Başlarken: Depremde Yas ve Siyaset
“Yas tutarken başkaları, hiç olmazsa sessiz kalınır…”[1] der Erdoğan Özmen nasıl da vazgeçemediklerimizin toplamı olduğumuzu anlattığı kitabında. Öncelikle bu yazıdaki mecburi ve siyasi sessiz olamama hâli için affola.
Sessiz olamama hali mecburi ve siyasi, zira geçtiğimiz hafta yaşadığımız deprem çok büyüktü, şiddetliydi ve fakat depremin etkisini had safhaya çıkartan belki de asrın en önde gelen nekro siyasi iktidarı başımızdayken karşılaştık bu depremle. Aşikâr ki kayıplar daha az olabilirdi, “asrın felaketi” de olsa mevzu bahis olan çok sayıda insan binalar sağlam olduğu, hadi en kötüsü arama kurtarma ekiplerinin hızlı ve kapsamlı müdahalesi neticesinde kurtarılabilirdi. İktidar kanadında tam da siyasi olmanın gereği olarak sessiz olan yok zaten. Bilakis bir hakikat çarpıtma, o da yetmez tehdit ve günah keçisi ilan etme setiyle karşı karşıyayız. Sessiz olması istenenler depremzedeler, ölenlerin yakınları, yas tutanlar ve onların içinde olduğu ahvali yansıtma, gündeme getirme gayreti içinde olanlar. Bundan daha siyasi, siyasetten kaçılamaz bir tablo olabilir mi? Kederin yanına bunca öfke de gelip yerleşmişken siyasi kelam etmeye mecburuz. Hangi deftere kayıt edilirsek edilelim mecburuz. Başka bir deftere bunca kayıp kaydedilmişken, o imge oraya gelip yerleşmişken…
Cadı Avı/ Zenofobi
Kriz hallerinde muktedirlerin zenofobiye, günah keçisi işaretlemeye, cadı avına başvurması yeni değil. Mesela Ortaçağ Avrupası’nda cadı avı tam da burada devreye girmişti. Çatışma halindeki iktidar odaklarının, ayaklanmaların yanı sıra bir de ortaya veba çıkınca Kilise hâlihazırda daha evvelki düşüncelerinin aksine cadılığın var olduğuna inanmaya başlamıştı. Bu bir tesadüf değil, ihtiyaç ve mecburiyetti. “Vebadan biz bunca ölürken, Kara Ölüm kol gezerken nerde bu kilise” diye feryat ediyordu halk. Haliyle korku ve güvensizlik hâkimdi ve otoritesini sürdürmek isteyen Kilise saldırıya geçmek, fatura kesmek amaçlı cadı avına yönelmiş durumdaydı. Bunun için de o dönemin farklı inançlara mensup grupların, tabiatla yabancı ilişkiler kuran kadınlarının, Yahudilerin vs. işaretlenmesi gerekmişti. Bunun modern versiyonu 16. ve 17. yüzyılda yoksulluğun getirdiği nüfus sorunun akabinde karşımıza çıkmıştı. Yine benzer bir fatura kesme faaliyeti olarak.
Bu haliyle cadı avları 1793’ten beri tarihe karışmış olsa da başka şekillerde sürüyor. Bakınız 2023 Türkiye’si… Maraş merkezli deprem şiddetli evet, fakat muktedirin beka gayreti belli ki daha şiddetli. Tüm o hakikate rağmen büyük bir soğukkanlılıkla “Hakikat” dayatılıyor. Bölgede yaşayan, şu anda yaşamaya çalışan insanlar “imar barışı” yapılırken “vatandaşımızın sorununu çözdük” diyen devletin nerede olduğunu sordu, soruyor. İlk günden beri halk “bizi ölüme terk ettirler” diyor. “Depremden biz bunca ölürken, Ölüm kol gezerken nerde bu devlet” diye feryat ediyor halk. Haliyle korku ve güvensizlik hâkim ve otoritesini sürdürmek isteyen iktidar saldırıya geçmek, fatura kesmek amaçlı cadı avına yönelmiş durumda.
Aşikâr ki devlet yetkilileri birkaç küçük, mecburi ve geç kalmış “eksikliklerimiz de oldu” söylemi bir tarafa bırakılırsa imaj kaygısından başka bir dertle meşgul değil. Depremin büyüklüğü üzerine edilen sözler, “asrın felaketi” ifadesi ve buna bağlı olarak “kader” söylemi bunun bir ayağı. Fatma Şahin, bunca canlı hayatını kaybetmişken, şehirler yok olmuşken “her şerde bir hayır vardır” deme “gaflet”ini bile gösterdi.[2] İmajı kurtarmanın bir diğer ayağındaysa ayan beyan yalan vardı. İlk dakikalardan itibaren kurtarma ekiplerinin, yardımların hem de tüm deprem bölgesine ulaştırıldığına dair bir söylem dolaşıma sokulmaya çalışıldı.[3] Deprem bölgesine kritik saatlerde ne arama kurtarma teçhizatı ne ekibi ulaştıramayan, daha doğrusu –ön hazırlıklar da dâhil olmak üzere- ulaştırmayan devletin yetkilileri reklam yapmaya da giriştiler: “Sanayicilerimiz 1 milyona yakın battaniye gönderiyor, Türkiye'nin üreten bir ülke olduğunun göstergesi”[4], “Cumhur İttifakı olarak sahadayız”[5]… Böylece ve bir kez daha çok acı şekilde muktedirler için kendilerini korumanın, canlıların hayatının korunmasından çok daha önemli olduğu açığa çıkmış oldu.
Bu söylemlerin önemli bir cüzünü şaşırtıcı olmayan bir şekilde sosyal medyada hakikati yansıtmaya çalışan ve haliyle muhalif paylaşımlar yapan kişileri, kesimleri hedef gösteren ifadeler teşkil ediyor. Bizzat depremzedelerin ettiği feryatlar ana akım medyanın da vasıtasıyla susturulmaya çalışıldı.[6] Tüm bu ölüm ve zulüm siyaseti içerisinde tek sorunun sosyal medyada dolaşan haberler, muhalif söylemler, yani hakikati yansıtan beyanlar olduğu bile söylendi. Elbette aynı Ortaçağ’daki ve diğer benzer emsallerde görüleceği gibi suçlulaştırma devreye sokuldu ve daha da sokulacak gibi görünüyor. Bir deftere “suç”ların kaydedildiği ve günü gelince hesap defterinin açılacağı bizzat cumhurbaşkanınca ifade edildi. Siyasi iktidar yanlısı olmayanlar, farklı düşünenler, yani günümüzün bir nevi cadıları çoktan işaretlendi ve işaretlenmeye devam ediliyor. Bir deprem felaketinin ortasında bile devlet “afet yönetimi”nden çok OHAL’i işletiyor. HDP’li belediyeler nezdinde OHAL icraatı olarak uzun süredir işletilen hatta kurumsallaştırılan kayyum atamaları meselesi deprem sonrası anında, bu kriz bağlamında da elbette dereye sokulmaya çalışıldı. Maraş’ın Pazarcık ilçesindeki kriz koordinasyon merkezlerine devlet kayyum atamaya çalıştı.[7]
Suçlulaştırma ve günah keçisi işaretleme süreci bu kadarla kalmadı. Şimdiden tehdit ve söylemin ötesine geçen ağır neticelerle karşı karşıyayız (ki zaten söylemin neticesi her zaman kendisinin çok ötesine geçme imkânını bağrında taşır). En kolay, en hızlıca hedef alınabilir gruplar mesela mülteciler zaten kendisine muhalif diyen kesimler de dâhil olmak üzere (bkz. Şirin Payzın) pek çok kişi ve grup tarafından “suçlu” ilan edilmişti. Depremin mülteci yoğunluklu bölgelerde vuku bulmasıyla beraber soğukkanlı cinsten bir hıncı da arkasına alarak “harcanabilirlik rasyonalitesi” diğer depremzedeyle mülteci olan arasında da hemen salınmaya başladı. Deprem bölgesini kendi kaderine terk etmiş devletin yer yer açıktan yer yer zımni desteğiyle depremzede bile sayılmayan, bazıları açısından kaydı bile tutulmayan yabancılar “en beter günah keçisi” olarak kodlanmakta.
Suç olgusu hemen iş başına geçirildi elbette. Bölgede kaotik hâl ve bunun bir cüzü olan yaşayanlar arasındaki güvenlik sorunu açısından yabancı olanlar, “biz”e benzemeyenler, “cadı”lar hemen suçlu ilan edildi, ediliyor. Kadir-i mutlak devletin enkaz altında hayatını kaybedenlerin “güvenliği”ni nasıl da sağlayamadığı böylece gündemden düşürülmek isteniyor. O sırada bir şeyleri yağmaladığı iddiasıyla birilerine işkence edilmiş, edilmemiş, birileri öldürülmüş öldürülmemiş, olsa olsa belirli kesimlerce aymazlıkla karşılanıyor. Hele de mevzu bahis olan bir yabancı, ksenóssa, tekinsiz ve kayıtsızsa, kâfi şekilde uygarlaşamamışsa(!)… Grup olarak suçlulaştırma hemencecik devreye giriveriyor. Suçlulaştırılabilirlik ve buna dayanarak harcanabilirlik rasyonalitesi…
Nekrosiyaset veya Ötesi
Yine biraz geriye gidelim. Ortaçağ ile sınırlı kalmayan erken modern dönemi de kat eden cadı avı sömürge topraklarda çok daha korkunç şekilde seyrediyordu. Köle ilan edilince zaten, hâlihazırda, çoktan, hatta belki “ezelden beri suçlu” ilan edilmiş olan “ilkel”lere reva görülene ceza bile demek zordu. Burada artık yaşamak bir hak değildi. Sömürge toprakların yerlilerinin hayatı kolayca ve hatta hunharca harcanabilirdi. Onlar Freud’un “Uygarlığın Huzursuzluğu”nda anlattığı kötü, tiksindirici kokuları aşağı iteme, “uygarlaşma” işlemini Batılı rasyonel, mülk sahibi, beyaz erkeğe göre gerçekleştirememişti. Bir başka ifadeyle rasyonel değillerdi. Haliyle şairin dediği gibi ve bugün Türkiye’deki depremzedelere, özellikle de bazı depremzedelere reva görülen gibi; birileri, insanlar yükselirken hep bembeyaz, insanlığından şüphe edilenler, diğer canlılarla beraber olsa olsa balçıkta bacak olarak konumlandırılacaktı.[8] İşte “insaniyet” dedikleri.
Ancak tam bu noktada ve Derrida’nın dediği gibi Freud yasanın yok edemediğinin, olsa olsa bastırdığının kokusunu almak suretiyle aslında yasanın kokusunu almıştı. Yasanın bağrında, kökeninde hem zamansal hem de zamansız olarak kendi dışı olan, kötü kokular, barbarlık vardı. Yasanın bağrında bastırdığı şiddet var ve bu bahisle “uygar”la barbar hem karşıt hem de adeta birbirinin arka yüzü. Ancak bu simetrik arka yüz oluş, bu çerçevede yok etme değil bastırma hali unutuldu veya unutulmuş gibi kuruldu. Tam da unutulduğu yerden yabancıya karşı yönelmiş, gayet gerekçesi hazır veya gerekçesiz, zira zaten kendine benzemeyene, harcanabilirlere, tekinsiz olana, eşref-i mahlûkat mertebesine tam erişememiş olana yönelmiş şiddet eylemleri olarak karşımıza çıktı. Bu geri dönüşü, bu çerçevede ırkçılığı ve zenofobiyi Douzinas şöyle ifade ediyor:
“Öteki insanlar ve toplumlardan esas ayrım, modern ulus devletin temelinde yatan kırılma tam olarak temsil edilemez ya da yönetilemez, fakat toplumsal bir hastalık ya da kişisel bir illet olarak geride tutulur. Tarif edilemez öteki, yabancı düşmanlığı ya da ırkçılık, nefret ve ayrımcılık olarak geri döner ve siyasetle kontrol edilemez olur. Siyaset, geçmiş adaletsizlikleri hâlihazırdaki marazları unutma, ölçüsüz iktidar tehdidini belleğe ve mite ya da hayali bütünlüğün kutsanışına dönüştürerek kurumların meşruiyetine ilişkin soruları yasaklamaya çabalayan saygın bir strateji; bir ‘unutma siyaseti’ olur.”[9]
İşte tam da bu meşruluk ve unutma zeminin üzerinden yasal ve/veya meşru şiddet devreye giriyor. Evet, bu evveli ve ahiriyle deprem boyunca yaşanan tüm devlet şiddeti veya devlet teşvikli şiddet vakaları gibi bir rasyonalite üzerinden temellenmekte. Hangi kaynağın nereye, mesela AFAD’a mı aktarılacağından, “imar barışı”na, canlıların enkaz altında ölüme terk edilişinden, bölgede yaşanan “güvenlik” zafiyetinin faturasının bir kısım depremzedeye çıkartılmasına kadar, her şey birileri için gayet rasyonel, rasyonel şiddet halleri. Daha evvel bu sayfalarda Primo Levi’den, daha doğrusu Nazilerden ilhamla bahsettiğim öfkelenmeden dövme, öldürme halleri. Bir depremzede tüm acısıyla, öfkesiyle veryansın ederken telefona bakma, bizzat orada yakınlarını bekleyen insanlardan gerçek anlatımlar gelirken gözümüzün içine baka baka yalan söyleme aymazlığı ve soğukkanlılığı. Aynı cadı avları gibi sadece ilahi değil gayet akli bir pratikler silsilesi. Bir cinnet halinde veya duygusal yükle harekete geçenden farklı olarak buz gibi bir şiddet ahvali… Yine Levi anlatıyor ya: Kampta fena bir susuzluk haliyle baş başa kaldıkları bir sırada, pencerenin önünde sarkmış bir buz parçasını alır Levi. Ancak görevli kişi gelir ve kendisine müdahale ederek buz parçasını elinden çeker. Levi “Warum/Neden?” diye sorar. Cevap hem çok basit hem de inanılmaz derecede karmaşıktır; “Hier ist kein warum/Burada neden yok.”[10]
Bu çerçevede bir insan öfkelenmeden de dövülebiliyor. Yine bu çerçevede Holocoust, savaşlar, ABD’nin işgalleri yaşandı ve yaşanıyor. Bu çerçevede binlerce depremzede büyük bir umursamazlıkla ve şedit bir şekilde göçük altında terk edilebiliyor. Bu çerçevede kameralara karşı montlara, atkılara sarınmış muktedirlerin önüne “süs” minvalinde konmuş “3- 5” çocuğa bir mont bile verilmiyor. Asla müsterih olunamayacak, depremzedelerin feryat figan içinde olduğu bir ahval içerisinde dahi “milletimiz müsterih olsun” diyenler gayet müsterih bir şekilde imar barışı yaptılar. Sonra canlıları enkaz altında bıraktılar ve “can kayıplarımız dışındaki bütün kayıplarımızın daha iyisini geri getireceğiz”[11] diyecek kadar katılaşmış bir hâlde beka kaygısına düştüler ki zaten bu katılaşma ancak ve ancak beka kaygısı içindeyken olabilir. Muktedirler şimdi yine gayet müsterih bir şekilde fatura çıkarma işlemine teşebbüs etmekteler: Çok katmanlı bir unutma, terk etme, bastırma siyaseti, bu kelimelerin her manasında ele alınabilecek bir öldürme siyaseti.
Mbembe’nin sömürge plantasyonlarındaki sistemle analoji yapmak suretiyle günümüz iktidarlarının yürüttüğü siyaseti ifade etmek üzere kullandığı tabir, nekrosiyaset öncesi ve sonrasıyla Türkiye’de yaşanan deprem sürecinde yürütülmekte: Asıl büyük felaket. Biraz açarsam; Mbembe biyoiktidarı ölüm siyaseti/necropolitics üzerinden izah eder. Foucault’nun biyoiktidar mefhumunu “kuşatma” ve “istisna” hâliyle ilişkilendirdiği makalesinde Mbembe, biyoiktidarın insanları ölmesi icap edenler ve diğerleri arasındaki lüzumlu sınırı çekmekle yetkili iktidar olarak tanımlar. “Böylesi bir iktidar, yaşayanlar ile ölüler arasındaki bir bölünme temelinde işleyerek, kendisini, denetimini ele aldığı ve içerisine yerleştirdiği biyolojik bir alanla ilişkisinde tanımlar. Bu denetim, mantıken, insan türünün gruplara dağıtılmasını, nüfusun alt- gruplar biçiminde alt- bölümlenmesini ve birler ile diğerler arasında biyolojik bir durmanın tesis edilmesini gerektirir.”[12]
Bu bölümlenme adı üstünde birbirine göre alt ve üst zeminler yaratır ve ölüm dağıtımından kimin ne kadar payeye sahip olacağı da hangi zeminde yer aldığına göre değişir. Mesela farklı ırktansanız, ırkçılığa maruz kalan biriyseniz ölüm dağıtımının tanziminde size daha farklı bir yer ayrılacağı belli; biyoiktidarın ölüm ekonomisi, necroeconomics böyle işler. Binlerce insan enkaz altında ve hayata henüz tutunmaya çalışıyorken alelacele salâ okunması, üretimde ülkenin ne kadar iyi olunduğundan bahsedilmesi ve depremzedeler enkaz başında yakınlarını, sevdiklerini beklerken banka kasalarının çıkartılmaya çalışılması[13] mevzu bahis olan nekro siyasi ve ekonomik norm düzeneğine gayet tabii uygundur. Mültecilerin, yabancıların günah keçisi ilan edilmesi, “suç” işlediği iddia edilenlere işkence edilmesi evleviyetle uygundur. Ne de olsa şiddetin muhatabı adeta plantasyonlardaki gölge figürlerdir ve başka bir yaşam sürenlerdir.
Bu kişilerin, sadece mülteci de değil yoksulların, LGBTİ+’ların, defterlerde kaydı tutulan siyasi muhaliflerin, yani cümle ksenósların hegemonik akla göre ne hayatı hayattır ne de ölümü ölümdür. Nitekim bugün de deprem çerçevesindeki siyasi düzenek hayatı hayat sayılmayanların ölüsünü de tehdit etmekte. Ölüme terk edilen onca insanın yakınları ölülerini bırakalım isimli bir mezara gömebilmeyi kayıt altında alınmadan, bir rakam ve bu bahisle “stück/ parça” değeri bile görmeden defnetmek zorunda kalıyorlar.[14] Hayattayken varsayılmayanlar veya ucundan bucağından varsayılanların ölümü de yok sayılıyor. Muktedir bu vesileyle ölümün bile görünürlüğüne ve bilinirliğine hükmetmek istiyor. Mühim olan imaj, gerisi dirilerin ve ölülerin Levi’nin dediği gibi “harcıâlem” mallar gibi dizilmesi de olabilir, yüksek katlı apartmanlarda veya toplu deprem mezarlarında.
Sonuç Yerine: Depremin İzi
Birhan Keskin’in “Öteki” şiirinin devamı şöyle:
“…Siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar kalkıp sıçrayacak!
Kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
Genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!
Onlar seyrek bir fotoğrafta uzağa bakanlar.
Onlar bir ömür taşlara su tutanlar.
Onlar bir hatırada donmuş duranlar.
Onlar bu dünyada yanmış da külde uyuyanlar.
Siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep açgözlü!
Ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü.
(…)”
Evet, biz ölümlüyüz ve bunun farkındayız. Yaşamı ölümden, ölümü yaşamdan biliyoruz. Muktedirlerin “unutma siyasetinin” ayartısına kapılmıyoruz, kapılmamalıyız. Sesimiz de kesilse, defterimiz de dürülse hayaletlerin uğultusu ve adalet talebimiz susmuyor.
“Sonsuzluk ve Bir Gün”deki gibi aslında:
“-İnsan ne zaman ölür?
-Artık hatırlamadığı zaman.
-Başka?
- Artık hatırlanmadığı zaman.”
Biz bu depremi, kayıpları unutmayacağız, dahası hep hatırlayacağız. İzi silemez kimse, iz zaten silin(eme)miş olandan kalan. Ksenós da aynı zamanda yolcu demek zaten. Ve 1848’den beri biliyoruz ki Hayalet ve hayaletler dört bir yanda dolaşıyor. Elleri yakamızda, iki eli/elleri yakanızda.
Bir depremzedenin de dediği gibi “Dünya mı olur böyle ya!”. Değişmeli.
[1] Erdoğan Özmen, Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan: Yas, Melankoli, Depresyon, İletişim Yay., İstanbul, 2017, s. 45.
[2] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/fatma-sahinden-deprem-yorumu-her-serde-bir-hayir-var-2050782
[3] Bkz. https://www.gazeteduvar.com.tr/nebati-urfada-her-sey-kontrol-altinda-burada-sikinti-yanlis-haberler-haber-1602036 ; https://www.veryansintv.com/afad-muduru-orhan-tatar-her-yere-ulasilmis-durumda/ ;
[4] https://t24.com.tr/haber/bakan-varank-sanayicilerimiz-1-milyona-yakin-battaniye-gonderiyor-turkiye-nin-ureten-bir-ulke-oldugunun-gostergesi,1090599
[5] https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/akpli-omer-celikten-deprem-bolgesinde-ittifak-propagandasi-2048952
[6] Örnekler için bkz. https://www.gazeteduvar.com.tr/trt-canli-yayininda-sansur-depremzedenin-sesini-kestiler-haber-1602893 ; https://m.bianet.org/bianet/yasam/274063-polisten-sorunlari-anlatan-depremzedeye-kamerayi-kapatin-devlet-burada
[7] https://www.diken.com.tr/hdpnin-deprem-kriz-merkezine-kayyim-atama-girisimi/
[8] Birhan Keskin, “Öteki”, Yo’l, Metis Yay., İstanbul, 2016, s. 73.
[9] Costas Douzinas, “İnsancıllığın Bin Bir Yüzü”, Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları- Eleştirel Bir Yaklaşım, çev. Rabia Sağlam- Kasım Akbaş, NotaBene Yay., İstanbul, 2016, s. 70.
[10] Primo Levi, Bunlar da mı İnsan, çev. Zeyyat Selimoğlu, Can Yay., İstanbul, 2013, s. 35.
[11] https://t24.com.tr/haber/bakan-karaismailoglu-vatandaslarin-musterih-olmasini-istedi-can-kayiplarimiz-disindaki-butun-kayiplarimizin-daha-iyisini-geri-getirecegiz,1091077
[12] Achille Mbembe, “Nekro Siyaset”, çev. Abdurrahman Aydın, Öteki Olarak Ölmek, Der. E. Evrim İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yay., Ankara, 2016, s. 231, 232.
[13] https://haber.sol.org.tr/haber/depremzedeler-yakinlarini-beklerken-enkazdan-banka-kasasi-cikardilar-365622
[14] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/garo-paylan-cenazelerin-ciddi-bolumu-kayda-girmeden-defnediliyor-2050736