâm açısından yukarıda tartıştığım uyuşmazlık hâlâ devam etmektedir. Tekrar etmek gerekirse, esasında Vahhabilik ve İhvancılık insan hayatının ne kadarının din tarafından düzenlenmesi gerektiğine dair iki farklı, hatta zıt duruşu temsil ederler. Vahhabiliğin, ilk dört asır boyunca oluştuğu haliyle İslâm fıkhının belirlediği esasların hayata geçirilmesinin ötesinde bir İslâm tahayyülü yoktur. İhvancılık ise İslâmın hayatın her alanını düzenleyebileceğini tahayyül eder.
Bu iki İslâm yorumunun pratikte nasıl uzlaşmaz olduğuna dair örnekler vermek mümkün. Ancak en çarpıcı örnek 1990 yılının Ağustos ayında Irak’ın Kuveyt’i işgalinin ardından yaşandı. Irak’ın saldırma ihtimaline karşın, Suudi Arabistan Amerika Birleşik Devletleri’nden askerî yardım talep etti. İşgalden beş gün sonra ilk Amerikan askeri krallık topraklarına ayak bastı. Dokuz gün sonra ise krallığın en yüksek dinî otoritesi, Meclis Heyet Kibar el Ulema, ABD’den askerî yardım talebini destekleyen bir fetva yayımladı. Aslında adı geçen dinî otoritenin üyesi olan Vahhabi din adamları için ortada cidden bir sorun yoktu zira İslâmın Vahhabilik yorumunda yabancı askerlerin davet edilmesi ülkenin güvenliği ile alakalı bir karardı ve bu alanda İslâm fıkhı devlet reisine takdir hakkı tanımıştı. İslâmın İhvancılık yorumunda ise söz konusu davet dinen kabul edilemezdi veya caiz değildi. Zira böyle bir karar daha geniş bir perspektiften değerlendirmeliydi. Veya söz konusu karar fıkıh el vaki, vakaların veya realitenin fıkhı ile alakalıydı. Böyle bir fetvayı verecek heyet daha geniş bir alanda olan bitenin farkında olmalıydı ve fetvayı ona göre vermeliydi. Elbette bu özel durumda fetva makamı alınan siyasi kararın jeopolitik izdüşüm ve neticelerini de hesaba katmalıydı. Aslında bu örnekte de görüldüğü gibi, İhvancılığın Vahhabilikten farkı, dinî hüküm ve normları hayatın daha geniş alanları için geçerli görmesiydi. İhvancılıktan etkilenen ve halihazırda hapiste olan Suudi din adamı Selman el Avda’nın da belirttiği gibi, Vahhabilik dinin detaylarında boğulmaktı. Halbuki, dinin politik, sosyal ve ekonomik izdüşümleri ve çağrışımları söz konusuydu.
Netice olarak şununla yazıyı bitireyim. Vahhabilik pekâlâ bir devlet tarafından resmî ideoloji olarak benimsenip büyük oranda hayata geçirilebilecek nitelikte bir din yorumudur. İhvancılık ise bir imkânsızlıktır. Hatta devleti bir imkânsızlıkla test ettiği için mütemadiyen muhalefet üretebilecek bir potansiyeli vardır. Öyle ki Suudi Arabistan gibi dünyanın en fazla dinî politika takip eden, dinî sembollere en fazla yatırım yapan devletine karşı bile muhalefet üretebilmiştir.
İhvancılığı, hatta temsil ettiği İslâmcılığı, aslında her türlü baskı ve devlet şiddetine karşı dayanıklı kılan da bu yönüdür. Bu yüzden son zamanlarda İslâmcılığın öldüğü şeklinde yapılan kehanetlerin daha çok arzu ettiği şeyi düşünme (wishful thinking) kabilinden olduğunu iddia etmek mümkün. Mark Twain’in kendi ölümüne dair unutulmaz cevabından ilhamla söylersek, İslâmcılığın öldüğü fazlasıyla abartılmıştır.