Yunanistan’ı Okuyamamak

Erdoğan 3 Eylül 2022 günü Samsun’da batı komşumuzla var olan sorun yumağı ilişkide muhtemelen 1922’den bu yana görülmemiş, duyulmamış bir dönemin habercisi gibi duran nevzuhur Yunanistan Seferi’ni başlattı. O günden bu yana şahsı ve kulları, en son Birleşmiş Milletler 77. Genel Kurulu’nda cereyan ettiği gibi, her yurtdışı ve yurtiçi mecrada tehditleri savurmaya devam ediyor.

Ankara rejimi epeydir kanlı canlı bir dış savaş arayışında. Her ne kadar böyle bir savaş için parası olmasa da kısa süreli ve Batı tarafından hızla sonlandırılacak bir çılgınlık her zaman mümkün.

Ankara’daki muktedir, diğer üç harekât mıntıkası Irak, Libya ve Suriye’de kör topal askerî faaliyette bulunmayı beceriyorsa da, Yunanistan ve Kıbrıs’ta uçak uçurmak ve bayrak sallamaktan öteye bişey yapamıyor.

Hatırlayalım: İki ülke arasında 2002’den bu yana cereyan eden istikşâfî müzakereler 15 Temmuz sonrasında komşuya kaçan subaylar krizi dolayısıyla Erdoğan tarafından, tek taraflı olarak (ve tabii Hariciye’ye danışmaksızın) sona erdirildi. 2021’de tekrar başlamış gibi görünseler de, bir şey olduğu yok.

Bu diyalog reddiyesine mim koymak gerek. Artık Ankara iki ülke arasında çok uzun zamandan beri var olan sayısız anlaşmazlık konusunda kendi bakış açısını dikte etmek muradıyla açıkça gambot diplomasisini yeğliyor.

İstikşâfî müzakerelerin sonlandırılmasından önce 2015 yazında korkunç bir mülteci krizi yaşandı. Ankara’nın bu muazzam göçü teşvik ettiği açıktır.

Ardından ultrafaşist muhalefetin uydurup rejime sattığı Mavi Vatan zırvası uyarınca, 27 Kasım 2019’da, devletlerarası ilişkilerde eşi benzeri olmayan ve Girit Adası’nı yok farz eden çapraz bir Libya-Türkiye deniz yetki alanları anlaşması imzalandı.

Keza, aynı çerçevede bu defa ulusolcu muhalefetin (CHP) uydurup rejime kabul ettirdiği “işgal edilmiş adalar” zırvası peydahlandı.

Bu arada “mültecileri salıveririm haa!” tehditleri,  dünya paraya adalar üzerinde uçurulan uçaklar ve önüne gelen denizde fosil yakıt arama faaliyeti hız kesmeden sürdü.

Bu denli hibrid tehlike karşısında Atina kendini korumak üzere önlem almaya başladı. Ve bu aralar pek çok vatandaşın sandığı gibi bu önlemler Miçotakis Hükümeti değil, Çipras Hükümeti döneminde başladı.

ABD ile imzalanan Karşılıklı Savunma İşbirliği Anlaşması, Fransa ile akdedilen Askerî ve Silâh Sanayiinde Stratejik ortaklık anlaşması, Dedeağaç’taki ABD ortaklığındaki savunma ve enerji ağırlıklı dev tesis, Girit Suda Körfezi’nde güçlendirilmiş NATO üssü ile Yunanistan yeni bir güvenlik ve savunma mimarisi kurdu.

Ege’de hava üstünlüğünde Türkiye aleyhine artan dengesizlik ve Başbakan Miçotakis’in Washington’daki performansı, husumeti Erdoğan açısından kişisel öfkeye ve neredeyse intikama dönüştürdü.

Bugün Türk müesses nizamı, Yunanistan’ın NATO’nun güneydoğu kanadında giderek Türkiye’nin yerini aldığı rolü yeni yeni kavrıyor.

Bakalım işin retorik bağlamına. Ankara’nın Atina’ya karşı oluşturduğu güvenlik tehdidi, muhtemelen, 1974 Kıbrıs çıkartması ve adanın kuzeyinin işgali döneminde dahi bu seviyede değildi. Buna rağmen Türkiyeli yorumcular olan biteni Ankara’nın açık tehdidi olarak görmek şöyle dursun, iki ülke arasında yüz, hatta iki yüz yıldır süren husumet, çekişme ve rekabet bağlamına oturtuverdiler.

Devletlerarası ilişkilerde güç ilişkisinden başka kıstas bilmeyen bu yorumcular ekranlara ve köşelere üşüştü. Türkiye’nin müzmin mağduriyetinden ve dillere destan “meşru güvenlik endişelerinden” dem vurmaya başladılar.

Sanırsınız ki Yunanistan tıpkı Suriyeli Kürtler gibi, Türkiye’ye saldırmak üzere. Ahali intikam tınılı “bir gece ansızın geliriz” şehvetine kapılmış halde. Reisten reisçi savaşperver muhalefet hazırolda. Cumhurbaşkanı adayı cengâver Kılıçdaroğlu’nun dediğine kulak verelim:

ABD Yunanistan’ı üslerle doldurdu. Onların amaçları belli! Türkiye’deki ABD askeri tesislerinin kapatılmasını Meclis’e getirsinler, biz de kuvay-i milliye ruhuyla destek verelim. Bizim duruşumuz çok net. Akdeniz ve Ege’de baskıyı arttırmamız şart. “Gemiyi aldım, geri çektim, keşke Biden beni arasaydı”, böyle olmaz. Yüreğiniz varsa işgal edilen ve silahlandırılan adalara bir adım atın. Biz destek vereceğiz!

Meseleyi devletlerarası ilişkiler bağlamında okuyalım. Her şeyden önce, insanlar arası ilişkilerde olsun, devletlerarası ilişkilerde olsun hiçbir zaman bir taraf yüzde yüz haklı, diğeri yüzde yüz haksız değildir.

Türkiye’nin burnunun dibindeki Yunan adaları ve bunların kıta sahanlıkları meselesi Onikiadalar için 1947, diğerleri için 1923’ten bu yana baş ağrısı. Sayısız girişim oldu, hepsi akim kaldı. Kaçan fırsatlar sayısız. Yunanistan tarafında Dışişleri eski Bakanı muhafazakâr Samaras’ın son dakikada Lahey’e gitme kararını engellediği bilinir.

Buna rağmen çözümün askerî olmadığı açık ve aleni. Her iki tarafta kıt’a sahanlığı, suların ve hava sahalarının paylaşımı konusunda birçok ciddi uzman var, makul tekliflerin hepsi aşağı yukarı biliniyor. İki ülke arasında, uluslararası anlaşmalar ışığında, icabında hakemliklere başvurarak, dünyadaki diğer emsalleri örnek alacak, ama Ege’ye özel, ad hoc bir anlaşmadır gereken.

Bu çerçevede bugün yan çizen taraf Ankara. Siz Atina’nın hiç “hayır konuşmayız”, “Erdoğan bizim için yok hükmündedir”, “Türkiye’nin yaptıkları bizi bağlamaz” dediğini işittiniz mi? Bugünkü gergin ortamda dahi Miçotakis “diyalog” demeyi sürdürüyor. Ne var ki diyalog için, tıpkı tango gibi iki kişi gerekiyor. Ankara rejiminin böyle bir fıtratı yok.  

Türkiyeli siyasetçi ve yorumcuların ısrarla altını çizdiği, Ankara’nın tecrit edilmesi ise kendi egemen kararlarının sonucu. Hiçbir müttefik, ortak ilke ve değerlere uyduğu sürece Türkiye’yi itip kakmaz. Tam aksine, NATO’nun Batılı üyeleri Ankara’nın Doğu Akdeniz ve Suriye’deki savaşçı hamlelerini “anlamaya”, bunları meşhur “meşru güvenlik kaygıları” olarak nitelendirmeye ve ne pahasına olursa olsun Türkiye’yi Örgüt içinde tutmaya her zaman hazırdır.

Kendisini izole eden Ankara’dır. Rusya’dan S-400 füze sistemi satın alınması, Yunanistan’la restleşilmesi, Ukrayna işgali konusunda Rusya ve Batı’yla biteviye ikili oynanması, Finlandiya ve İsveç’in üyeliğinin ipe sapa gelmez taleplerle engellenmesi, hep kafasının dikine göre yapılan tercihlerdir.

Meseleyi sosyolojik açıdan değerlendirecek olursak, iki ülkeyi de bilenler, ya da bildiğini zannedenler, aralarında büyük benzerlikler olduğunu vurgularlar.

On yıllardır “halklar iyi, hükümetler kötü” teranesini dinleriz. Ne ortak konserler, ne uzo/rakı sofraları, ne dostluk kardeşlik toplantıları yapıldı. Bunlara rağmen dişe dokunur hiçbir şey olmadı. Neden acaba?

İki temel nedenden belki… İlki ortak tarihteki karşılıklı acılar konuşulmadan yeni ve sağlıklı ilişki kurulamıyor. Dün bilinmeden yarın olmuyor.

Bakın bu yıl Yunanistan’da, yüzyıl önce yapılan siyasi ve askerî hata sonucunda yaşanan ve Anadolu Rumluğunun sonu anlamına gelen Büyük Felaket ya da Küçük Asya Felaketi her yerde anılıyor. Her Yunan ailesinde yakın, uzak bir Küçük Asyalı/Anadolulu akraba mevcuttur.

Türkiye’de ise 1922, “denize döktük gene dökeriz!” aşağılaması ile anılıyor. Ezici çoğunluk, denize dökülenlerin bu toprağın insanı, bu devletin tebaası olduğundan bihaber, onların gitmek zorunda kalmaları ile yaşanan medeniyet kaybının ise asla bilincinde değil.

1914-1915’lerde günümüz Türkiye’sine tekabül eden toprakta yaşayan 16 milyon Osmanlı bakiyesi nüfusun üç milyonu gayrimüslimler farklı yordamlarla yok edilince bu toprağın nasıl çölleştiğinin farkında olan kaç kişi vardır? 

İkincisi, halklar arasındaki “büyük benzerlikler” hayli sorunlu bir iddia.

Siyaseten, Türkiye’nin aksine Yunanistan’da siyasetçilerin milliyetçi oyları toplamak amacıyla savaş hesapları yaptığı, halkın da onlara savaşsınlar diye alkış tuttuğu filan yok. Türkiye’nin belli sol ve demokrat çevrelerinde oldukça yaygın olan bu “konforlu” yanılgının nedenine aşağıda değineceğim. Yunanistan’da ise Ankara’nın tehditleri karşısında ülkeyi korumak için gereken siyasi, diplomatik ve askerî her önlemi almak konusunda, birkaç aklıevvel dışında, soldan sağa ortak akıl yerli yerinde.

Komşumuz, siyasetçisiyle, halkıyla, bölgesel hâkimiyet kurma, dünya gücü olma hayalleri peşinde koşan bir memleket değil. Türkiyeli ziyaretçilerin iyi bildiği, üç günlük dünyadan kâm almaktan hoşlanan, 1820’lerden bu yana feleğin çemberinden defalarca geçmiş, kendisiyle olabildiğince barışık, şiddet karşıtı bir memleket.

Ne var ki son gelişmeler, ister rejim yanlısı ister rejim karşıtı olsun, siyasetçi ve yorumcularca ısrarla Türkiye’ye yönelik güvenlik tehdidi olarak okunuyor, bu da meşru müdafaa için önleyici eylem çağrısına cevaz veriyor. Bunun nedeni oldukça fantastik: Türkiye’deki müesses nizam, Yunanistan’ın bağımsızlık döneminden kalma kadim “megali idea” ideolojisine uygun olarak, Türkiye’nin aleyhine genişleme saplantısı içinde olduğu varsayılan eski Yunanistan paradigmasına saplanıp kalmış durumda!

Modern Yunanistan hakkında ciddi akademik bilginin kronik yokluğunda ortalık, bazıları Atina’da görev yapmış, kurumsal taassubun dışına çıkmaktan aciz, yerli ve milli emekli diplomatlara kaldı. Gerçekten de Türkiye’de Modern Yunan Çalışmaları ile ilgili tek bir akademik kurum bulunmaz. Balkan Çalışmaları içinde ya da bazı akademisyenlerin kişisel çabaları sayesinde dağınık uzmanlıklar mevcuttur. Bu tespit maalesef Avrupa dışında kalan bütün mücavir coğrafya için geçerlidir. Salt akademinin bugün maruz bırakıldığı feci durumla açıklanamayacak kadar yapısal bir boşluktan söz ediyorum.

Bu kronik bilgi ve analiz eksikliği sonucunda Türkiyeliler 1974 sonrası Yunanistan’ın dönüşümünü, demokrasiye geçişini (metapolitefsi) ve AB yolunu atlarlar. Öyle olunca da bugünkü Yunanistan’ı okuyamazlar. Mesela, “2011’de başlayan derin iktisadi ve mali bunalım sonrasında, diğer bir deyişle popülist sağın semirmesine son derece müsait bir siyasi ortamda, Yunan aşırı sağı neden mecliste üç sandalyeden fazlasını kazanamamıştır?” sorusunun cevabı Türkiye’de bilinmez.

Sonuçta bugün Yunanistan’ın (ve bütün bölge ülkelerinin) Türkiye ezberleri geçerli değil. Ve bu Türkiye, hem rejimi hem reisten reisçi yerli ve milli muhalefeti, hem de ahaliyi kapsıyor. Ve Ankara’nın politikaları Türkiye’yi asla güvenilmez bir komşu haline getiriyor.  

Demokrasilerin dış ilişkilerindeki hayati ilke diyalog, müzakere ve uluslararası hukuka saygıdır. Ne var ki kavgacı uluslarla ilişkilerde diplomatik eylemin sınırları konusunda naif olmamak gerekir. Batı’nın Rusya’ya karşı son otuz yıldır uyguladığı yatıştırma ve dolayısıyla güçlendirme politikası korkunç bir fiyaskoyla sonuçlandı. Ankara ile aynı hatayı tekrarlamamak gerekir.

Bugünün dünyasında çekişme milliyetçilikler arasında değil, demokrasiler ile gayri demokratik ülkeler arasında. Çekişme, gayri demokratik yönetimlerce reddedilirken, demokrasiler için hâlâ anlam ifade eden normlar, standartlar, ilkeler ve değerler için de geçerli. 

2022 yılı sonlarına doğru Türkiye, doksan dokuz yıllık cumhuriyet tarihinde daha önce hiç olmadığı kadar bilinmeyen sulara yelken açıyor. Türkiye teknesi, tamamı insan eliyle, yani rejim tarafından planlanmış ve kötü planlanmış iç ve dış sarsıntılarla çalkalanıyor.

Ankara rejimi tıpkı Moskova rejimi gibi, sadece komşuları ve eski müttefikleri için değil, kurumsal, insani ve çevresel yıkımların boyutuna bakılırsa bugün Türkiye’nin kendisi için de açık bir güvenlik tehdididir.