Uluslararası siyaset literatüründe ‘’önleyici savaş’’ kavramı bazen ‘’Bush doktrini’’ olarak anılsa da, ABD başkanı (oğul) Bush’un ‘’nükleer/biyolojik silahı var’’ gerekçesiyle giriştiği Irak işgalinden çok gerilere gider; sırasında başka tabirlerle ifade edilmiş olsa da, bir bakıma tüm savaşlar kadar eskidir; en azından, kökeni antik düşünceye kadar uzanan ‘’Haklı Savaş’’ doktrininin ayrılmaz bir öğesidir. Önleyici savaş, bir tarafın doğrudan ve ‘’an meselesi’’ bir saldırı tehdidini bertaraf etmek üzere karşı tarafa ‘’acilen’’ açtığı savaş, ya da ‘’barışa ara verme’’ durumudur. ‘’Hasmım tetiği çekmeden ben davranayım’’ savaşı. Burada anahtar, ‘’aciliyet’’ sözcüğüne uygun düşen bir zaman kesitidir: uzun aylar ve yıllara dayanmayan, ancak günlerin ve saatlerin geçerli kıldığı bir zaman kesiti.
Literatürde, ‘’önleyici savaş’’tan ayrı tutulan bir başka benzer kavram daha vardır ki, bildiğim kadarıyla Türkçede tam oturmuş bir karşılığı yok. ‘’Önleyici savaş’’ İngilizcedeki ‘’pre-emptive war’’ sözcüğünün karşılığı olarak kullanılıyor, ama bir de ‘’preventive war’’ var. Bu kavramla kastedilen, acil ve açık değil, uzak ve potansiyel bir tehdit algısı ile açılan savaşlar. Bunlara da ‘’ön-alıcı savaşlar’’ mı demeli mesela? Bilmiyorum, ama şimdilik burada öyle diyelim.
Çoğu savaş kuramcısının nezdinde, ‘’önleyici (pre-emptive) savaşlar’’ yeterince tartışmalı ve kuşku uyandıran olaylar olmakla birlikte, bazı çok özel -ve pek nadir- hallerde kabul edilebilir olaylardır. Buna karşılık, ‘’ön-alıcı (preventive) savaşlar’’ anlamlı bir savunma mantığına sığmayan, uluslararası hukuka aykırı, açık ve gayrimeşru saldırı eylemleridir. Nitekim Birleşmiş Milletler Anayasası’nın da başlıca yasakları arasındadır.
Bu açıdan bakıldığında, oğul Bush’un Irak işgali, kendi ismiyle özdeşleştirilen ‘’önleyici’’ bir savaş değildi. Hukuki ve ahlâki dayanağı olmayan, ‘’ön-alıcı’’ bir savaştı. Aynı şekilde, Putin’in Ukrayna’da halen süregelen ‘’operasyon’’u da hukuk dışı ve alçakça bir girişimdir. Bu operasyonun ana gerekçesi, Ukrayna’nın Rusya’ya saldırı ihtimali veya tehdidi değil, Rusya’nın NATO tarafından sarılması, NATO ile daha uzun bir hat üzerinde sınırdaş olmasıydı. Ancak bu vaziyet yakın, anlık, yakıcı bir tehdide değil, uzak ve potansiyel bir tehlikeye işaret eder. Eğer her ülke, bu tür tehlikelere karşı önlem olarak savaş yolunu izleseydi, Rusya başta olmak üzere yeryüzünde pek bir ülke kalmazdı herhalde.
Ne yazık ki, Putin’in yolunda gitmek isteyen bir lider de Türkiye’nin başında. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ne zamandır yine Suriye’ye ‘’operasyon’’ düzenlemekten bahsediyor. Bir miktar Suriye toprağının ilhak edilmesi, hatta KKTC’nin de düpedüz Türkiye’ye bağlanması gibi rivayetler tekzip edilmeksizin havada uçuşuyor. Bunlar yetmiyormuş gibi, Erdoğan geçenlerde kıyıdaş Yunan adaları hakkında da tehditkâr laflar etti. Sanki yeni bir hadiseymiş gibi, bu adaların silahlandırıldığını, anlaşmalara aykırı olan bu durumun savaş nedeni olabileceğini ima etmekten kaçınmadı.
Suriye ve Kıbrıs faslını bir kenara koyalım. Erdoğan’ın adalarla ilgili tavrı Putin’inkini hatırlatmıyor mu? Putin, NATO çemberini nasıl bir savaş nedeni olarak görüyor ve savunuyorsa, Erdoğan da Ege adaları çemberini bir savaş nedeni olarak sunma eğiliminde. Gerekçesi de belli: Nasıl ki NATO doğuya genişlememe hususunda Rusya’ya söz verdi ve sözünde durmadıysa, Yunanistan da, daha vahim bir şekilde, adaları silahlandırmak üzere bizzat imzaladığı anlaşma maddesine uymadı, bu madde hükümlerini alenen çiğnedi.
Güzel de, sözünde durmamak, hatta açıkça imzaladığını uygulamamak gibi hareketler kendi başına eğer birer savaş nedeni olsaydı, dünyada savaşlardan geçilmezdi, zira istisnasız tüm devletler arasında hayli sık cereyan eden çelişik hareketlerdir bunlar. O nedenle de büyük çoğunlukla savaş nedeni olmazlar, savaş nedeni olarak ilan edildiklerinde de çoğu kez kâğıt üzerinde kalırlar. Savaş nedeni sayılsın sayılmasın, Ege adalarının silahlandırılmasının yarım asırdan fazladır çok şükür bir savaşa yol açmamış olması bu gerçeğin bir göstergesidir. Kuşkusuz bu gerçek, tavuğun yumurtadan, yumurtanın da tavuktan çıktığı ardı arkası gelmeyen bir döngünün sonucudur: sözgelimi, 1974 Kıbrıs harekâtı Ege adalarının silahlandırılmasına bir ivme kattıysa, aynı dönemde kurulan (ve benim de hasbelkader içinde askerliğimi yaptığım) Ege Ordusu ise bir yönüyle adalardaki bu silahlanmayı dengelemek üzere kurulmuştur. Ama Türk tarafında bir savunma gücü olarak formüle edilen bu ordunun Yunan tarafında bir saldırı tehdidi olarak algılanmaması imkânsız gibidir.
Ege adalarının silahlandırılmasının bir savaş nedeni olduğu fikri, kuşkusuz yalnız Erdoğan ve çevresinin değil, toplumun geniş kesimlerinin paylaştığı veya paylaşmaya meyyal olduğu bir düşüncedir. Oysa bu fikir yanlıştır: adaların silahlandırılmasına türlü vesilelerle tepki gösterilebilir, protesto edilebilir, belirli diplomatik ve siyasi baskı araçlarına başvurulabilir; fakat adaların silahlandırılmış olması kendi başına bir savaş nedeni (casus belli) değildir, olamaz. Olmadığını, olamayacağını, Erdoğan ve iktidarından da önce muhalefetin görmesi, içselleştirmesi ve kendi tabanına sükûnetle anlatması lazım. Bunu yapmak da çok zor olmasa gerek, zira yarım asır boyunca sessiz yahut tepkisiz kalıp birden casus belli diye ortaya atılmanın tuhaflığı ve ciddiyetsizliği ortada. Velhasıl, şu kadarı açık ki bugün Erdoğan adalar üzerinden Yunanistan’a savaş açsa, bu savaş bir ‘’önleyici savaş’’ değil, ‘’ön-alıcı savaş’’ olacaktır. Yani her bakımdan gayrimeşru, hukuk dışı, ahlâk dışı bir savaş.
Erdoğan’ın Putin gibi bir otokratın dürtü ve eğilimlerine sahip olduğu şüphe götürmez. Otokratlar, ülke içinde sıkıştıkları zaman, dışarıya sarkarlar, saldırırlar. Aynı şekilde, geleceğe dair bir vizyonları yoksa veya kalmamışsa, geçmişe dönerler. Putin’in Ukrayna kumarında da güç kirlenmesi, siyaseten yalnızlaşma, verimsiz, köhne bir ekonomi ve eski imparatorluğu diriltme sevdası gibi etkenlerin birbirini besleyerek üst üste geldiğini görüyoruz. Putin bu işten sağ salim çıksa ve Ukrayna’dan bir ‘’zafer’’le dönse bile, bunun en iyi ihtimalle bir Pirus zaferinin ötesine geçmeyeceği şimdiden yeterince belli. Putin’in ölümcül bir hesap hatası yaptığı, yalnız ülkesine değil, bizzat kendi iktidarına da büyük darbe vuran bir sonuçla karşılaştığı da savaşın ilk safhalarından beri belliydi zaten.
Soğukkanlı ve ince hesap adamı olarak bilinen Putin eğer bunu yaparsa, öfke ve duygularına sık sık yenik düşmesiyle tanınan Erdoğan neler yapmaz, diye düşünülebilir. Doğrudur, kimbilir daha neler yapar! İlle ve lâkin, Erdoğan’ın eli pek de serbest sayılmaz. Rusya’nın hiç değilse uçsuz bucaksız doğal kaynakları, dopdolu bir hazinesi vardı. Türkiye’nin ekonomisi ise halen yerlerde sürünüyor; daha ne kadar dibe gideceği de meçhul. Haliyle, hazine de tam takır. Oysa savaş gibi işler pahalıdır. Türkiye, Yunanistan gibi hasım bellediği komşularına oranla büyük bir nüfusa ve orduya sahiptir, fakat bu üstünlüğünü hakkıyla değerlendirecek ne kadar takati vardır, tartışılır. Öte yandan, Yunanistan’ın Avrupa’nın yanı sıra ABD’yi de arkasına alarak uzun zamandır görülmemiş bir siyasi ve stratejik bütünleşmeye gittiği ortada. Aynı süreçte, batık ekonomisine rağmen bu ülkenin dev bütçeli askerî anlaşmalarla ordusunu güçlendirme gayretleri de gözden kaçacak gibi değil.
Türkiye’nin ‘’gözbebeği’’ addedilen ordusunun ise bu yarışta hızla geriye düştüğü apaçık. Tarikatların manipülasyon alanı haline gelerek kimyası bozulmuş görünen bu ordunun, pek çok insana Sultan Abdülhamid’in darbe korkusuyla Haliç’te çürümeye bıraktığı donanmayı hatırlatması boşuna değil. Keza, ciddi bir çatışma durumunda Türk ordusunun Rus ordusununkine benzer bir zafiyet gösterebileceğinden bazı askerî uzmanların endişelenmesi de boşuna değil.
Ne var ki, endişe verici asıl zafiyetin Türkiye’nin uluslararası camiadaki itibarında olduğu aşikâr. On yılı aşkın bir süredir tanımlanabilir bir dış politikanın bulunmaması, öngörüsüzlüğü dışavuran ani U dönüşleri, artan sayıda ‘’tükürdüğünü yalama’’ izlenimi bırakan çelişkili adımlar, Türkiye’nin uhdesinde itibar diye bir şey bırakmadı. Türkiye cumhurbaşkanının parmağını sallayarak sarf ettiği hemen hiçbir tehditkâr sözün uyarı etkisi yapmaması, aksine bazen alaylı ve daha da tehditkâr tepkilere yol açması epey sık görülür oldu. Yunanistan’a yönelttiği son tehditte, gayri ihtiyari ‘’ciddi söylüyorum’’ deme ihtiyacı duyması da, bunun patetik bir işaretiydi. Tabii bu tehdidine karşı, Yunan tarafından daha da ağır ve kışkırtıcı tehditlerin gelmesi gecikmedi.
Yunanistan’daki bazı sağcı ve milliyetçi kesimlerin, Türkiye’nin bu köşeye sıkışmış, zaafa düşmüş halinden cesaret aldığına şüphe yok. Oysa köşeye sıkışmış her mahluk gibi, zaafa düşmüş bir Türkiye de tehlikeli olabilir, yalnız kendini ateşe atmakla kalmaz, karşısındakini de fena halde tırmalayabilir. Herhalde biraz bu öngörüyle, Yunanistan’ın muhalefet lideri Çipras geçenlerde kendi çöplüğündeki milliyetçi lafazanlığa karşı çıkıp tırmanmayı önlemeye dönük itidal çağrısında bulundu. Bu çağrısı, kendi ülkesinin ama özellikle de Türkiye’nin yaklaşan seçim süreçlerinde gerginlikten fırsat devşirmeye meraklı olanları engellemeye de yönelikti kuşkusuz. Akıllıca, sağduyulu bir hareketti. Darısı bizim muhalefet liderlerinin başına.