Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi'nde şöyle diyor:
“Toplum olmak (millet olmak da diyenler olabilir) kendini ortak değerlerle, ama ‘biz iyiyiz biz üstünüz’le değil evrensel, insani, ahlaki değerlerle tanımlamak ve bu temelde kendini birbirinden sorumlu hissetmek demektir. Tek ortak bağı, kendi ‘biz’liğinin üzerine kapanıp aidiyet yemini törenleri yapmak haline gelen, intikam peşinde bir linç güruhuna dönüşen bir toplumun her şeyden önce toplum olma vasfı (millet de diyenler olabilir) tahrip olur.”
Bora burada toplum (ya da millet) olmanın koşulunu, tam karşıtıyla birlikte net olarak ortaya koyuyor: “Birbirinden sorumlu hissetmek” yani dayanışmak ve karşısında “intikam peşinde bir linç güruhuna dönüşmek.”
1980 öncesinin DİSK Genel Sekreteri Fehmi Işıklar kendisiyle yaptığımız nehir söyleşide 12 Eylül darbesinin ardından dört yıl sonra hapisten çıktığında karşılaştığı manzarayı şöyle anlatıyor: “Toplum artık yalnızca bir kalabalıktı.”
Işıklar, 1984’te hapisten çıktığında bir yandan darbenin çok ağır etkileri yaşanmaya devam ediyor, diğer yandan Özal’ın siyaseti hükmünü sürüyordu. Belki de ilk örneğini Şili’deki askeri darbenin ardından gördüğümüz “yeni sağ” formül tıkır tıkır işlemekteydi: Bir yandan hayatın her alanının piyasalaşmasını, her ilişki biçiminin ‘şey’leşmesini vaaz eden neoliberal akıl, diğer yandan bu aklın geçerlilik kazanmasının önündeki mayınları temizleyen, başta emek güçleri olmak üzere tüm örgütlü yapıları ezmeye ant içmiş baskıcı bir askeri-siyasi otorite.
Belki klişe olacak ama her klişe gibi bir hakikati barındırdığından tekrarlamakta fayda var: Bu “yeni sağ” formül bir yandan toplumsal dayanışmayı, örgütlülüğü bastırırken aynı anda onun manasız, anlamsız ve bu ‘hayat ormanında’ faydasız bir şey olduğunu da zihinlere nakşetmişti. Az buçuk meseleyle ilgilenenler bilir, siyasal söylem ve ideoloji fiziki baskıdan daha güçlü ve etkindir. Nitekim etkin olmuştu da. ‘Hayat ormanından’ sağ çıkmayı başaranlar, daha da ötesine geçip zirveye tırmananlar olacaktı bir yandan, diğer yandansa kendi “beceriksizlikleri”, “yeteneksizleri” ya da “tembellikleri” yüzünden orada aslanların avı olmayı bekleyen milyonlar. Bu adil ve doğal olandı.
Herkesin kendi alanına çekildiği bu yeni yapıda kamusallık diye bir şeyden bahsedilmezdi artık, zaten yeni sağ ideoloji bunu gereksiz görüyordu. Piyasaya bırakılması gereken kararların kamusal bir tartışma ortamında mesele edilmesi olsa olsa vakit kaybıydı. Siyaset kenara çekilirken ve onun yerini piyasasının ‘rasyonel” karar alıcıları alırken bunu yönetecek hızlı, etkin bir siyasi irade mekanizması da gerekiyordu elbette. Unutmayalım, başkanlık rejimini ilk dile dökenlerin başında Turgut Özal geliyordu. Kâbusumuz o günlerde başlamıştı bir bakıma.
Ne olursa olsun insan toplumsal bir varlık, yalnız başına hayatta kalamadı, kalamıyor. Peki bu ‘hayat ormanı’nda yalnız olan insanlar ne yapacaktı? Yeni sağın bir başka veçhesi: Kendi içlerine kapanacakları kolektif kimlikler etrafında toplanmak, kendi cemaatlerini oluşturmak. Bu kolektif kimliklerin ve cemaatlerin kamusallıktan iki büyük farkı vardı: Bir yandan yatay toplumsal ilişkilere, dayanışmaya değil, sert bir hiyerarşiye, otoriter bir yapıya dayanıyorlardı, diğer yandan da kendi içine kapandıkça, yani aslında Bora’nın yukarıdaki ifadesiyle ‘biz’liğinin üstüne kapandıkça, geri kalanları varlığını tehdit eden düşmanlar olarak görüyorlardı. Buradan “linç güruhları” çıkması da an meselesi olacaktı elbette.
Çok uzundur konuşuluyordu, bu toplum birbirini sevmiyor diye. Yukarıda bahsettiğim toplumsal yapılanmanın üstüne ülkeyi yönetenlerin gayet bilinç bir stratejiyle ördükleri projelerle birlikte gerçekten de birbirinden nefret eden bir ‘kalabalık’ haline gelmiştik.
Byung-Chul Han, “Palyatif Toplum’da, “Acıya karşı tavrımız nasıl bir toplumda yaşadığımızı ortaya koyar” diyor. Belki de hiçbir zaman unutamayacağız, dahası unutmamamız gereken Maraş depremi acıyla, çok büyük bir acıyla karşı karşıya kaldığımız bir durum. Depremin ilk anından itibaren varını yoğunu ortaya koyanların, elinde avucunda olanı depremzedelere gönderenlerin, televizyon başında ya daDepremin ilk anından itibaren varını yoğunu ortaya koyanların, elinde avucunda olanı depremzedelere gönderenlerin, televizyon başında ya da sosyal medyada olanları an be an takip ederek kalbi ülkesindeki insanlarla atanların çoğunlukta olduğunu gördük. Büyük bir dayanışmanın ortaya çıktığına, pek çok insanın yan yana geldiğine tanık olduk. sosyal medyada olanları an be an takip ederek kalbi ülkesindeki insanlarla atanların çoğunlukta olduğunu gördük. Büyük bir dayanışmanın ortaya çıktığına, pek çok insanın yan yana geldiğine tanık olduk. Bu toplumda (daha doğrusu kalabalıkta) çok sayıda ‘iyi’ insan olduğunu gördük. “Biz iyiyiz biz üstünüz”le, “Biz çok kötüyüz, bizden bir şey olmaz” arasında iki kutba bölünmüştü neredeyse ülke. İlki ne kadar sağlıklı bir hale işaret etmiyorsa diğeri de etmiyordu ve dahası ikisi birbirini besleyen bir dinamikti.
Adını koyalım: Deprem felaketi karşısında toplumsa bir refleks gösterdik, gösteriyoruz. Sadece bizim toplumumuzun yapacağı bir şey değil bu elbette, ama bu refleksi gösterdiğimizi de akılda tutmak gerekiyor. Peki tüm bu iyi niyete, dayanışma arzusuna rağmen eksik olan ne? Bizzat bölgeden gelenlerin anlattıklarından da çok iyi biliyoruz ki, örgütlenme ve organizasyon. Toplum olmanın biricik yolu örgütlü olmaktı ve çoktandır ne bu kaybolmuştu. Bunun neticelerini ne yazık ki yaşadık. Elbette üstüne devletin kimi kadim örgüt ve kurumlarının yağmalanmasının, işlevsiz bırakılmasının ağır sonuçları da eklendi. Tüm iyi niyetimize rağmen binlerce insanın enkaz altında can vermesine engel olamadık, sağ kalanların yeniden hayata tutunmasına yardım edebilecek miyiz, göreceğiz.
Deprem bölgesinde en etkin olanlar, yardımlarıyla halka ulaşanlar yine de kimi sivil toplum örgütleri oldu. Zaten medyadaki kullanışlı aparatçıklarla başlayan, Meclis kürsüsünde hakaretlerle devam eden saldırı dalgasının ilk hedefinin bu örgütlü yapılar olması da tesadüf değildi. Elbette ortada büyük bir para olduğu, kullanışlı aparatçıların gözünün öncelikle burada olduğunu biliyoruz ama kendi içine kapalı kimliklerin üzerinde tepinerek iktidarını sürdürenler için kendiliğinden oluşan, dayanışmacı bir sivil örgütlenmenin varlığının bizzat bir tehdit unsuru olduğunu da biliyoruz.
Tanıl Bora karşıtlığı birbirinden sorumlu hissetmek ve dayanışmakla, bir linç güruhuna dönüşmek arasında kurmuştu. Gerçekten de süreç içinde büyük bir çoğunluk dayanışmak için mücadele ederken, kaostan, gerekirse bir iç çatışmadan medet uman kimileri de linç güruhlarını örgütlemek için sürekli çabaladı. “Yağmacıları”, mültecileri toplumun haklı öfkesinin önüne koydular. Zaman zaman tüm iyi niyetiyle sıradan insanlar da bu ağa takıldı maalesef. Çok şükür ki, bu ‘münferit’ vakalar, bildiğimiz kadarıyla çok yaygınlaşmadı ve toplumun geniş kesiminden de tepki gördü. Ama bu linç güruhlarının fırsat buldukça yeniden ve yeniden sahneye sürüleceğini tahmin etmek zor değil. Özellikle de toplumun örgütlü bir araya gelişlerine karşı.
Böyle acı bir felaket karşısında ana akım medyanın kirli diliyle “mucize”, işin iyi tarafı” gibi söylemleri kullanmaktan hicap duyarım. Yalnız her acı olayın öğrettiği bir şey de mutlaka olur. Depremin bize öğrettiği yeniden toplum olmaktır. Kendimizi “evrensel, insani, ahlaki değerlerle tanımlamak ve bu temelde kendini birbirinden sorumlu hissetmek”tir. Akşam haberlerine enkaz görüntülerini “Gelevera deresi” türküsü eşliğinde vererek başlayan Yunan devlet televizyonundan, enkaz altında can ararken can veren Meksika arama kurtarma ekibinin köpeği Proteo’ya (“bazı kahramanlar pelerin takmaz”) bu dünyada yalnız olmadığımızı, dünyanın evimiz olduğunu gösterenlere minnettarız. Ama aynı şekilde yaşadığımız ülkenin de bizim evimiz olduğunu, kökümüzün de kaderimizin de burada olduğunu biliyoruz.
Harika yazar Ahmet Büke deprem bölgesinden gelen araçlara yemek ikramı yapan bazı Kayserili vatandaşların videosunun üzerine şu yorumu yapmış: “Yıllarca ‘burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi’ saçmalığını çiğneyenlere itiraz edenlerin işaret ettiği şey buydu. Burası bizim memleketimiz. İyisiyle kötüsüyle buraya aitiz. Kaderimizi buraya bağladık. Onu bırakmayız.” Büke haklı. Onu bırakmayacağız ve bunun için de yeniden örgütlü bir toplum haline geleceğiz. Başka bir çıkış yok!