“Ne gülüyorsun? Anlatılan senin hikayen.”
Horatius - Satirler
Politik bir gerilim filmi olan Kurak Günler üzerine bir nefes alamama yazısı yazarken, ilk kez kaynak yoklama ihtiyacı hissetmiyor, yarattığı etkiyle travmalarımızı tetiklediğini düşündüğüm bu film aracılığıyla bellek havuzumdan özellikle son on yılda olup biten ne varsa birer birer çekip çıkarıyorum. Pekâlâ çok daha gerilere gidilebilir fakat ben, benim gibilerin gençlik yıllarına denk gelen bir zaman dilimini birebir tanıklıklarımızla yokluyorum. Ne anlattığımı biliyor ve hissediyorsunuz ama hepiniz değil! Çünkü bir kısmınız faili bir kısmınız ise seyircisi olup bitenin. Ben, bizlerin toplumsal belleği, ortak anıları, henüz atlatmaya fırsat bulamadan bir diğerini yaşadığı travmalarımızdan, tutamadığımız yaslarımızdan bahsediyorum. Anlatılan bizim hikayemiz! Biraz olsun “insan” kalmaya çalışırken, başımıza ne gelecek acaba tedirginliğini her gün yeniden yaşayanların hikayesi. Arkasını yoklamadan evine rahatça gidemeyenlerin hikayesi. Bir de hikâyenin öte yakası var tabii başkasının kapısını kırarak evine girebilen, yıkıp yakan yok eden…
Obruk metaforu etrafında şekillenen, günümüz Türkiye’sini küçük bir kasaba özelinde ele alan bu film, Türkiye’ye artık tüm hatlarıyla egemen bir zihniyeti taşra ölçeğinde ele almaya çalışırken, tayin edilmiş bir devlet memuruna can sıkıntısından şiir yazdıran taşradan, suça ortak eden, eğer olmazsan seni yutmaya yok etmeye yeminli bir taşraya geçişi özetliyor. Anlatılan savcı Emre’nin hayatı ile, tutunmaya çalışan ya da dayanamayıp havlu atıp terk edip gitmişlerin hikayesi, Yanıklar ise obruklarla dolu evimiz.
Bir hayvan ölüsünü şehvetle sokaklarda sürükleyen, zevkten dört köşe çılgın kalabalıkları izlerken, vahşetin bu denli olağanlaştırılması karşısında dehşete kapılmadan durabilen, bu kalabalıkların, domuz avından insan avına geçebilme ihtimalinin o ince, ipince, belli belirsiz sınırının farkında olmayan kaç kişiyiz? Kalabalıkların ahlak anlayışının iktidarı karşısında tutunmaya çalışırken her an linç edilmeye hazır azınlık olma hali, kendi evinde sürgün olmak ve bunun yarattığı boğulma hissi… Bunları yaşamayan kaç kişi? Türcülük, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, pedofili, kumpas ve tüm bunların suç ortağı kalabalıklar içinde var olma mücadelesi için verilen kayıplar, alınan hasar… Linç etmenin, suça ortak olmayanın yok edilmesinin olağanlığının toplumun yalın gerçekliğine dönüşme hali olduğu için hikayemiz! Ve Sabahattin Ali’ye selamla: “Buraların dağları bile münasebetsiz!”[1]
Yönetmen ve tarihçi Emin Alper’in, obruk metaforuyla anlatmak istediği toplumsal çöküntü hali, cinsel yönelimi “normal” çoğunluğun ahlak anlayışına uymayan muhalif bir gazeteci, saygınlığı için çabalayan bir savcı ile yazılı olmayan sözleşmesinde olağan sayılan suçların ortağı bir kalabalığın karşı karşıya gelişinde ortaya çıkıyor. Olay örgüsü, bize, tepelerden Yanıklara uzanan yazılı olmayan bir sözleşmeyi hatırlatıyor ve yasama, yürütme, yargı, basın el ele “makbul” vatandaşın ne tür görevlerin icracısı olabileceğini gösteriyor… Alper, filminde sokaklarda sürüklenen domuz ölüsüne dayanamayanlarla, bundan keyif alıp sevinç çığlıkları atan iki grubun aynı zeminde var olabilmesinin imkansızlığını hissettirirken, bir de obruğun öte yakası var diyerek mücadelenin olanaklılığını çok az da olsa ortaya koymaya çalışıyor. Her ne kadar bir mucize sonucu gerçekleşmiş gibi görünse de… Ama kaç kişiden bahsediyoruz? Obruğun karşı yakasında duran, karşı tarafına geçebilmiş kaç kişi? Obruğun hem felaketimiz hem de kurtarıcımız olabilme ihtimali?
Film, ilgili kalabalıklara özgü uyanıklık, kuşkuya yer bırakmayan eminlikle otoriteyi de arkasına almanın yarattığı güç ve bunun neticesinde gelişebilecekleri göstermesi açısından mühim. Hayvan avından insan avına geçisin incecik sınırında, travmalarımızı tetikleyen, bizi tedirgin eden bu film yakın geleceğe dair azıcık da olsa ümit var derken, yakın tarih için özel bir kayıt olarak arşivdeki yerini aldı bile. Alper, içinden geçtiğimiz bu zamanlarda, sanatın taşıması gerektiği sorumluluklardan olduğunu düşündüğüm hatırlatma, ayna tutma, davet etme gibi aracılıklarla o sarsılmaz demir kutunun kapağını biraz olsun oynatıyor. Umudun, ancak kararlı bir mücadeleyle olanaklılığını belki de en sembolik haliyle kalabalıkları yaran savcı Emre sahnesiyle veriyor. Bir nefes cesaret ile bayağı bir kalabalığı yarma girişimi filmin umut yolunda dönüm noktası oluyor.
Erkeklik performanslarının tüm aygıtlarıyla gözler önüne serildiği filmde, kadının adının ise ancak eril erkin tüm normlarını kabulü halinde var olabildiğini hâkim Zeynep örneğinde üzülerek görüyoruz. Sistemde var olabilmenin yolunun biat etmekten geçtiğini öğrenmiş, -mış gibi yapmakta beis görmeyen, sistemin “adamı” olmuş, orta yolcu, erkekleşmiş Zeyneplerin hikayesi. Özellikle iş yaşamında çokça karşılaşılan bu profil aldığı eğitime, sahip olduğu bilgiye hakaret ettiğini düşündüğünüz, böyle olması mümkün değil dediğiniz, sonra böyle olma nedenlerinin farkına vardığınızda acıma ile kızgınlık arası bir duygu hissettiğiniz fakat her daim “kazanan” bir profil. Bu kadının karşısında değil fakat çeperlerinde bir yerlerde ise sınıfsal ve etnik olarak toplumda en aşağı tabakada varsayılan grubun üyesi bir kadın olmanın bedelini ise çingene Pekmez’in hikayesi anlatıyor. Eğer Pekmez’seniz tecavüze uğrayabilirsiniz, her an eviniz başınıza yıkılabilir, tüm bunlara ek olarak dosyanız Zeynepler tarafından başka şekillerde ele alınabilir ya da rahatça kapatılabilir. George Orwell’e atıfla, bazı hayvanlar daha eşit fakat siz eğer Pekmez’seniz daha eşit olmayan hayvanlar içerisinde dahi bir yer bulamayabilirsiniz [2].
“Herkes öyle diyor ama!”
Savcı Emre ile evine yardım amacıyla fare zehri atmaya gelen kasabalı genç arasındaki diyalog ise bizim büyük çaresizliğimiz. Başımızı ellerimizin arasına alıp nereden başlasam diye kıvrandığımız o anlar! Otoritenin dayattığı retorikle harmanlanmış sözleri, tüm bilgisizliğine rağmen kendinden kuşku duymayan duruşu, gerçeklikle bağı olmayan ve bununla ilgilenme ihtiyacı dahi hissetmeyen kasabalı gencimiz, kendisi gibi olmayana nefretini açıktan çok kaba bir şekilde gözler önüne seriyor -gözümüze sokuyor. Kalabalıkların sözcülüğüne soyunuyor. Post-truth çağ popülizminin ana sloganlarından biri haline gelen “herkes öyle diyor ama!” cümlesini tüm meşruiyetinin aracısı olarak kullanıyor. Bu “herkes öyle diyor ama!” cümlesi ile başlayan meşruiyet savunusu, yalnızca bilgiyle ilişkisi sınırlı ya da belirli bir zeminden kurulu taşraya özgü değil aynı zamanda günü sosyal medyada geçiren herhangi bir soru-cevap programının stüdyosunda denk gelebileceğiniz eğitimli genç kalabalıklar da aynı virüsten nasiplenmiş bir şekilde benzer şeyleri tekrar edip durabiliyor. Birkaç soru ve açıklamayla bu genç kalabalıkların aklında birkaç soru işareti uyandırmak neyse ki hâlâ mümkün.
Bu filmin açtığı pencereden birkaç temenni içeren bir yorum ekleyerek bu yazıyı burada bitirmeli. Seyircisinde her ne kadar nefes alamama, kapana kısılma gibi duygular ağır basmış olsa da yalnız olmadığımızı bir kez daha hatırlamak iyi geliyor. Yalnızlık, ait olamama ve bunların beraberinde getirdiği baskın kalabalıklar karşısındaki çaresizlik hali, Alper’in kalemiyle biraz olsun törpüleniyor. Alper yaptığı işle, Walter Benjamin’in öğütlediği yerden yakalıyor meseleyi ve öyle eğip bükmeden belki de biraz da tarihçi kimliğiyle gerçeği gözümüze sokarak yakın tarihin havını tersine dövüyor[3]. Haysiyet sahibi her tarihçinin borç bilmesi gerektiği gibi… Bu filmden çıkarılması gereken onca şey arasında bir şeyin ayrıca mühim olduğunu düşünüyorum. Kendisinin de olayın faili olma ihtimalini göze alarak davanın üzerine giden savcı Emre’den orta yolcu hâkim Zeynep’e, muhalif gazetecimiz Murat’tan çingene kadın Pekmez’e uzanan hattaki grupların bir arada olabilme ihtimalinin mümkün olduğunu ortaya koymanın ve her türlü örgütlü kötülüğe karşı açıktan hep beraber mücadele etmenin olanaklılığının yolları bu filmin devamı niteliğinde tartışmamız gereken ana şey olabilir.
[1] Yozgat’ta öğretmen olarak görev yaptığı 1927 yılında Nahit Vedat Fıratlı’ya yazdığı mektuptan bir alıntı. Tamamı için bkz.: Asım Bezirci, Sabahattin Ali, 2. Baskı: 2013, İstanbul: Evrensel, s. 20.
[2] George Orwell, Hayvan Çiftliği (Çev. Müge Günay), 1. Baskı: Ocak 2021, İstanbul: İletişim.
[3] Walter Benjamin, Pasajlar (Çev. Ahmet Cemal), 4. Baskı: Ocak 2002, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 40-41.