Joker filminin kahramanı Arthur sebepsiz yere gülme hastalığından muzdaripti. Zaman ve mekan fark etmeksizin, durup dururken birden kahkahalara boğuluyordu. İnsanların tepkisini çekmemek için de hastalığını gösteren resmi bir yazıyı o anda onlara göstermek zorundaydı. Çünkü “kendi kendine gülene deli derler”di ve bu rapor “deli” olduğunu kanıtlamasa bile insanların ona kızmaması için yeterli tıbbi kanıtı sunuyordu. Çünkü insan belli bir nedenle gülerdi. Sevinçten ya da mutluluktan, komik ya da gülünç bir şey karşısında, hatta sinirden. Bir gece metroda yine böyle bir gülme krizine yakalandığı halde raporu göstermeyince, feci şekilde dayak yedi.
Peki üst düzey devlet görevlilerinin, binlerce kişinin öldüğü, binlercesinin hala enkaz altında olduğu, cesetlerin bir kefenden dahi yoksun halde toplu mezarlara gömüldüğü, hayatta kalanların çoğunun birden fazla yakınını kaybettiği, sağ kalan bebek ve çocukların öksüz ve /veya yetim kaldığı, maddi imkanı olanların altüst olan yaşamlarının gölgesinde şehri terk ettikleri, olmayanların Şubat soğuğunda bir türlü gelmeyen çadırlardan bile yoksun durumda soğuktan titredikleri, gıdaya ve giysiye azami ihtiyaç duydukları, enkaz başlarında bir umut yakınlarının canlı çıkması ya da kayıplarının ölü bedenlerine ulaşmak için keder ve endişe içinde günlerce bekledikleri, canını kurtarabilmiş hayvanların sahipsiz kaldığı bir kıyamet ortamında gülmelerinin nedeni neydi? Sevinçten ya da mutluluktan olduğunu düşünmek imkansız, çünkü böyle bir felaket karşısında gülmek için ciddi bir ruhsal hasardan muzdarip olmak gerek, ki böyle insanların üst düzey devlet işi yapmaları fiilen mümkün olmasa gerektir. Sinirden gülme halinde ise yüz ifadesine yansıyan bir gerginlik gülmeye eşlik eder; bakış ifadesiz ya da öfkeli, kaslar genellikle gergindir. Geriye komik ya da gülünç bir şey karşısında gülme ihtimali kalıyor.
Tersine, bir olgu karşısında üzülmeniz, ağlamanız, feryat etmeniz ya da öfkelenmeniz de mümkündür ve bunun için o olaya sebebiyet vermeniz gerekmez. Başka bir ifadeyle sorumlu olmadığınız bir husustan dolayı hüzünlenebilir hatta kederlenebilirsiniz. Ama ya bir de elem ve keder verici bir olaydan dolayı sorumluysanız? O zaman işin içine suçluluk ve utanç da girer ve duyduğunuz acı kat be kat artabilir. Çünkü ahlaki bir topluma göre doğar, ona göre şekillenir, ona uygun yaşamaya ve davranmaya çalışırız; başkasına zarar vermek ise ahlaki normlara göre kötüdür. O ahlak normlarını o kadar içselleştiririz ki, kimse bizi suçlamasa bile, zarar verici bir olaydan dolayı kendimizi sorumlu hissediyorsak, hiçbir teselli edici cümleyi duymayız.
Ama sorumluluk sadece ahlaki, insani ya da toplumsal bir olgu değildir, aynı zamanda hukuksal bir kavramdır. Hukuk, kimsenin, neden olduğu bir zarar karşısında üzülüp üzülmediğine, kendini suçlu hissedip hissetmediğine bakmaksızın, gayet tarafsız ya da nesnel davranır. Önce zarar veren olayın failini tespit eder, sonra failin olayda kusurlu olup olmadığını inceler, daha sonra da eğer fail kusurlu ise bu kusur ile olayın verdiği zarar arasında nedensellik bağını aramaya girişir. Bu bağı bulduğu takdirde de faili olaydan, dolayısıyla da ortaya çıkan zarardan “sorumlu” tutar. Türkiye hukuku, başta Ceza Kanunu ve Borçlar Kanunu olmak üzere sorumluluk hükümleriyle doludur. Elbette bu “sorumluluk hukuku”, yurttaşların, hak ihlallerini, devlete karşı özellikle ileri sürebileceği idare hukukunu ve buna dair yasaları da kapsar.
Yaşam hakkı da hem Anayasa ve ona uygun olması gereken yasalarla korunduğundan, bu hakkın devlet tarafından ihlali durumunda devletin yurttaşlara karşı hukuki “sorumluluğu” ortaya çıkar. Bu sorumluluk hem devletin tüzel kişiliğini hem de devlet görevlilerinin cezai yükümlülüğünü kapsar. Nispeten demokratik ülkelerde hem kamuoyu baskısı hem de yargı bağımsızlığı yoluyla devletin/yürütmenin keyfi davranışının sınırlandığı, devletin ihmallerine ya da icraatlarına karşı yaptırım uygulanması ihtimalinin neredeyse kesin olduğu, bu nedenle de devlet görevlilerinin, şahsen ahlaki yönden zayıf olsalar bile, hukuksal açıdan oldukça sorumlu davranabildikleri ortadadır. Hukuk, devlet görevlilerinin sorumluluğu açısından, onların ahlaklı, vicdanlı, empati yeteneğini haiz ya da merhametli olup olmadıkları ile ilgilenmediği için, iş ihmale ya da icraya karşı yaptırım uygulamaya geldiğinde, kimsenin “gözünün yaşına" bakmaz; istisnalar da kaideyi bozmaz. Bu nedenle de yurttaşlarının yaşam hakkını korumak zorunda olan, dolayısıyla can güvenliğinden “sorumlu” olan devletin ve onun görevlilerinin, hukuken başlarına bir şey gelmemesi için, bir deprem planı, hazırlığı ve önlemi almaları zorunlu hale gelir örneğin.
Kamuoyu baskısının eser miktarda, yargı bağımsızlığının ise hiç ortada olmadığı bir ülkenin yöneticileri ise muazzam bir serbestiye sahip olur. Dolayısıyla yukarıdaki ifadeler bir Batı güzellemesinden ziyade o devlet görevlilerini bağlayan kamuoyu baskısı ve yargı bağımsızlığı gibi halatlar ile bunlardan bağımsız serbesti ya da keyfilik arasındaki farktır.
O bağlılık ya da serbestlik, çok çeşitli şekillerde kendini gösterir. İngiltere başbakanlarının ezelden beri Downing Sokağı 10 numaradaki mütevazı dairede oturduğu halde Türkiye Cumhurbaşkanı'nın 1100 odalı külliyede ikamet etmesi ya da Hollanda başbakanının bisikletle işe gidip geldiği halde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yüzlerce lüks araca sahip olması gibi. Burada da iktidar anlayışı ya da bir devletin ve halkın iktidarı nasıl algıladığı önem kazanır. İktidar tarih boyunca Tanrı/Kral/Baba üçlemesinden müteşekkil olmuştur. Baba kralın, kral Tanrı'nın temsilcisidir, dolayısıyla iktidar alanları değişse de iktidarın özü aynı kalır. Baba aile üzerinde, kral halk üzerinde, Tanrı ise evren üzerinde hakimdir. İslam devletleri de ezelden beridir kendi sultanlarını “Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi” olarak tanımlamışlardır. Bu durumda da sultanın yurttaşı değil kulu, halkı değil tebaası vardır. Baba tüm aile üyelerinin yaşamları -Eski Yunan’da babaların çocuklarını öldürme yetkisi vardı- ve yaşamlarının niteliği hakkında karar verme yetkisine sahiptir. Tıpkı Tanrı ya da kral gibi. Batı’daki bir başbakan, Tanrı/Kral/Baba troykası çoktan imha edildiğinden, sıradan bir devlet görevlisi olarak bisikletle işe giderken, aynı üçlemenin kıskacında kalmış toplumlarda “baş”ın ve devletin külliyelerle ya da zırhlı lüks araçlarla korunması gerekir. Çünkü Yahudilikten İslamiyet'e geçmiş bir kavram olarak “sürünün çobanının” ya da kralın/babanın başına bir şey gelmesi, tüm toplumun yıkılışıyla aynı anlama gelir.
Ama sürü çobanının işi de öyle kolay değildir. Çobanlık, azami bir dikkati, sürünün başına bir şey gelmemesi için çabalamayı, hatta her bir koyunun hayatından sorumlu olmayı gerektirir. Başka bir ifadeyle her ne kadar koyun sürüsü çobana itaat etmekle yükümlü olsa da çobanın da sürüye karşı görevleri vardır. Sürünün hayatta kalması, bunun için de her bir koyunun sağlıklı olması gerekir. Aksi takdirde çoban da çoban olmaktan çıkacak, sürüsü olmadan yaşaması anlamsızlaşacaktır.
Türkiye devletine ya da iktidarına bakıldığında ise durum iki yönden tartışılabilir.
Herhangi bir konudaki kamuoyu baskısının çeşitli yol ve yöntemlerle susturulduğu ve yargı bağımsızlığının artık uzak bir hayal olduğu ortada ise, hukuksal yaptırımlarla devlet görevlilerinin depremde ziyadesiyle ihlal edilmiş yaşam hakkından ve diğer zararlardan kendilerini sorumlu hissetmemeleri olağandır. Bugüne dek depremden kaynaklanan yıkımın çok daha önce önlenmiş olması hiçbir şey yapmamış olmalarının hesabını kimse soramamıştır. Depremden sonraysa halkın her eleştirisi deftere yazılıp not edilerek, herkes tehdit edilir. Depreme iki üç gün geç müdahale edilmesi nedeniyle, yüzlerce can kurtarılabilecekken kaybın büyümesi iddiaları tartışma konusu yapılamaz, yapılsa da aksinin kanıtlanması için devletçe hiçbir çabaya girişilmeksizin sadece inkar edilir ya da kör, sağır dilsiz kalınır. Alevi yerleşimlerine daha geç müdahale edildiği ya da ortada kalmış, sahipsiz çocukların tarikat yurtlarına sevki iddialarına karşı da herhangi bir savunma yapılmaz. Hala altında canlı olabilme ihtimaline rağmen enkazlara kepçeyle dalınabilir ve devlet bu konuda da yine inkar yoluna gidebilir ya da sessizliğe bürünebilir. Çünkü devlet görevlileri çok iyi bilir ki, tüm bu gerçeklere ya da iddialara karşı sorumluluklarını tespit edip yargılayabilecek mekanizmalara, idari soruşturmalar ve yargıya, aradığımız adalete şu an ulaşılamıyordur.
İslam'ın ziyadesiyle etkisindeki bir toplum olarak devlet görevlilerinin yurttaşlarına karşı sorumluluğu konusunda yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olmayabiliriz elbette. Bunun tarihsel nedenlerini de tartışabiliriz. Bir devlet görevlisinin, görevinden dolayı yaptığı bir hata ya da ihmalden dolayı yargılanma ve cezalandırılma korkusuyla uykusunun kaçması da zordur bu ülkede. Yine de devlet görevlilerin anayasal ve yasal sorumluluklarını kendilerine hatırlatmak, bu konuda iktidarı zorlamak ve yargı bağımsızlığını sonuna kadar talep etmek zorundayız. İktidar kendini nerede görürse görsün, konumunu ister kral, ister baba, ister çoban olarak tanımlasın, bundan dolayı da kendini ne kadar sorgulanamaz ve yargılanamaz addederse addetsin, halk olarak bu tanımları geç de olsa yerle yeksan etmek ve hala bir şekilde geçerli olan anayasaya ve yargı bağımsızlığı ilkesine sıkıca sarılmak, anayasal bir hak olan yaşam hakkına aykırı davranan iktidarı meşruluktan men etmek konusunda ısrarlı olmak zorundayız.
İktidarın ve onun mensuplarının halihazır yasalara ve yaptırımlara karşı rahatlığı ve vurdumduymazlığı, hem ülke tarihi hem de kendi tarihlerine bakıldığında anlaşılabilir bir mesele olmakla birlikte, “çobanlık” meselesinde ciddi bir sorun vardır. Çünkü antropolojinin, siyasetin, dinin ve tarihin bize anlattığı bir şey vardır ki, modern, aydınlanmacı topluma ve onun demokrasisine henüz geçememiş toplumlarda kralın, babanın ve tüm bunları kapsayan “çoban”ın koruma ve gözetme yükümlülüğüne ne olmuştur? Eğer bu görev de ortadan kalkmışsa devleti/iktidarı ayakta tutan nedir? Bir devlet “çoban” olarak dahi sürüsünü koruma yükümlülüğünü yerine getirmiyorsa hala meşru mudur? Yaşam hakkını hiçe sayan ya da ortadan kaldıran bir mekanizmanın, ki temel varlık nedeni buysa, hala devlet olduğundan söz edilebilir mi?
Hal böyleyse enkaz arasında gülerek gezinen bir grup devlet görevlisinin fotoğrafına tekrar bakmak lazım. Halk aleyhine icra ve ihmallerden dolayı devletin ve devlet görevlilerinin sorumluluğu hakkında içleri rahat olduğu su götürmez bir gerçek gibi görünüyor. Anayasal meşruluk pek umurlarında değil gibi. Ama kral/baba, dolayısıyla çoban olarak dahi herhangi bir sorumluluk hissetmiyorlarsa, ilkel de olsa, başka bir meşruiyet de ortadan kalkmış demektir. Bu durumda da güldükleri şey her ne ise, devleti/iktidarı çoktan bırakmış olmanın hafifliğinin getirdiği rahatlık olabilir. Devletin ahlaklı, vicdanlı, iyi, iyiniyetli, merhametli olması beklenmez; bu, yaptıkları iş anlamında, devlet görevlileri için de geçerlidir. Ama meşru olmaları beklenir. Değil bir hukuk devletinde sıradan ama sorumlu bir görevli olmayı, bir çobanın koruma ve gözetme yükümlülüğünü bile yerine getirmeyen her iktidar ve iktidar mensubu, değil anayasal bir devlette, çobanın başat aktörlüğündeki en ilkel devlet anlayışında dahi meşruluğunu kaybeder.
O yüzden o gülenlere, neden güldüklerini sormak lazım. Halen anayasal bir devlette hesap sorulamazlığınız yüzünden mi gülüyorsunuz? Söyleyin de biz de gülelim. Ama yine de haklarını teslim etmek lazım. Sanırım kendileriyle dalga geçmeyi biliyorlar, bu iyi bir şey.