Hegel, yüzyıllar önce “Tarihin bize öğrettiği şey ne ulusların ne de hükümetlerin ondan herhangi bir ders almıyor oluşudur,” (1) derken bunun özellikle bizimki gibi bazı ülkelerin karakterinin en bariz niteliği olduğunu biliyor muydu, bilmiyorum. Nitekim 6 Şubat 2023’te on ili etkileyen Kahramanmaraş merkezli bir depremle büyük bir şok yaşayan Türkiye toplumu, depremle birlikte, iç içe geçmiş birçok olgu, olay, durum ve kavramı bir arada tartışırken en çok da yakın tarihi, depremlerle dolu bir ülkenin niçin ve nasıl tarihten ders çıkaramıyor olduğunu konuştu. Hegel’i haklı çıkarırcasına tarihten, yaşadıklarımızdan asla bir ders almıyor, alamıyor, almayı reddediyor ve teklif dahi edemiyorduk. Ve nihayetinde ülke yönetimi, daha önce hiç yaşanmamış ve tümüyle deneyimsizmiş gibi içinde bulunduğu yapısal, ekonomik ve siyasi zorluklar nedeniyle de daha ilk saatlerden itibaren tüm yönetimsel araçlarıyla birlikte dondu, işlevsiz kaldı ve bu denli büyük bir depremin bilançosunun ağırlığı altından kalkamayacağını gösterdi. Doğal olarak ülkeyi yönetenler hızla gelişen ve büyük bir öfkeyle ortaya çıkan bir tepkinin odağına oturdu, birçok eleştiri ve suçlama ardı ardına sıralandı. Bu eleştiriler şu başlıklarda sıralanabilir: Özellikle ülkenin, tehlikeli bir sismik bölgede yer aldığı bilinmesine rağmen, yapıların buna uygun olarak yapılmaması ve bu konuda gösterilen denetimsel/yönetimsel zaaf ve kayırmaların olması; tam donanımlı ve yetkin özel bir kurtarma ekibine sahip olmaması; kurtarma operasyonlarını başlatmak için uluslararası ekiplerin gelmesi beklenerek çok değerli zamanın kaybedilmesi; ordunun zamanında ve yeterince devreye sokulmaması, araç gereç eksikliği, hızlı ve etkin müdahalede çok geç kalınması ve ardından bölgeye gerekli iletişim, barınma, hijyen ve beslenme olanaklarının sunulmaması ve bütün bunları düzenleyecek, koordine edip yönetecek bir kriz merkezinin kurulamaması gibi… Bütün bu toz duman içinde en bariz biçimde görünür olan durumlardan biri de bu eleştirilere karşı yönetim erkince gösterilen şiddet, öfke ve tahkir dolu tavırdı. Anlaşılan erkin hiçbir şartta hiçbir eleştiriye, karşı görüşe, söyleme asla tahammülü yoktu. Dolayısıyla acı ve öfkeyle birlikte maruz kalınan bu tavrın niteliği de tartışılır oldu.
Ve 20. yüzyıl, her tür düşünsel temsilin, disiplinin, fikir kolektifinin, düşünürün; özgürlük, demokrasi, hak ve hukuk üzerine yoğun olarak refleksiyon geliştirdiği çağ olarak tarihe geçer. Siyasal rejimlerin, devletlerin, ideolojik örgütlerin her tür trajik yıkıma, savaşa, çatışmaya, kitlesel alt üst oluşlara rağmen kolay kolay bu perspektifi dışlayarak yapılanamadığı, hak-hukuk, anayasal güvenceler, özgürlük ve demokrasi vaatlerinin bir şekilde dikkate alındığı dönemdi denebilir, bu yüzyıla. Bu durumu, insanlık serüveni anlamında pozitif bir ilerleme, gelişme ve değişim olarak nitelemek, kaydetmek mümkündür, elbette. Fakat bütün bunlara karşın görünüşe göre içinde bulunduğumuz bu çağ, neoliberal kapitalist yeni despotik teamüller ve araçlarla hem bu tür olumlu değişim ve dönüşümlere hem de Hegel'in tarih felsefesi hakkında söylediği şu tespitle çelişme halinde yapılanmayı üstlenmiş görünüyor: "Dünya tarihi, özgürlük bilincinin ilerleyişidir." Nitekim görüldüğü ve deneyimlendiği üzere bu yeni çağda dünya tarihi hiç de özgürlük bilincinin ilerleyişine tanık olmuyor. Tam tersine rejimler yeni tahakküm biçim ve araçları geliştirmekte ve geniş kitleler de bu despotik güç aktörlerine gönüllü kulluk etmede ve sorgusuz itaat içinde olmada pek hevesli görünüyorlar.
Bu yeni dünya despotizmine, patrimonyal Doğu kültürüne özgü özellikler de eklenince çok daha girift ilişkiler, deneyimler ortaya çıkabiliyor. Örneğin despotizmin gönüllü kulları, ruhlarını ve bedenlerini tatmin edip harekete geçirebilecekleri küçük ve kaba zevkler elde etmek için efendilerine durup dinlenmeden hizmet ve itaat etmeyi görev edinebiliyorlar. Her bir kişi veya dar-küçük çıkar grupları ya da toplumun belli bir kesimi olarak kendi içlerine/üzerlerine kapanıp “öteki ve diğeri” kıldıklarının yazgısına tümüyle yabancı kalabiliyor; onları görünmez, dokunulamaz, hissedilemez kılabiliyor; yok edilmesi gereken düşmanlar olarak işaretleyebiliyorlar. Öyle ki sadece kendileri için var oluyor ve yaşayabiliyorlar. Bu yeni despotizm türü, Dünyanın geri kalanından farklı olarak Doğu iktidar kültürüyle desteklendiğinde kendine özgü koşullar da yaratabiliyor. Bu özgün rejimlerde esasında sistemi despotik yapan asıl dinamik, erk’in despotik tavır, yönelim ve hareketleri olmuyor; anlaşılması zor biçimde, despotu/despotizmi çağıran/kuran özel bir algı türü devreye giriyor. Özne olarak despotun varlığından daha önemli olan şey, despotun zorunlu varsayılı varlığını içselleştiren rejimin/kültürün doğası oluyor. Bu anlamda düzeni kuran gerekli ilişki ağlarının varlığını bilmek ve bu rejimlerde gerçekleşen bir yer değiştirmeden bahsetmek gerekiyor. Şöyle ki: Söz konusu olan, despotun, kendine uygun bir düzeni topluma dayatmasından, zorunlu kılmasından üretilen bir yapı değil; tersine, despotun varlığına icbar olan, onun üzerinden kendini üreten bir düzenin işleyişinin ve ilişki ağlarının devreye giriyor olmasıdır, denebilir. Kısacası despota/despotizme tanınan özel bir statünün varlığı söz konusu. Zorbasına tapan, zincirini öpen ve temelde bencillik ve korkudan başka erdemi olmayan; dini veya tarihi mitsel aptallıklarla uyuşturulan, kendi varoluşları hakkında hiçbir bilgisi ve duygusu olmayan, esasında hayatı çalınan güruhların tahkim ettiği bu düzenin, neoliberalizmin dayattığı yeni despotizm araçlarıyla da desteklendiği ve daha karmaşık biçimlerde yapılandırıldığı görülüyor. Bu durum idrak edildiğinde, yeni despotizmin nasıl işlediği de daha fazla anlaşılır olabilecek.
John Keane, Yeni Despotizm eserinde, “Despotizm, sözü tanıdık gelmeyebileceği gibi duyularımızı ağır ağır uyuşturup dış dünyaya sımsıkı kapanmalarına da yol açabilir. Ne var ki iktidarın paylaşılmasını esas alan demokrasilerin yalnızca toplumsal kargaşa, iktisadi çöküntü, siyasi komplolar ve ordu şiddeti tarafından değil, 21. yüzyılın ölümcül cazibe saçtığı kesin iktidar biçimleri tarafından da nasıl nefessiz bırakılabileceğini, öldürülebileceğini bilmek için anlamamız gereken kelime budur (…) despotizm terimi, 21. yüzyıl özellikleri taşıyan yeni iktidar türünün demokrasiye yönelttiği tehditleri anlamlandırmada kullanılacak vazgeçilmez anahtar kelimelerden biridir,“ (2) der. Keane’in kitabının özgünlüğü, yalnızca günümüz rejimlerinin tahakküm biçimlerini, işleyişini, kapasitesini ve mantığını anlatmaya çalışması değil; bunun yanı sıra, yeni despotik rejimlerin “yediği şokların ardından hızla kendini toparlayabilecek kabiliyette bir hâkimiyet türü” oluşlarının üzerine de düşünce üretiyor olmasıdır.
Keane’in yazısında özellikle vurguladığı yediği şokların ardından hızla kendini toparlayabilecek kabiliyette bir hâkimiyet türü olması açısından bu yeni despotizm, 6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen Kahramanmaraş merkezli on ili etkileyen depremin sarsıntısının sıcaklığı geçmeden yaşadığımız bir olayı çok iyi örneklemesi yönüyle ve bir analojiye izin vermesi açısından dikkate değerdir. Güncel örnekte deprem ve benzeri afetlerin ön hazırlığının yapılması, eğitimli ekipler ve araç gereçlerin temini ve deprem sonrası kriz durumlarının yönetimini üstlenmesi beklenen kurumların büyük basiretsizliğine, yeteneksizliğine ve ehliyetsizliğine tanık olduğumuz tarifi zor, trajik bir durumu hep birlikte yaşarken ve on ilden birden “yardım edin” çığlıkları yükselirken bütün bunlara cevap veremeyen bir deprem yönetimi gerçekliğiyle baş başa kalındığı görüldü. En azından genel kanı bu yöndeydi denebilir. Lüks “karton” konutları, “açık hava mezarına” dönüşmüş olanların yaşadığı korkunç derecede trajik durumun ortaya çıkardığı büyük infial ve şok hali depremzedeleri doğrudan etkilerken yönetim erki de kendisine yöneltilen yetersizlik, yeteneksizlik isnadının şokunu yaşıyordu. İşte tam da böyle bir anda Keane’in vurguladığı gibi “yediği şokların ardından hızla kendini toparlayabilecek kabiliyette bir hâkimiyet türü olması “yönüyle yeni rejim modeli hızlı bir refleksle şoktan çıkarak topluma yönelik sert bir müdahalede bulundu. Tüm televizyon kanallarından erk’in gür sesi yükseldi ve karşısına aldığı herkesi bir güzel azarladı, itaate zorladı. Yani her kriz anında gösterdiği gibi bu büyük afetin yarattığı şoku da hızla atlatacak, kendisine yönelmiş olumsuz yorumları tersine çevirecek kabiliyeti gösterme girişimlerinde bulundu.
Esasında bu çeşit bir yönetim aracı, mevcut düzenin uzunca bir süredir oldukça işlevsel bulduğu bir aparat olarak iş görmekte ve oldukça da etkili olmaktaydı. Nitekim üst perdeden sergilenen azar ve güç gösterisi deprem enkazı altında çırpınan veya bu acıyı kalplerinde yoğun olarak yaşayanları dahi savunma pozisyonuna itti. İnsanlar içinde oldukları büyük trajediye rağmen acılarını bir kenara bırakıp yaşadıklarının ve içine düştükleri durumun görünür olmasına çabalamak zorunda bırakıldılar. Yerin binlerce metre derinliğinde başlayan yarılma, fay hattı böylece insanların kalplerinde, ruhlarında yaratılan suni bir sarsıntıyla devam etti. Yeryüzü kabuğundaki yarılma ve sarsıntı yeryüzüyle sınırlı kalmadı, insanların ruhlarında ve bilinçlerinde gerçekleşen yarılmaya eklendi. Oysa onları bu savunma hattına çeken girişim, basit ama oldukça etkili bir iktidar hilesi olarak hep kullanılagelmiştir. Bu aracı, hileyi bunca işlevsel kılan ise Doğu’ya özgü düzeninin bir çeşit pagan teokrasisi, bir “tanrı devlet” putperestliği biçiminde varlık bulmuş olan niteliğidir. Hikmetinden sual olunmaz bir tanrı-devlet miti, bütün olumsuzlukların, eleştirilerin, yakınmaların, şikâyetlerin daha ortaya çıkmadan ya da güçlenip varlık bulmadan sönümlenmesi, yok edilmesi için geçerli argümanı apriori olarak kendi içkinliğinde var kılmış oluyor. Böyle bir Leviathan’da hüküm süren egemen özne de sistemi temsilen yasaların, hukukun, normların, kanunların yokluğunu/ askıya alınışını veya geçersizliğini telafi etmek için kendisi dışında, sistemin ikincil kurucu özneleri tarafından dahi bilinmeyen/öngörülemeyen bir keyfilik, boşluk ve aşırılık marjını kullanıyor.
Bu kuralsızlık ve keyfilik marjıyla çalışan rejimlerde, güncel örnekte yaşadığımız türde jeolojik altüst oluşlarla veya kitlesel salgın hastalıklarla karşı karşıya kalan insanların yaşadığı dehşetin bireysel/kamusal ve kurumsal etkilerini ölçmek ve yapılandırmak için, her defasında tipolojik çerçeveyi yeniden düzenlemek ve güçlendirmek gerekir. Sistem kendisi için makul bir vatandaş tanımı yaparak bunun üzerinden bireyin ve toplumun davranışlarını, duygularını, düşüncelerini istendik reflekslerle donatmaya ve bu üretimi algı yönetimiyle de süreklileştirmeye çalışır. Bunun için, yaşayageldiğimiz özgün despotizm tecrübelerinde çok da dikkate almadığımız, bir çeşit pagan “tanrı devlet” putperestliği biçiminde yapılanmış rejimin kendine özgü teokrasisinin retoriğini devreye sokar. Her şeyi devletin kutsallığı mitiyle ve kaderle, yani ilahi yazgıyla ilişkilendirmek, olagelen her şeyin, ondan nasıl türediğini, onun olağan ve doğal sonucu olduğunu ileri sürmek ve bu algıyı dayatmak rejim için miras alınan ve aktif biçimde işletilen siyasi terminolojinin biricik paradigması olur. Bu yolla her sorun, kriz ve şok durumunda devletin işleyişinde rol alan aktörlerin varlığı, somut sorumluluğu, görevi flulaştırılır, görünmez kılınır. Tarihsel karakteri gereği zaten fatalist olan bir toplum, kaynağının mitsel veya tanrısal bir güç olduğu korku ve panik dolu kötücül bir dünyada yaşamak zorunda bırakılır. Nitekim Zygmunt Bauman ve Leonidas Donskis’in kaleme aldığı Akışkan Kötülük’te, Leonidas: “Dünya muhtemelen daha önce hiçbir zaman bugün olduğu kadar kaderci ve determinist inançlarla dolup taşmamıştı.” (3) diyerek bu yeni düzende her yöne yayılan bir korku ve kaderciliğe vurgu yapar. Ayrıca neoliberal yeni dünya düzeninin, despotik araçlarla ve daha sinsice özgün korku teknolojileri geliştirerek kendini bir kötülük rejimi olarak ürettiğini vurgular. Korku burada doğal bir kök duygu olmaktan çıkarılarak kötülüğün ideolojik bir aracına dönüştürülür.
Bu yeni apokaliptik düzende fatalist bir çaresizlik kapanına sıkıştırılarak veya buna icbar edilerek anonim ve tecrit edilmiş monadlar haline getirilen öznelerin, artık cesaret edip eşitlik, adalet, güvenlik talepleri ve dile getirecekleri ekonomik eşitlik çağrıları da olmayacaktır. Olsa dahi normatif olmaktan çıkarılarak takdire bağlı kılınacak ve doğrudan ideolojik/politik bir araç olarak yönetilenler üzerinde Demokles’in Kılıcı’na dönüştürülecek bir hukuk ve kolluk gücü marifetiyle yok edilecektir. Kahramanmaraş merkezli depreminin hemen ertesi gününde olduğu gibi, devlet erki kendisine karşı gelişen söylemlerin faillerinin ivedilikle ve bilahare cezalandırılacağı türde gözdağı girişimlerini, tahrif edilerek bir araca dönüştürülen bu yeni “hukuki düzenden” (!) güç alarak ilan edecektir. Tam da bu yol ve yöntemlerle depremzedeler, yaralılar ve yakınları enkazdan başlarını kaldırmadan, çığlıkları bastırılarak yüksek sesle ilanı, izahı ve tanımı yapılan/dayatılan tek bir gerçek/tek bir hakikat, tek bir olgu ve tek bir söylem karşısında hizaya sokulmak istenecektir. Adı geçen eserinde Leonidas bu durumu şöyle veczeder: “Alternatifleri olamayan bir dünyada yaşıyoruz. Tek gerçeklik sunan bir dünya bu.“ (a.g.e. s.13)
Kötülüğün akıl sır ermez saydamsızlığının ve bunun ilham verdiği, her durum, olay ve olgunun bir indirgeme girişimine hapsedilmesinin ortaya çıkardığı yeni kaygı ve korku türü de buradan kaynaklanır. Sistem, bu indirgemeler ve genellemeler yoluyla her şeyi aşırı basitleştirerek karmaşıklaştırır. Kötülüğün aşırı görünürlüğü, dolayımsızlığı onun hikmetinin muammasına dönüşür. Yine de kötülük ve şiddet bazen saf ve berrak biçimde karakterinin bütün ihtişamıyla toplum ve birey üzerinde tecrübe edilse de çoğu kez iyilik kılığına bürünerek var kılınır. Zygmunt Bauman ve Leonidas Donskis buna akışkan kötülük der ve şöyle tarif ederler durumu: “ …akışkan kötülük, iyiliğin ve sevginin görünümüne bürünür. Dahası, görünürde yaşamın nötr ve tarafsız ivmelenişi olarak sunulur; daha önce eşi görülmemiş biçimde ivmelenen yaşam ve sosyal değişim hızı, hafıza kaybı ve ahlaki amnezi doğurur. Buna ek olarak akışkan kötülük alternatifin yokluğunu ve alternatifin imkânsızlığını belirten bir kılıkta dolanır. (age. s.16) Bu akışkan kötülük ve alternatifsizlik bizim özelimizde devlet gücünü icra edenlerin ne ve nasıl yaparlarsa yapsınlar millet ve fert hayrına/iyiliğine iş yaptıkları türünde bir algı dayatması ve “tek, tek” diye sıralanan ve tek söyleme/hakikate/gerçeğe dek ilerleyen bir “tek”leştirme siyaseti olarak tecrübe ve icra edilir. Hayatlar ve hayaller de bu tekleştirme/alternatifsizleştirme kıskacında kaybolur gider. Leonidas bunu George Orwell’ın 1984’ündeki apokaliptik durumla eşitler ve tarif eder”: Hayatımız fark edilmeksizin akacak ve varlığımız hakkında hiç kimse bir şey bilmeyecektir. Ya da uzun bir zamandır tutkuyla ve tutarlı bir şekilde reddettiğiniz kelimeleri kabul etmeye ve benimsemeye zorlamak için sizi hızlı ve sessiz bir şekilde ıslah ederler.” (a.g.e. s.18)
Evet, korkunç yıkımlara, tarif edilemez acılara tanık olduğumuz Kahramanmaraş merkezli deprem sırasında ve sonrasında depremzedelere ve topluma tam da bu yaşatıldı; hayatları fark edilmeksizin aktı ve varlıkları, hakkında hiçbir şey bilinmeyecek denli kökten yok olup silindi. Üstelik bir şeyleri olduğu ve yaşandığı gibi değil de birilerinin ifade ettiği biçimde kabul etmeye zorlandılar. Belli ki bu çağın bireyi ve toplumu, yeni despotizmin fay hatları üzerinde yaşamaya zorlanacak ve varoluşları, depremin fay kırıkları kadar derinlerden yükselerek gelen sarsıntılarıyla tüm hücrelerine kadar yıkılıp enkaza çevrilmek istenecektir.
Fakat bütün bu karamsar tabloya rağmen çarenin; demokrasi maskesi altına saklanarak hayatlarımıza sızan despotik eğilimleri erkenden fark edecek bir bilinç edinmek, demokrasi bilincini mevcut tecrübeleri üzerinden sıkı bir sorgulamaya konu ederek baştan düşünmek ve güçlendirmek, yeni despotik tahakküm girişimlerinin sahneden kendiliğinden çekilmeyeceği bilinciyle, yeni direniş biçimleri üzerinde düşünmek ve en önemlisi de hep daha iyisini umut etmekten vazgeçmemek olduğunu bilelim.
Depremde hayatlarını kaybeden tüm canların devirleri daim olsun…
KAYNAKÇA
Hegel, Akıl Dediğimiz Şey, Zeplin, çev. Zerrin Duman, 2019: s. 8.
John Keane, Yeni Despotizm, İletişim, çev. İsmail Ferhat Çekem, 2021: s. 24, 25.
Zygmunt Bauman, Leonidas Donskis, Akışkan Kötülük, Ayrıntı, çev. Akın Emre Pilgir, 2022: 13.