Bir insan ne kadar çok şeydir. Spinoza demişti; insan sonsuz ilişkilerin sonsuz toplamıdır, diye.
Bebek’te bir villanın bahçesinde çekilmiş siyah-beyaz fotoğrafa sıkışmış, bir elin parmak sayısını geçmeyen insanın genelevde noktalanan hikâyesinde, bir yüzyıla ait hikâye yürek ustalığı ile serimlenmiş. Çırılçıplak bir hakikat diliyle. Abartısız, sade, ancak vahşi bir üslup.
Çıplaklık ile vahşet her zaman dolaysız bir ilişki içerir. Örtünün sağladığı güven, tüm güvenlik sağlayıcılık gibi aldatıcı, tedirgin edici ve yoğun bir iktidar üretimidir. Çıplaklığın her türlüsüne duyduğumuz açık ya da gizli hayranlık, değişik epistomolojiler ve arzular içerse de, aslında hakikate olan açlığımızı ele verir. Ele verir diyorum, çünkü hakikat kulağa yaydığı olumlu çağrışımlara rağmen, Kant’ın mealen vurguladığı gibi, yakıcı bir ateşin taşınmasına benzer.
Çıplak olana baktığımızda, çıplak olanı gördüğümüzde, çıplak olanı duyduğumuzda, fark etmeden kendimizi soymuş ve bire bir kıyaslama eşliğinde izliyor oluruz. Hakikat hep bir ele verme ve ele geçme halidir.
Sol’un Bolşevizasyonu
Mevsimler[1], sosyalist ütopyalar ile dolup dolup patlayan bir yüzyıl tasavvurunun yasvari çöküşünde, Türkiye sosyalist hareketine düşen payın sisli perdelerini aralıyor.
Perde aralanır aralanmaz kelimelerin içine yerleşmiş dehşet ifşa olmaya başlıyor.
Roman, dilin olası yetersizliklerini seslerle gideriyor. İlk bölüm ile başlayan uğultu, romanın ortalarında bir yakarışa, sonlara doğru ise “etleri dökülen bir dünya”yı yırtan bir ağıta dönüştükten sonra aniden hızını ve yoğunluğunu inkâr edercesine duruyor. Bir merminin bedene saplandıktan sonra durması gibi, yoğunlaşmış acı, bu kez sessizliğin sesine bürünmüş olarak bedendedir.
Dünyanın Sol’u, Ekim Devrimi’ni Bolşevikçe anladı, yorumladı ve inandı. Rus ulus-devlet ideolojisi olarak Bolşevizm, sosyalizmi en kötü, en berbat, kapitalizmin yedeği kılarken “partileşme”, “öncü parti”, çekirdek parti”, “çelik çekirdek”, “proletarya disiplini”, “ilkeleri”ni, SSCB’nin maddi ve manevi imkânları ile dünyanın Sol’una enjekte etti. Bu, ölümden beter bir zehirdi. Ranzasında vahşice katledilen devrimci, 10. Kongre’de Kollontay’ı en adi politikacı diliyle aşağılayan Lenin’in, tüm Bolşevikleri aşağılayarak yok eden Stalin’in Türkiye sosyalist hareketine bıraktığı mirastı. Lenin’in Ne Yapmalı’sının lirizmiyle dolu Suat, büyük yıkımın labirentinde, George Orwell’in 1984’ünü anımsatır Gediz’e ve kelimeler içinden yanarak çıkar; “1984’ü resmi propagandaya göre yorumladık” derken yıkımlarının nedenini söyler gibidir.
Devrimcinin katili, başka hiç kimse değil, Ekim Devrimi’nin Bolşevizasyonudur. Bolşevizmden sonra, kardeşin kardeşi, yoldaşın yoldaşı katletmesi, bir cinayetten çıkıp parti görevi olmuştu. Ve o görkemli Ekim Devrimi, onu yapan kuşağın torunlarına vardığında bir vahşet imgesine dönmüştü.
Dünyanın Sol’u, uzun yıllar kendisini Marksist-Leninist-Stalinist sandı ve bu sanı 1968’e kadar devam etti. Oysa dünya Sol’u “Stalinist-Leninist ve Marksist”ti, bu, dünyada 1968’den sonra büyük oranda anlaşıldı ve aşıldı, oysa Türkiye Sol Hareketi, 1968’de gecikmenin yoğunlaşmış iştahıyla yeni baştan Stalinist-Leninist-Marksist oluyordu. Gün Zileli, insan hikâyelerinin dramatolojisinde bu ölümcül paradoksu anlatıyor. Kulaklarını cesetlerle doldurdukları için kendi seslerinden başka ses duymayanların duymayacağını bilerek.
Mevsimler’in “iyi okuru” olmak
Nobakov’a göre, “bir romanı test etmenin en iyi formülü, uzun vadede şiirin kesinliği ile bilimin sevgisinin karışımıdır. O büyünün tadını çıkarmak için akıllı okur deha ürünü kitabı yüreğiyle değil, belkemiğiyle okur. Okurken biraz uzak, biraz mesafeli durmak zorunda olmamıza rağmen, sırrı açığa vuran titreme orada meydana gelir”[2] ise, iyi bir kitap iyi bir okur ilişkisi kurulmuş olur.
Gün Zileli, Akıntıburnu’nda soğuktan donarak ölmüş ve kimsesizler mezarlığı 7. Parsel 132 numaralı mezara gömülmüş arkadaşının başında Gediz’e ağıt yaktırdığında, okuyucunun dili ciğerlerini, ciğerleri bacaklarını yakarak ayaklarına yerleşir. Ayak uçları, düşene sığınacak bir yer vermeyen dünyayı yarmak ister. Belkemiğinden tutulmuş okurun tüm organları yer değiştirir. Dil ciğerlere, ciğerler ayaklara inmişken kulaklar boğaza, gözler ise ağza inmiştir. Boğulma, bağırma, bağırmama, yanma, körleşme, dünyanın tüm seslerini bir uğultu gibi duyma ve hiçbir şey duymama hali ondandır. Dünya yoksullara sığınacak bir yer vermediği için o mezarlık kadar küçücüktür. Ciğerlerle dolmuş ayaklar o mezarı kötü ve zalim bir dünya olarak parçalamak ister. Arkadaşının mezarı başında, her şey ama her şey sızılı bir hiçliğe bürünür. Yoksul, kimsesiz, kimliksiz insan, dünyanın merhametsizliğini mezardan dünyanın yüzüne yakarır. Gediz, dünya ile arkadaşı arasında çivilenmiş gibidir. Suçluluk hissi, damarlarında arkadaşını öldüren soğuktan daha soğuk bir halde dolaşmaktadır. Dünya mı, Gediz mi, ölen mi suçludur? Gediz hükmünü verir; kendisinin bir parçası (sadece parçası) olduğu dünya suçludur. Hayatta bir “memur çocuğu” olarak hep ikircikli kalan Gediz, ayakları ile toprağa boğazına kadar batmak, böylece suçluluğunu kendisiyle gömerek azaltmak ister. Gediz, genelevine sığındığı geceye kadar ikirciklilikte bile ikircikli kalmaya devam edecektir.
Yazar Gün Zileli
Walter Benjamin, felsefe, sanat, edebiyat ve eylemde iletişime giremeyecek şeylerin iletişimine girer. Enkaz altında kalmış, “büyük anlatı”, “büyük adamlar”, “büyük işler”in altında, gerilimde, gölgesinde, arasında kalmış kurbanları bulup çıkarır, onları konuşturur. Bu yitik kurbanlar için yeni bir dilsel alan yaratır. Yıkıntı ve yenilgiden korkmaz Benjamin, o yıkıntılar içinde pırıl pırıl umut ondandır.
Kurbanları konuşmaya başlamaz ceset kuleleri sarsılmaya başlar. Cesetlerden gökyüzüne, çökertilmiş bedenlerden, kelimelerden yükselmiş olan kulelerdeki devletler, partiler, örgütler ya da hem parti hem de devlet olanları, çökertilmiş olanın kazandığı dilden ölümcül korkulara kapılırlar ve o dile barbarca yönelirler. Kule hiyerarşileri “kutsal” ile mağdurun dilini yok etmeye çalışırlar. Ölüler bir kez daha “kutsal”ca öldürülerek ölümün ölümüyle garantiye alınmaya çalışılırlar. Oysa Benjaminci dil, insanın kendisi ve benzerleri ile bağlantısını sağlayan, tüm cevheri açığa çıkaran var oluşun yakarısıdır. Bu nedenle, kuleleri korumaya dönük her hamle bu dilin kudretini çoğaltır. Ve o sesin diliyle ortaya çıkan yakarı ile yıkılan kulelerin enkazı asla umutsuzluğa yol açmaz. Keder vardır, acı dibine kadar hissedilir, dil ciğere, ciğerler parmak uçlarına iner inmesine, ancak bu çaresiz bir hiçliği değil, namuslu bir kavga hissini yoğunlaştırır. 1 Mayıs 1977’de Kazancı yokuşundaki insan enkazının altından çıkardığı cesedi kucaklayıp gökyüzüne bir kuyuya bakar gibi yol alan Gediz’in bıraktığı anlatı, devletin ve örgütlerin yerleştiği ceset kulelerinin enkazındaki anlatıdır. Gediz’in kollarındaki ölü, olan biteni peygamberane bir duruluk ile ifadeye kavuşturur. Gün Zileli, enkazın altında kalmayı göze alarak enkazın altına girer ve ölüleri çıkartıp onları konuşturur.
Gün Zileli, ne son romanı olan Mevsimler’de, ne daha önce yayınlanmış başeserleri olan Yarılma, Havariler ve Sapak’ta , ne de çevirilerini yaptığı, örneğin Jan Valtin’in Karanlığın Ötesinde’de “bilgi” vermeyi amaçlar. Çünkü, Zileli’ye göre, hakikati veren bilgi değildir. Tam aksine bilgi, hakikati engelleyen bir iktidar aracıdır. Hakikat, kendini hikâyelerle gösterir. Hakikatin kaynağı bilgi değil, varoluştur. Bu varoluş hikâyeye kavuştuğunda tezahür etmiş olur. Bu tezahür halinde, insan, kedi, devrimci, yitiren, fahişe… kendi payına düşeni haysiyetlice alırlar.
Tarih, Gün Zileli’de, bu anlamda, bir kronolojisiz dizgiden çıkıp varoluşun imkânı olarak ZAMAN olur. “İzmir suikastı”ndan Ulaş Bardakçı’ya, Ulaş Bardakçı’dan Suat’a uzanan anlatıda, varoluşa dönük tutkulu hürmet, barbarca olana karşı kendi konumunu belirlemekte tereddüt göstermez. Her yönüyle ve her zaman taraftır Gün Zileli. Edebiyatı tarafsızlıktan çekip alır.
Kendisini, çevresini, hayvanları, doğayı, bu varoluşu, saygı, özgürlük ve eşitlik tutumuna göre yargılar. O “şeylerin” kendilerine taktıkları sıfatlara ve kulelerde oturdukları katlara ve ona göre ürettikleri bilgiye göre değil, hakikate göre eleştiriye tabi tutar.
Türkiye sosyalist hareketlerine eleştirilerini teorik polemiklerden çıkarıp hakikat, vicdan, hümanizm, adalet, özgürlük ile kurdukları ilişki ve pratikleri alanına çeker. Kediye, edebiyata, genelevine bu değerler üzerinden bakar. Bu nedenle, Gün Zileli’nin edebiyatı, çok bilinen ve kullanılan anlamıyla değil, az bilinen anlamıyla devrimcidir. Okuyucuyu omurgasından kavrayıp enkaz yığınlarının içinde dolaştırır. Adı sanı bilinmeyen cesetler tüm dünyanın tanıdığı birer ozan, birer dengbeşe dönüşürler. Tanınmış olanları da yeniden konuşturur; ve “Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi” enkazı altında bir insan olarak görünmez hale gelmiş olan Mahir Çayan’ı, bir insanı öldürdükten sonra utanç ve acı içinde kusan ve arkadaşları tutsak düştüğünde onları kurtarmak için canını veren dayanışmacı olarak çekip alır.
O zarif ve derin insan Ulus Baker bir röportajında; “bir kişi kimi zaman bir gruptan, örgütten ya da partiden çok daha fazla etkili olabilir, ‘örgütlü’ olabilir, insanlar arasında akışlar yaratabilir” demişti.
Gün Zileli bunu yapıyor.
[1] Gün Zileli, Mevsimler, İletişim, 2014
[2] Nabokov, Edebiyat Dersleri, çev: Ayşe Batur-Fatih Özgüven, İletişim 2014