Hayatımız boyunca duygu sözcüklerini sürekli kullanırız: sevinç, şaşkınlık, korku, utanç, yalnızlık, özlem, kin, keder, aşk, nefret, gurur, utanç… Bütün bu sözcüklerin bizi harekete geçiren dürtüsel fiillerin nesnelerini taşıdıklarını biliriz. Fakat tam olarak duyguların ne olduklarını veya neyi ifade ettiklerini bilmeyiz. İçsel dünyamızın bilincine tam olarak varamadığımız, öz-farkındalığımızı tamamlayamadığımız bu noksanlık durumunda, başta kendi duygularımız, sonra da yakınımızdakilerin duyguları hakkında sık sık yanılgılara da düşeriz. Spinoza’nın en tehlikeli bilinçsizlik hali kabul ettiği bu noksanlık, hayatımızın kalitesini, niteliğini, anlamını doğrudan ilgilendiren bir yetersizlik alanını tarif eder. Bu yüzden de bu yetersizlik sonucu, önce ve daha çok kendimizi, sonra yakın çevremizdekileri yanılttığımız, bilinçli bir kandırmaca oyununu sürdürdüğümüz yaşamımızın temel araçlarına dönüşür duygular. Üstelik doğru ve yeterli bir bilgiyle hareket edilmediğinde, üzerine konuştukça derinleşen, karmaşıklaşan, içinden çıkılamaz olan bir doğası vardır duyguların. Oysa duygularımızı tam ve doğru bir biçimde tanıyıp tanımlayabilsek, hem eylmelerimizin gerçek nedenlerini hem de varsa eylemlerimiz, bilincimiz ve duygularımız arasındaki farkı da anlamış ve çözmüş olacağız. Zira duygular, eylemlerimizi, kararlarımızı, tavırlarımızı ve genel olarak tüm hayatımızı anlamlandırmanın şifrelerini taşıyorlar.
Spinozacı bir bakışla duyguları tam tanımak, bilginin nesnesi yapmak mümkünse de Georges Batailleci bir perspektiften baktığımızda belki de duyguları ancak bir “iç deney” nesnesi olarak bilebilir ama bilimsel bilginin nesnesi olarak da yeterli ölçüde hikmetine erişemeyiz. Fakat Bataille’in gizemci bakış açısından uzaklaşıp daha somut-bilinebilir bir duygu tanımlamasından hareket etsek bile duygularımızı tanımlamanın, neden olduğu hareketin içeriğini oluşturmanın başka zorlukları da var. Bu zorluklardan biri de duygunun gerçek niteliğiyle ifade edilişi arasında bir türlü aşılamayan ve kapatılamayan farktır. Dil, ne denli ustalıkla kurulursa kurulsun duyguyu tam olarak yansıtmadığı, genellikle duygunun sadece bir yönünü öne çıkardığı ve hatta çoğunlukla duyguyu çarpıtmanın, üzerini örtmenin, dikkati duygunun gerçekliğinden başka bir yöne çekmenin aracı olarak kullanıldığı için, bedenimiz, duygularımız ve bilincimiz arasında bulanık bir alan yaratır ve bir yanılgı aracı olarak duyguyu çarpıtır. Duygularımızı anlamlandırmaktaki bir diğer zorluğun da duygunun içsel uyarıcı yönü, öznel deneyime içkin yapısı, özel bir sürece ilişkin gelişimi ve birçok ara ve anlık değişkeni doğasında barındırması olduğu söylenebilir.
Brian Massumi tarafından düzenlenerek bir kitap haline getirilmiş olan Duygu Politikası adlı çalışmada Massumi, bu çabasının duygunun içinden düşünmek, duygunun yaşamı dolduran, yaşamı biçimlendiren yolculuğunu sürdürmek ve onun politikliğini açığa çıkarmak olduğunu söyleyerek asıl amacını şöyle tanımlar: ”… yaşamın süreç halindeki niteliklerini düşünme-hissetmenin ucu açık yolculuğunu sürdürmeye yatkın, bu niteliklerin hem önpolitik boyutunu hem de bu boyutun politikalarda tam ifadesine kavuşabilmesinin yollarını öne çıkaracak dönüşümsel bir kavramlar matrisine ulaşmaktır.”[1] Massumi, duygunun sırf kişisel bir his olmayıp “duygu (affect)” derken gündelik anlamdaki “duygulanışı (emotion)” kastetmediğini, daha ziyade Spinoza’daki anlamıyla “bedeni etkileme ve etkilenme” tanımı üzerinden düşündüğünü söyler. “Etkileme ve etkilenme” de anlaşılacağı üzere karşılıklı his-duygu-düşünce ve eylem dizgesini doğurur. Yani duygularımızla eylemlerimizin iç içe nasıl geliştiği, duygularımızın eylemlerimizi nasıl tetiklediği ve en önce de bu etkilenimsel ilişkilerin nasıl başladığı ile ilgilidir.
Massumi duygular için, duygu da bizim insana özgü yerçekimli alanımız gibidir, özgürlüğümüz dediğimiz şey ise onun ilişkisel ters çevrimleridir, derken[2] ruhsal ve bedensel bir varlık olarak insanın bütün edimlerinde bağlı kaldığı, varlığının ondan kaynaklandığı, istese de ondan kaçamayacağı şeyin duygu olduğuna işaret eder. Yazarın birçok filozof üzerinden sürdürdüğü duygu soruşturmasında, duyguyla ilgili olarak özellikle öne çıkan şeyin, duygunun-hislerin çoğunlukla içsel deneyimlerle ilgi olmayıp yaşamın dışsal düzeninin sosyal-politik-ideolojik ve kültürel düzeniyle ilgili belirleyici rolü olduğu söylenebilir. Şöyle der: “Duygu kavramı başından itibaren politik yönelimlidir. Gelgelelim duygunun ‘esas anlamıyla’ politik bir düzeye-toplumsal düzen ve yeniden düzenlemelerin, yerleşiklik ve direnişin, yasaklar ve ayaklanmaların arenasına-taşınması kendiliğinden gerçekleşmez. Duygu önpolitiktir. Politik olanın yaşamın hissedilen yeğinlikleriyle dolup taşan ilk kıpırtılarıyla ilgilidir.”[3] Nitekim duygu kavramı her nedense uzun bir süre çoğunlukla beden dışında, soyut ve gizemli-kapalı, metafizik bir durum olarak, bilimsel bilginin alanı dışında düşünüldü. Fakat duygular üzerine çalışmalar yapan sinir bilimci Antonio Damasio, beynin, sinirsel haritalar şeklinde beden etkinliklerinin sayısız görünümünü resmetmek için uyumla çalışan bazı görevli bölgeleri kullandığını söyleyerek duygunun-hissin biyolojik, bedensel bir olgu olduğunu ortaya çıkararak bu yaygın yanlış algıyı değiştirdiklerini belirtiyor. Beyine sinyalleri getiren kimyasal ve nöronal kanallar, tuvale yansıyan renkler gibi yaşam portresini oluşturur. Nasıl hissettiğimiz artık o kadar gizemli değildir. Peki, niçin önemlidir hisleri ve kaynağını anlamak? Bu ne işe yarar? Cevap Damasio’dan gelir:
Hislerin ve onların öncülü olan duyguların nörobiyolojisini aydınlatmak, kim olduğumuzu anlamada merkezi önemi olan zihin-beden sorunsalı hakkındaki görüşlerimize katkıda bulunur. Duygular ve ilişkili tepkimeler bedenle, hisler ise zihinle koşut işler. Düşüncelerin duyguları nasıl tetiklediği ve bedensel duyguların his adını verdiğimiz düşüncelere nasıl dönüştüğünün araştırılması, zihin ve beden, tek ve sorunsuzca iç içe geçmiş haldeki insan organizmasının açıkça farklı iki görünümüne ayrıcalıklı bir bakış açısı sağlar.[4]
Bu bilgiler ışığında artık “duyguların, hislerin” sadece gündelik dedikoduların malzemesi olmadığını, bizzat fiziksel doğamızla, biyolojimizle, akıl sağlığımızla, bireysel-toplumsal ilişkilerimizin ve düzenimizin doğru ve sağlıklı işleyişiyle, tahakkümü altında olduğumuz güçlerle ilişkimizin niteliğiyle ve ayrıca sanatsal-felsefi alanla ilgili yaşamsal durumlar olduklarını rahatça anlayabiliyoruz. Ayrıca sıkça sanıldığı gibi aşkın değil, nesnel durumlara içkin bir doğasının olduğunu da kavrıyoruz.
Duyguların benliğimiz, eylemlerimiz, varoluşumuz ve kendimizi gerçekleştirmelerimiz üzerindeki bu güçlü etkisini anlatmamın nedeni belki de en güçlü duyguların başında gelecek olan “korku” duygusunun yaşamlarımız üzerindeki derin ve trajik müdahalesine anlatı zemini hazırlamaktır. Bireyler olarak her birimizin, her durumda sosyal bir dünyaya kayıtlı olduğumuzu, bir diğeriyle-ötekiyle etkileşime bağlı ve sosyal olarak kurulmuş bir “söylem evreninde” mümkün olan bir düzeninin şemasına bağlı yaşadığımızı biliriz. Bu şema içinde, olayların ve olguların tanımlandığı, bir hiyerarşiyle sıralandığı, yeni deneyimlerle birleştirildiği, kurum ve kurallarının oluşturulduğu da bir vakıadır. Bu düzen, “kendimiz ve başkaları” olarak düşündüğümüz dünyamızı dizayn eder, tarif eder ve her gün bir üyesi olduğumuz toplum tarafından da onaylanır. Bu dizgenin dışına çıkmamızın bir yolu yoktur. Aynı sistem şeması duygularımızı da düzenler, neye ne kadar üzülüp sevineceğimizi, kızıp isyan edeceğimizi, coşup susacağımızı ve nihayetinde esas olarak nelerden-neyden niçin ve nasıl korkacağımızı da yapılandırır. Bu bağlamda özellikle sosyal/toplumsal ve siyasal düzeni “korku” üzerine inşa edilmiş bizimki gibi toplumlarda korkunun, sadece verili-nesnel durumların tepkisi olarak karşımıza çıkmadığı, sistemin ruhunun korku üzerine inşa edildiği, bu duygunun özelikle tüm yorum ve eylem alanlarında profesyonelce ve kurumsal olarak üretildiği, tüketime sunulduğu, toplumun sistemli olarak korku-yorumsal bir algıya maruz bırakıldığı üzerinde düşünmek gerekir.
Korku
Spinoza kült eseri Etika’da korkuyu şöyle tarif eder: “Korku, kendisinin bir sonuca varmamasından bir dereceye kadar şüphe ettiğimiz bir şeyin fikrinden doğmuş, istikrarsız bir kederdir.”[5] Yani olmasını beklediğimiz ancak olmazsa diye kaygılandığımız bir durumun somut dışavurumu, demek ister. Hobbes da korkuyu gelecek bir kötülüğün varsayılması olarak tarif eder. İkisinde de şimdi olan bir şey değil de gelecekte olacak veya olmayacak olan bir şeyin bizi korkuttuğu söylenir. Ama şimdi olan bir şeyden de korkabiliriz tabii ki. Hatta hiç gerçekleşmeyeceğini bilsek de o şeyden korkabiliriz. Bu bağlamda belki Aristoteles’in korkuyu “umut”la bağlantılı görmesini hatırlayabiliriz. Kötü bir şeyin olmamasını veya iyi bir şeyin de olmasını umut etmek ama her ikisinin de gerçekleşmesiyle ilgili belirsizlik hali bizi korkuya iter. Korku için birçok tanım ve yaklaşım bulabiliriz elbette ama esas olarak korkunun, kendini emniyette hissetmeme, güvensizlik, kuşku, savunmasızlık içinde olma, varlığın ve varoluşun tümden yitirilmesiyle karşı karşıya kalma, fiziksel veya duygusal şiddete maruz kalma gibi hallerle ilgili olduğunu biliriz. Fakat bu metinde üzerinde asıl durulmak istenen izlek bir “korku kültürü” içinde sürüp giden yaşamlarımızın, hemen her şeyin korkulara tercüme edildiği bu korku-yorumsal anlam ve algı dünyasına hapsedilmiş olmasının niteliğidir. Dolayısıyla sözü edilen korku, insan medeniyetinin ilerleyişini domine eden, vahşi yaşamdan, yabani doğanın yıkıcılığından, yırtıcı hayvanlardan, düşmanlardan, kötü yaşam koşullarından sakınmak amacıyla duyulan pozitif anlamdaki korku duygusu değildir. Her ne kadar Machiavelli ve Hobbes erk şiddetine dayalı korkuyu da insanların bir aradalığının, toplumun ve devletin oluşumunun temel güdüsü sayarak olumlasalar da Machiavelli’nin insanların temelde hep kötü oldukları tezi üzerinden ilerleyen bu tür yaklaşımını bu yazının kapsamı gereği şimdilik göz ardı edeceğim.
Tüm korkular bir şeyin korkusu olarak belirse de tüm dünyada apokaliptik bir gelecek tasavvuruna inancın güçlendiği böyle bir zamanda belli bilgilere dayalı somut korkularımızın yanı sıra korkulacak belirli bir nesneyi hedef almayan “bilinmeyenden korkma”larla da ele geçirilmiş genel olarak disforik krizler içinde çaresizce çırpınan bir insanlık halinin olduğunu söylemek abartılı olmaz. Fakat varoluşsal kaygılardan kaynaklanıyor gibi anlaşılan bu "bilinmeyen korkular", gerçekte, iç ve dış savaşlar, çatışmalar, siyasi, ekonomik çöküntü ve anlam krizlerinin toplumsal düzeni ciddi anlamda tahrip ettiği, düşünmenin örselendiği, sosyal söylemin bozulduğu ortamlarda daha çok beliren korkulardır ve somut korkulardan daha yayılmacı, eylemi ve düşünceyi felç edici, giderek her şeyden korkmaya götüren bir niteliğe sahiptir. Sonuçta tanımlanan ve tanımlanamayan korkularımızın, bilim çağı denen bu çağda bu denli çok oluşu elbette güçlü bir ironi de barındırır. Nitekim yaygın bir kanı, korkularımızın bilgisizliğimizden kaynaklandığı yönündeydi. Öyleyse her an bir gizemin bilgi ve bilim yoluyla aydınlatıldığı günümüzde neden bir “korku kültürü” içindeyiz, niçin sürekli korku içeren algı düzenlemelerine maruz kalıyoruz ve en önemlisi de bu korkular ne kadar somut durumların, ne kadar belli bir amaçla üretilmiş manipülatif kurgu senaryolarının yansımaları diye cevabı zor birkaç soru sormak gerekiyor. Lars Fr. H. Svendsen Korkunun Felsefesi kitabında bu sorular üzerine de düşünür ve son on yıllarda terör korkusunun eylem alanımızı nasıl biçimlendirdiği ve bu yolla yaratılan korku kültürü üzerinde durur: “Korku perspektifimizin etkili olmadığı hiçbir toplumsal sahanın kalmaması anlamında, korku her şeyi sarıyormuş gibi görünmektedir. Korku, halkı kontrol eden bir duyguya dönüşmüştür ve artık çok sayıda sosyal bilimci, bugünün toplumunun en iyi ‘korku kültürü’ olarak tarif edilebileceğini iddia etmektedir.”[6] Bu bağlamda bilgi ve iletişim çağında yine ironik biçimde korkunun yayılımı da bilgi ve teknoloji yoluyla daha kolay oluyor, bizzat sistem kurucular tarafından her sahaya aksettiriliyor ve bir çeşit kontrol, denetim ve yönlendirme aracı olarak kullanılıyor. Aynı eserde Svendsen neden bu kadar çok ve kolayca korktuğumuzu da tarif eder:
Korkuda kendimizin dışında bir şeyle karşılaşırız ve karşılaştığımız bu şey isteklerimizin olumsuzlanmasıdır. Özgürlük, saygınlık, sağlık, sosyal statü ve -uç noktaya götürürsek- yaşamın kendisi gibi hayatımızdaki önemli şeylerin mahvolmasından ya da elimizden kayıp gitmesinden korkarız. Sadece kendimiz için değil başkaları için, özellikle değer verdiklerimiz için de korku duyarız. Bunlardan biri tehdit altında olduğunda korku normal bir duygudur.[7]
Sonuç itibarıyla Svendsen de Spinoza gibi düşünür ve tüm duygular gibi korkunun da bilinebilir ve yönetilebilir doğasına vurgu yapar. Fakat buna karşın Georges Bataille, korkuyu içsel deneyimin, en spekülatif, en güçlü, en aşırı, esrik ve kutsal sınavının yeri yaparak onu bir gizemin içine taşır. Ancak konuyu anlamak için Battaille’in bu gizem halesinden yine uzak durmamız gerekiyor. Çünkü söz konusu ettiğimiz korkular, gerek Batılı ülkeler merkezli Ulusötesi Bilgisel Kapitalizm’in yine ulus ötesi tekelci/oligopolist şirketleri ve bu egemenlik teknolojisini domine eden küresel kurumları eliyle yarattığı uygulamaların gerekse de bunların dışında kalan, Türkiye tipi otokratik neoliberal uygulamaların bir sistem aparatı biçiminde bilinçli olarak ürettiği ve kitlelerin manipülasyonu ve baskılanması için yaygın olarak kullandığı “korku kültürü”ne ait somut, görünür korkulardır. Bizzat dış-deneyin ürünleri olarak yüksek görünürlüğe sahiptirler.
Korku, esasında öz varlığımızı bir tehdit altında hissettiğimizde ortaya çıkan bir duygu durumu olunca korku içinde olmamızın belirgin işaretlerine, nedenlerine bakarız. Yaşamımızın asgari bir güvence altında olmaması ne demektir? Neden, neyden bu kadar korkarız? Bir toplum, bir devlet olmanın belki de ilk koşulu korkulara karşı, bireyin yaşamsal güvencelerini sağlamak değil midir? Nitekim Platon’un, İbn Haldun’un, Hobbes’un, Aristoteles’in, Spinoza’nın, Kant’ın ve nihayetinde çağdaş-modern dünyanın toplumu ve devletinin birinci işlevi bireylere bu güvenceyi vermek değil midir? Zira bu yüzden, birey ve toplulukların varlığını güvence altında sürdürmeleri, kendini özgürce ifade etmeleri, her türlü hak ve hukukları, gücü elinde bulunduranın keyfî cebrine-tasarrufuna maruz kalmaması, bir toplumsal sözleşme altında toplum ve devlet olma halinin temel gerekçesidir. Fakat bu temel gerekçelere rağmen halihazırda yaşadığımız durum boşluğun, aşırılığın, keyfiliğin sürdüğü iktidar biçimlerinde bütün bu hakların askıya alındığı, istendiği gibi uygulandığı korku dolu bir gerçekliktir. Ve ne yazık ki varlığını, bizzat şiddetlerinin yarattığı korkuya borçlu olan toplumsal yapıların ve devlet etme pratiklerinin evde başlayıp okulda, sokakta, fabrikada, karakollarda, askerî kışlalarda, cadde ve alanlarda ve giderek sanal düzlemde ürettikleri baskı ve şiddet, işlevselliğini ve güncelliğini kaybetmemiştir. Bizdeki gibi kuruluş paradigmaları, tarihî-teolojik metin ve söylenceleri, masalları, destanları, devlet etme pratikleri, siyasi-ideolojik söylem ve edimleri, gündelik hayatın dizaynı, iş ve ekonomik işleyişi, cinselliği kategorize edişleri, her tür “öteki”ye bakışları, hayvanlara ve doğaya yaklaşımları, saldırgan milliyetçi-dinci vizyonları, etik ve kültürel normlara uymama eğilimleri, öğüt ve ikazları tümüyle korku motifi üzerine ince ince işlenmiş toplumsal ve ulus yapılarda, korkuyu salt küresel ısınma, iklim krizleri, salgınlar, açlık ve geçim sıkıntısı, gelecek kaygısı, ötekileştirme, iş güvencesinden yoksun bırakma, cinsel tercihler, dinî ve etnik baskılamalar gibi nesnel-görünür tehlike işaretlerinde aramamak gerekiyor. Daha derinde kılcal damarlara dek sızmış, kemikleşmiş, sürekli gündemde tutulan afaki ve belirsiz korku izlerini de sürmek gerekiyor. Ancak varlığını, vatandaşlarının kronikleştirilmiş korkularının sürmesine bağlayan ve kendini bu korku paranoyası içinde üretmeye indirgemiş rejimlerin anlam şeması üzerine düşünmek ve bu sorunlarla baş etmek doğal olarak hiç de kolay olmaz. Nitekim bizim özelimizde, Ulusal Marşı “Korkma!” uyarısıyla başlayan ama süreklileşmiş bir panik hali içinde bütün bir yaşamın üstünü korkuyla kapatan, korku yoluyla yaşamı her yönden ele geçirip kuşatan, hareketsiz kılan, düşünmeyi felç eden, korku perdesiyle geçmiş-şimdi ve gelecek ufkunu karartan, her yaş, sosyal grup ve statü için özel korku türleri yaratan mevcut toplumsal ve siyasal sistemin bu trajik döngüsünü kırmak daha da zor görünüyor.
Korkunun manipülasyonu
Sistem düzenleyicilerin, politik alanı, sürekli bir biçimde “belirli ve belirsiz” korku türlerini sömüren söylemlerin etkisinde tutmak istemeleri de korkunun bu düzeni tesis ve devam ettiren kurucu işleviyle ilgilidir. O kadar güçlü bir duygu yaratıyor olmalı ki bütün yönetimsel başıbozuklukları, kusurları, suçları, ihmalleri flulaştırıp görünmez kılarak gerçeklik alanını sahteleştirebiliyor ve irrasyonel bir hakikat algısı üzerinden gerçek anlamda düşünmeyi, ilerlemeyi askıya alabiliyor; gerçek düşünce eylemleri üzerinde de legal bir teröre dönüşüyor. Lars Fr. H. Svendsen, ABD yapımı animasyon komedi dizisi South Park’ta (2006) Cartman ve Bart Simpson karakterleri arasında geçen çarpıcı bir diyaloğa yer verir:
Cartman: “Korkuyu halkı emrimi yerine getirsinler diye manipüle etmek için kullanıyorum.”
Bart Simson: ”Ha, terörizm gibi bir şey değil mi?”
Cartman: “Dostum, terörizm gibi değil! Terörizmin ta kendisi!”[8]
Diyaloglarda da ifade edildiği gibi bu durumda muktedirlere düşen tek görev bilinç ve beden üzerinde yıkıcı bir terör çeşidi olan korkunun yarattığı şoku, paniği sürekli kılarak bu yolla birey ve toplumu hareketsiz kılmak, doğru eylem ve kararlardan uzaklaştırmak ve bunun için de korku sanayisini güçlü kılmak oluyor. Bu korku sanayisinin, düzen aktörleri lehine aktif üreticilerinden biri de işbirlikçi medyadır. Bir çeşit düzen aparatı olan bu medya görünümlü güç, bilim çevrelerini de dışarıda bırakıp veya kendisi için kullanıma açık hale getirip sosyal korkuların oluşumuna, formülasyonuna, düzenlenişine müdahale etmeye, bu yolla sahte yaşam durumları, olgular ve dilsel söylemler yaratmaya çalışır. Ve bu yöntemle de politik-ekonomik-ideolojik ve kültürel durumların geniş kesimler aleyhine yorum ve analizi için imkân bulur. Bu yolla gerçek sorunlara dayalı korkuların yorum ve manipülasyon yoluyla rejimin kurulum ve tesisinin hizmetine sokulması da sağlanmış oluyor. Burada kullanılan dil, salt korku doğuran alanlarla ilgisi olmayan çeşitli faaliyet alanlarından ödünç alınarak güçsüzlük ve düzensizlik duygularının oluşmasına katkıda bulunuyor ve bunun gerçekleşmesi de yine korku-yorum yoluyla korkuların şekillendirilmesine dayanıyor. Saldırgan bir medya dilinin yarattığı sosyal aşağılama, yıkım, hiçleştirme, değersizleştirme, yaşam dışı bırakma, geleceksizleştirme, suçluluk hissi, terörize etme toplumsal kesimleri büsbütün karanlık düşüncelerin, kaygıların, huzursuzlukların ve yaşama bağlılıkta konsantrasyon güçlüğüne sürüklenmenin içine çekerek sonuçta süreklileşmiş bir korku duygusunun içinde tutuyor. Bu "karanlık baskı duygusu", toplumda bir bütün olarak bir mağduriyet durumu geliştirerek nesnel sorunların etkilerini pekiştiriyor ancak yine de korkunun kendisi, korkuyu yaratan sistem ve kurucularına yönelik bir sorgulayışa izin vermiyor. Çünkü korkunun en dehşetli etkileri gerçekleşmiş oluyor: “Düşünme yeteneğinin felç edilmesi, paralize olma, bilinç bulanıklığı, irasyonalite ve hakikatlerden uzaklaşma.”
Medyanın ve algı odaklarının olaylara korku-yorumsal yaklaşımının korkunun uyanması üzerindeki etkisinin bir başka yönü üzerinde de durmak gerekir: Gerçek ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sorunlara dair davranışların irrasyonel ve manipülatif yorumlanması yoluyla toplumda sürü davranışı eğilimleri yaratmak amaçlanır. Güçlü algı yaratma araçlarıyla türlü korkuları tetikleyen söylentiler üretmek ve bu yolla da kitlelerde ani değişimlerin yaşandığı, coşkudan paniğe, umuttan umutsuzluğa, öfkeden kayıtsızlığa varan psikolojik savrulma ve aşırılık durumları üretilir: Bu da sürü psikolojisi içinde davranan insanları sebepli sebepsiz paniğe sokarak duygusal krizlerin/çılgınlığın/anksiyetenin sınırında tutar. Ekonomik dengelerin bütünüyle bozuk olduğu, siyasal ve yönetimsel zaaf ve krizlerin yoğunlaştığı bu anlar, ürettiği korku üzerinden Damasio’nun tezine uygun hormonal aşırılıkların neden olduğu kontrolsüz, taşkın duygu durumları yaratır. Bu da stres ve korkunun yarattığı testosterondaki artışla birlikte önü kestirilemeyen kitlesel linç durumlarına, manipüle edilmiş saldırganlık nümayişlerine dönüşür. Bu hormonal dengesizlik/aşırılık durumları piyasa manipülatörleri ve sistem kurucuları tarafından kendileri lehine yönetilir ve failleri aleyhine de daha riskli rekabetçi, mantıksız davranışlara yol açar. Fakat korkunun şiddeti altında iyice güvencesizleşmiş, şaşkına dönmüş olan halkın çaresizliği, sistem kurucuların her gün biraz daha zenginleşmesine, düzenlerinin tesisine yarasa da Machiavelli’nin tezine göre bir dereceden sonra doz aşımından dolayı, korkuyu üretenin de korkusuna dönüşür. Korku, korkuyu tetikler ve sistem sahipleriyle birlikte tüm toplumu korku sarmalında sabitler.
Medya ve kurucu siyasi aktörler tarafından bilinçli bir şekilde gündemde tutulan korku repertuarına ilişkin içerikler salgın hastalıklar, çevresel felaketler, terör, göç, ekonomik sıkıntılar, ayrıca bize özgü bölünme, parçalanma, yıkılma, bozulma gibi korku temaları, yerli ve yabancı sanat ve eğlence endüstrisinin de kendini tahkim ettiği rezervler olur. Filmler, diziler, edebiyat, sosyo-kültürel etkinlikler, gündüz kuşağı programları, haber bültenleri yirmi dört saat mevcut korkuları kanırtır ve yeni korkular salgılar. Korkular hakkında gerçekte var olduklarından daha fazla konuşmamız, “korkunun korkusuyla oynayan” salgın halde yayılan bir korku kültürü ortaya çıkarır. Gerçek tehlikelerin seyirlik bir tüketim nesnesine de dönüştürüldüğü bu paroksismal tempo, gücünü kitlelerin korku arzularından alarak coşku ve hezeyan içinde devam eder. Bu düzlemde, siyaset aktörleriyle medya arasındaki gizli-açık işbirliğinin bilinçli olarak sürdürdüğü korku-yorumsal düzen küresel bir fenomene dönüşür. Geniş kitlelerin korkular nedeniyle tehlike veya tehdide odaklanan dikkatleri, bilgiyi işleme yeteneklerini azaltarak gerçeklerden uzaklaşmalarına, irrasyonel ve panik halde davranmalarına neden olur ve yaşamları için yaratıcı riskleri yüklenmekten de kaçınarak daha iyi ve konforlu bir hayata ulaşmalarının önündeki bir engele dönüşür. (Bu duruma örnek için Covid salgınına yönelik tedbirlere karşı takınılan irrasyonel tepkiler göz önüne alınabilir.) Korkulara ilişkin değerlendirmelerimiz gerçeklik ve akıl zemininden uzaklaştığı sürece de psişik yaşamımız, bu arka plana karşı gelişir ve bu da anlamsız yorum hezeyanlarıyla birleşerek düşünsel/moral dekadansa dönüşür. Bu sürecin kendisi, yaşamımıza ve özbenliğimize ilişkin mantıksızca işleyen sevgi ve nefret kaymalarını da içerir; bizi dengesizleştirir ve sonuçta değersizleştirir.
Korkmak her ne kadar doğal bir tepki olsa da korkan kişi, Hegel’in “köle” kişisidir, yani henüz tam insan olamamış olan, korkusuyla yüzleşemeyen, neyden-niçin korktuğunu bilemeyendir. Oysa Heidegger’e göre korkunun her zaman bir nesnesi vardır, neyden korktuğumuzu hep biliriz ancak yine de bütün bu korkuların yarattığı toplam ıstırabın belirgin bir nesnesi yoktur ve korkular, acı içinde kıvranıp nefessiz kalmamıza yol açar. Böyle bir durumda esas olarak insanları itaat ettirmenin, hatta onları küçük düşürmenin bir yolu olan korkudan kurtulmanın bir yolunun olup olmadığı da soruşturulamaz. Orwell'ın 1984’ünde mahkûmları itiraf ettirmek ve davranışlarını değiştirmek için onları en çok korkutan şeyle yüzleştirirler, bu bakımdan beki de korkularımızla yüzleşmek, korku-yorumsal dilin hakikatlerinin dışına çıkmayı başarmak kurtuluş için ilk adım olabilir. Spinoza’nın duygulanımlar kuramı çerçevesinde korkuyla uğraşmasının amaçlarından biri de korkuları yenmenin veya onları yönetebilmenin bizi özgürlük olarak anlaşılan bir girişimle buluşturabilme olasılığıdır. Teolojik-Politik İnceleme’de filozofun asıl olarak üzerinde durduğu husus gerek metafizik, gerek dinsel, gerekse de seküler tüm iktidar girişimleri ve güçleri karşısında duyduğumuz korkularla yüzleşme ve onlardan kurtulma çabasının özgürlüğümüz için mutlak gerekliliğidir. Spinoza’nın Etik önermelerinin birinde de "kalabalığın da korkusuz olduğu zaman ürkütücü olduğu" belirtilir. Bu önerme, kitlelerin iktidardan korkması gerekiyorsa, iktidarın da kitlelerden korkması gerektiğini işaret eder. Bu durumda korku kültüründe asıl mesele, kitleler ve iktidar arasındaki bir güç dengesi sorununa dönüşür. Korkutan, korkuttuğundan korkar da. Belki böyle bir denge durumunda, korkuya dayanmayan, yöneten ve yönetilenlerin birbirlerine korkuyu esinlemedikleri bir ortam yaratılabilir.
Kimbilir…
[1] Brian Massumi, Duygu Politikası, çev. Hakan Erdoğan, Otonom Yayınları, 2018, s. 11.
[2] A.g.e., s. 32.
[3] A.g.e., s. 8-9.
[4] Antonio Damasio, Spinoza’yı Ararken, çev. Emre Kural ve İlay Çetiner, ODTÜ Yayınları, 1. basım, 2018, s. 7.
[5] Benedictus Spinoza, Etika, çev. Hilmi Ziya Ülken, Dost Yayınları, 2018, s. 184.
[6] Lars. Fr. H. Svendsen, Korkunun Felsefesi, çev. Murat Erşen, Redingot Yayınları, 2017, s. 16.
[7] A.g.e., s. 17.
[8] A.g.e., s. 138.