Deprem Felaketi ve Mültecilerle Dayanışma Sorumluluğu

Böylesi çapta bir deprem felaketinin ve bu denli bir kolektif travmanın eşiğinde mültecilere yönelik sistematik nefret dalgasını gündemde tutmak, toplumun en dezavantajlı kesimlerinin eşit ve insanca yaşama hakkını savunmak neden bu kadar elzem, kısaca anlatmaya çalışacağım.

Uzatmadan, sonda söylenecekleri en başta söyleyerek başlayacağım. Cevabı çok basit: insanlığın indirgenmiş bir kategorisi olarak mültecileri savunmak, insanlığı savunmaktır. Cevabın sloganvari bir basitlik ihtiva etmesi boşuna değil, çünkü denklem de çok basit. Eğer “insanlık” denilen en yüce mertebe, bir tüketim nesnesi olarak laf arasında üzerine pek de düşünmeden sarf edilebilecek bir vicdani tatmin söylemi değilse, bu mertebeye erişmenin, yani insan olmanın, insanlığa hizmet etmenin tek koşulu, insanlığa giydirilen çeşitli kurgu gömleklerden kurtulmak, insanı gerçekten insanlık aleminin bir ferdi olarak, bir yekûn içinde kavramaktır. Kendimizin ötekisi olduğuna inandırıldığımız insanlarla dayanışmak yani. Daha da kısaltayım, mevcut konjonktürden hareketle: mültecilerle dayanışmak. Kısa bir parantezle, amacımın insanı türler arası hiyerarşinin en tepesine yerleştirmek değil, aksine ‘insanlık’ denilen bir dizi etik yaşam prensiplerine karşılık gelen o soyutlamanın varoluş koşullarını ve sorumluluklarını hatırlatmak olduğunu belirteyim. İnsan, tıpkı hayvanlar gibi, bu dünyada ikamet eden türlerden sadece biri. Ama geniş anlamıyla insanlık söz konusu olduğunda, işte orada bilinç devreye giriyor, kolektif bir bilinç. Bilinç taşıyor olmanın sorumluluğunu bilmeyeceksek, bu ayrıcalığı başkalarına dar ederek hor kullanacaksak neye hizmet ediyoruz bu dünyada tam olarak?

Bu yazı, aslında hepimizi derinden sarsan Kahramanmaraş merkezli depremin yıkımının hemen ardından tüm sorumluları by-pass ederek mültecileri hedef alan linç kampanyasının politik karşılığına dair bir yazı olmaya niyetlenmişti. Ancak sıkça kendimize hatırlatmaktan keyif aldığımız ‘insanlığımız ölmemiş’ kabilinden gururlanmalarımızın haklılığını teslim edebilmek için neyin eksik kaldığını kabaca tartışmak elzem gözüküyor. Böyle zamanlarda halkımız gerçekten bir halk olduğunu, kolektif yaşamın ne anlama geldiğini hatırlıyor. Popüler tabirle, ‘bizi biz yapan değerleri’ hatırlıyor. Milli birlik ve beraberliğe vurgu yapan televizyon reklamlarının çokça sevdiği bir ifadeyle, ‘İşte biz buyuz!’. Peki bu muyuz gerçekten? Yani bir şeyler eksik değil mi? Yalnızca bize benzeyenlerin elinden tutmanın konforu bizi insan kılmaya bu kadar yeterli mi, yoksa bu tamamlanmamış, yarım bırakılmış, eksik ama ‘biz bize yeteriz’ci insanlığımızla gül gibi geçinip gitmek, ‘aşırıya kaçmadan’ insan olmak bize kâfi mi geliyor?

Sömürgecilik karşıtı düşünür Aimé Césaire, vahşi sömürgecilik pratiklerinin bir bumerang etkisi yaratarak önce bu vahşetin uygulayıcısı olan sömürgecinin kendisini insanlıktan çıkardığını tespit etmişti. Eşitlenebilir örnekler olmasa da kerteriz almakta bir sakınca yok. Savaştan canlarını zor kurtarıp yabancısı oldukları bir ülkeye sığınmalarının üzerine bir de deprem felaketini bütün kırılganlıklarıyla yaşamak zorunda kalan mültecilere tekmili birden hücum etmek, önce hücum edeni insanlıktan çıkarır şüphesiz. Büyük çoğunluğu güvencesiz, kayıt dışı işlerde asgari ücrete rahmet okutacak maaşlara çalışan mültecilerin şehrin çöküntü alanlarında, seçme şansı olmadan en güvencesiz evlerde ikamet etmek zorunda bırakıldığını tahmin etmek zor değil. Deprem, insan mahsulü yıkıcı sonuçları itibarıyla başka türden bir savaş gibi etki bırakıyorsa, mülteciler, Türkiye’nin bütün yoksulları gibi, oturdukları binalar sebebiyle daha en başından bu savaşta açık hedef halindeler. Dil kısıtlamasını, hepimizin bir vesileyle sahip olduğu dayanışma destek gruplarının -eş, dost, akraba- eksikliğini ve değil acil durumda bir kriz merkezi işlevi görecek popüler sosyal medya figürlerine -mesela Haluk Levent’e- aşinalığı, çoğunlukla internete, sosyal medyaya erişimlerinin bile olmayışını da bu güvencesizliklere ekleyelim. Yetmedi değil mi? Bir de iktidarın yetersizlikleri için her zaman suçlanmaya hazır ve nazır bulunan doğal bir kamuflaj görevi görme işlevlerini, kriz anlarında gemiden ilk kurtulunacak ağırlık muamelesi görmelerini, sosyal medyada iki günde bir harlanan yağmalama galeyanlarının sorgusuz sualsiz ilk müracaat edilen adresi olmalarını da ekleyelim. Bunlar da yetmeyebilir. Agamben’in çıplak insan kavramsallaştırması tarifindeki gibi, katli vacip kategorisinden sayılmalarını, dahası, cezasızlık gibi yasal bir zırhla ödüllendirilen bu vacip işkence görüntülerinin alkış kıyamet eşliğinde paylaşım rekorları kırdığını düşünelim. Bütün bunları alt alta yazarken yukarıda sıkça adını andığım insanlığın nefes darlığı yaşadığını hissediyorum.

Üniversiteden bir hocam, derste yazdığım bir makalede ‘insani değerler’ ifadesini kullandığım için kâğıdımın yanına, ‘hangi insani değerlerden bahsediyorsun? Bizi bu korkunç noktaya getiren zaten insani değerler değil miydi?’ notunu düşmüştü. O notun anlamı hiç olmadığı kadar berraklaşıyor şu günlerde. Jamaikalı anti-kolonyalist feminist düşünür Sylvia Wynter, 21. yüzyılda insan diye tanımladığımız şeyin aslında beyaz, erkek ve burjuva (zengin diye güncelleyelim) anlamına geldiğini, dolayısıyla bir kavram olarak insanı rehin almış bu etiketleri söküp atmak için yönümüzü siyahlara, göçmenlere, yoksullara ve erk sahibi olmayan her türden toplumsal cinsiyet gruplarına çevirmemiz gerektiğini söylemişti. Başladığımız gibi bitirelim: ‘İnsanlık’ eğer gerçekten düşkünü olduğumuz bir yalandan, sonu gelmez bir klişeden ibaret değilse, bu ancak insan kategorisinden dışlananlarla dayanışmakla mümkün olacak.