Bizim Şiddetimiz, Onlarınkinden İyi (mi?)

Tanıl Bora’nın “futbol müritlerinin ramazan ayı” olarak nitelendirdiği bir dünya kupası deneyimi daha geride bırakıldı. Ama inancın zayıflamasından mıdır bilinmez, 2006 Dünya Kupası sanki eski “huşu” dolu günlerden uzaktı. Maçların kalitesi ve sürpriz çıkaramaması gibi nedenlerle birçok futbolsever tarafından son dönemlerin en heyecansız turnuvası olarak tescil edilen Almanya 2006, bizler için sürprizini sona saklamıştı sanki; acı bir “veda hutbesi” kaldı ondan geriye: “Güzel oyun”un bir lütfu olan Zidane, Materazzi’nin günah elmasının tadına bakarak cennetten kovuldu!

Aslında olayı, “sahalarda görmek istemediğimiz bir hareket” klişesinin ötesine taşıyan (ve Hakkı Devrim’den Güneri Cıvaoğlu’na kadar mevzuuyla fazlaca haşır neşir olmasına alışık olmadığımız köşekadılarının bile kalem oynatmasına neden olan şey) Zidane’ın son maçında bu hareketi yapması kadar, kimi güzel oyun müritlerinin onun şahsında yaratmaya çalıştığı “imge”ydi. Onu başarılı bir futbolcu ve ağırbaşlı efendi bir insan olmasının ötesine taşıyarak, bir ikon hatta bir melek rütbesine çıkaran bu imgenin kendini tekzip etmesinin şaşkınlığıydı, bu gürültünün sebebi. İyi bir futbolcuyu “melek” kategorisine taşımak isteyenler, onun başına monte etmek istedikleri haleyi, Materazzi’nin göğsünden söküp alarak, bir tür yas tutarcasına elden ele dolaştırıyorlar şimdi.

ANLAMLARI EĞİP BÜKERKEN…

Peki neden? Neden Zidane’ın attığı bu “tos” (ki futbolculuk kariyerinde bu tip aşırı tepkilerini hatırlıyor detaycı futbolseverler) aslında basitçe kabul edilemez bir hareketken, kimilerimizin gözünde bir anlık baştan çıkma ve “şeytana uyma” mertebesine getiriliyor? Bence sorun tam da bu noktada kilitleniyor: Nesneler onlara yüklediğimiz anlamların ötesine taşınca, bir çaresizlik içinde kalıyoruz. Etrafımızdakilere yüklediğimiz anlamlarla kurmaya çalıştığımız hayatımız, bu anlamların dezenformasyonunu da -kendi devamını sağlayabilmek için- çoğu zaman gerekli kılıyor; ve aslında tasvip etmediğimiz hareketler bile anlam dünyamızın sarsılmasını engellemek için mazur gösterebiliyor. Her türlü şiddetin karşısında yer almanın erdemli bir duruş olduğunu savunanlar, içimizde biriktirdiğimiz öfkenin bir anda dışarı çıkmasından hınzırca bir haz alabiliyorlar. Yarattığımız imgenin içinde kalabilmesi için, (sevimli göçmen, acıların çocuğu) Zidane’ın, (tam bir şeytan, “futbol kasabı” hatta faşist eğilimli) Materazzi’nin iman tahtasına vurduğu tos, bir tür onurlu hareket ve haklı bir öfke patlaması olarak allanıp budaklanıyor; güzel gösterilebiliyor.

Ece Temelkuran’dan Express dergisinin tavrına kadar bu güzellemeleri görebiliyoruz. Olayın algılanışının bende yarattığı soru ise şu: Bizim şiddetimiz onlarınkinden iyi mi? Sonuç olarak ortada bir şiddet eylemi var; bu eylem maruz kalan futbolcunun bir an nefessiz kalarak oracıkta can vermesine bile neden olabilirdi. (Belki abartılı bir sonuç ama olasılık dahilinde.) Ama biz sadece Zidane’ı sevdiğimiz, hatta ona taptığımız için, onun bu hareketini, mazur görebilme gafletinde bulunup, onun aslında bir sanat eseri olarak portresi içinde bir ufak detay, hayatın acımasızlığına dair bir acı an olarak geçiştiriyoruz.

KURGULARIMIZA TAPMAK

Yüklediğimiz anlamlar, kavramların farklı durumlar karşısında farklı içeriklerde yorumlanmasını gerektiriyor. Bizim uyguladığımız şiddet, karşıdakinin şu ana kadar yaptıklarının bir cezası ya da gereği olarak haklılaştırılabiliyor. Zidane’ın hareketini onun göçmen geçmişine, yoksul yaşantısına, yıllarca çektiği acılara, bir futbol emekçisi olmasına ve belki farklı mizacına yorarak haklı çıkarma gayreti, üzerinde uzlaşmaya çalıştığımız kavramları da deforme ediyor. Benzer şekilde, eğer haklı amacına rıza göstermişsek, belki bir devrimci hareketin şiddeti de bizim için mazur görülebilecektir; yahut eğer haklı çıkarımız sözkonusuysa sınır ötesi harekatlar bizim için elzem olarak sunulacaktır, yarın Arap ülkelerinin İsrail’e savaş açması kaçınılmaz bir sonuç gibi duracaktır vb... Neyin iyi, doğru ve haklı olduğuna dair cevaplarımız, evrensel olarak üzerinde uzlaşmaya çalıştığımız nesnelliğin ötesinde, gayet sınırlı öznellikler içinde kurulabiliyor bu şekilde.

Bir siyasi harekete, bir aktivist ya da bir sanatçıya -en nihayetinde bir sporcuya!- yüklenen anlam bazen onun ne olduğunun ötesine geçebiliyor; gerçeklikle algılarımız arasında bir yanılsama doğuruyor. Zidane’ın hareketi bu yanılsamanın yüzümüze tokat gibi çarpılmasıdır. Kurgularımıza bağnazca sarılmak yerine yeri geldiğinde onları eleştirip sorgulamanın, birilerini ya da bir şeyleri peygamberleştirmenin-putlaştırmanın-tapılası hale getirmenin ötesine geçmek için, bir adım olduğu kanısındayım.