İyiliğin ve Kötülüğün Ötesinde: Yardımlaşmanın Ezici Olmayan Koşulları

Telaş, üzüntü ve öfkeyle geçiyor günlerimiz. Ölümü bu kadar çok görmek, ölmeye başlayan yaşamlara tanıklık etmek dayanılmaz bir durum. Ancak harekete geçince, mesela yardım kampanyaları etrafında bir araya gelen insanların arasında kaybolunca nefes alabiliyoruz.

Kolileri düzenlemek, giysileri ve erzakları tasniflemek ya da bebek kıyafetleriyle ilgili tereddüde düşüp birilerine danışmak tanıklık ettiğimiz dehşeti hafifletiyor sanki. Günlerdir uykusuz halde çalışan insanların azmini görmek ya da deprem bölgelerine koşup seferber olan insanların haberlerini almak da iyi geliyor.

Bunların yanında gündemimize hiç hesapsız giren başka meseleler de var. Konuşulmaya devam eden önemli tartışmalardan biri sivil toplum üzerine.[1] Bilindiği gibi hızlı biçimde refleks gösterip yardım kampanyalarını organize edenler sivil inisiyatifler oldu. İktidarsa başından itibaren buna karşı direnç gösterdi. Bu aslında daha önce başlayan bir sürecin devamı gibi de görülebilir. AKP hükümeti, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, belediye yasalarında değişiklik yapıp yetki ve gücü yerellerden alan yasal mevzuatlar çıkarmaya girişti. Diğer yandan sivil alanda kendisine muhalif kurum, oda ve derneklerin faaliyet alanlarını sürekli biçimde sınırladı. Fakat bugün gördüğümüz üzere çemberin çapı hayli genişledi: artık kendisinden olmayan her kesime uzanan sınırlara dayanıyor. Depremde yardımları bekletilen ya da engellenenler Ahbap’dan Mansur Yavaş’a kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

Bu süreci devlet ve sivil toplum karşıtlığı üzerinden okuyan bir hat var. Ben ise kamusallık ve hak anlayışı tartışmalarıyla bağ kurarak ilerleyeceğim. Bugün sivil alandaki yardım-dayanışma faaliyetleri sosyal devlet ve hak anlayışının erozyona uğradığı koşullarda gerçekleşiyor. Bunların da depremzedeler için kaçınılmaz sonuçları ve yükleri oluyor.

Konuları açarak ilerleyelim.

Depremin başından beri en can alıcı tartışma “devlet nerede?” sorusunda kilitlendi. Tartışmadaki genel eğilim devletin afet bölgesinde olmadığı noktasında birleşti. Oysa devletin tam da olduğu haliyle orada var olduğunu söyleyenler yerinde bir uyarı yaptılar[2].  Çünkü devlet “kendisi” için vardı, halk için değil.[3] Asıl kaygısı her ne pahasına olursa olsun kendini yaşatmak ve sermayesini genişletmek isteyen bir iktidar organizasyonu tamtakır biçimde mevcudiyetini sürdürüyor. Bu yapı, artık toplumsal alandan meşruiyet edinme ve rıza kazanma amacını gütmüyor. Hegemonya ve rıza evresi artık kendisini, çıplak bir baskı ve şiddet modeline bırakmış durumda. 2016’dan beri gittikçe gün yüzüne çıkan bir olgu bu. Artık toplumun genel çıkarı, nasıl yaşadığı, ne hissettiği, iktidara nasıl baktığı dikkate alınması gereken gerçeklikler değil. Bu anlamıyla,  olmayan bir devlet yok. Bir güvenlik ve sermaye devleti organize biçimde ortada duruyor.[4]

Olmayandan kast edilen ise neoliberalizm öncesindeki sosyal devlet. Tanıl Bora’nın isabetlice vurguladığı gibi halkın genel yararını gözeten bir kamu devleti.[5]

Bugün devlet organizasyon yapısı ve refleksleriyle toplumun genel yararını gözeten bir paradigmaya göre şekillenmiyor. Yani yurttaşlarına asgari yaşama güvencesi veren, genel risklere karşı sosyal güvenlik sunan; eğitim, sağlık ve barınma gibi temel ihtiyaçları toplumun her kesimine ulaştıran bir devlet şeması yok. Mevcut devlet-parti yapılanması, sermaye gruplarıyla iç içe geçtiğinden bundan bağımsız bir siyaset geliştirebilme kapasitesini de yitirmiş görünüyor.[6]

Başkanlık sistemi de kamusallığı çok hızlı bir yıkıma maruz bıraktı.  Gücün tek elde toplanıp merkezileşmesi, yetkilerin hiç kimseye sorumluluk duymayan ve hesap vermeyen tek bir bonaparta devredilmesinin vahim sonuçları depremden beri görülüyor.[7]

İkinci olarak, sürekli biçimde erozyona uğratılan “hak anlayışı” meselesi. Kendini her şeyi yapmaya muktedir gören iktidar,  toplumun geniş kesimlerine herhangi bir “hak” tanımıyor. Üstelik depremzedeler için dahi bunun olmadığını görüyoruz. Depremzedelerin hükümete öfkeyle haykırabildiği ve hesap sorabildiği en net an, ölümün sınır hali. Fakat iktidarın siyasal paradigması içinde, ölüm anında bile insanların siyasilerden hesap sormaya ve tepki göstermeye “hak”ları yok. Yetkilileri eleştiren depremzedelerin gecenin bir vaktinde göz altına alınabilmesi bunun bir sonucu.  Soma’da ölen madencilerin yakınlarına tekme atan iktidarın benzer refleksleri devam ediyor. İktidar bürokratlarıyla konuşan depremzedeler ise taleplerini ancak iki büklüm, elleri birbirine bağlı biçimde ifade edebiliyorlar. Bu patronaj ya da klientalizm ilişkilerindeki patron-hami bağını aşan bir nitelik taşıyor. Gördüğümüz daha ziyade totaliter bir güç zehirlenmesinin dayatması.

Üçüncü olarak, kamusallığın ve hak anlayışının olmadığı koşullarda, yardımlar bir alma-verme ilişkisi içinde yaşanıyor.

Hatay’dan can havliyle çıkan ve aileleri İstanbul, Ankara ya da Eskişehir’e dağılmış kadınlarla konuşurken bu meselelerin yakıcılığını anladım. Bu kadınlar ihtiyaç duydukları yardımlarla ilgili konuşurken pek rahat değillerdi. Telefonda konuştuğum Nurten Hanım (adını değiştirdim),  “bir iki kere erzak yardımı aldık ama daha fazla kimseye bir şey söylemek istemiyorum” demişti. Bir şey talep etmek ve istemek açıkça zor bir edimdi onlar için. Benzer tutumları konuştuğum ya da haberlerini aldığım diğer depremzede ailelerde de fark ettim. İhtiyaçları olduğu halde bir şeyler talep etmekte zorlanıyorlar. Çünkü karşılarında kamu kurumlarını değil, insanları görüyorlar. Hakları karşılığında gösterilen bir muameleden öte bahşedilen pratiklerin muhatapları oluyorlar.

Diğer bir şey: Nurtten Hanım yağmacılar meselesinden bahsetti ki şaşırarak dinledim. “Sürekli yağmacılar diyorlar, ama biz öyle değiliz” diyordu. O ana kadar, bunu kendilerine bükeceklerini tahmin edemezdim. Fakat sosyal medyada izlediğim başka depremzedeler de benzer açıklama çabası duymuştu. Cüneyt Özdemir’in programına bağlanan bir kadın iki gündür aç oldukları için marketlerden alınan bisküvileri yemek “zorunda” kaldıklarını söylemişti ve kendilerinin değil başkalarının aldığını belirtme ihtiyacı duymuştu.

Belli ki onlara tanınan en meşru konum mağduriyet hali. Oysa marketlerden yiyecek ya da eczanelerden ilaç alan insanların “yağmacı” olarak nitelenmesi çok açık bir şiddet barındırıyor. Üstelik bu damgalama net sınırlar çiziyor. Onlara aslında en temel yaşam hakkı kapsamındaki ihtiyaçlara dahi ulaşma haklarının olmadığını hatırlatıyor.

Bir zamanlar sol paradigma içinde yer bulan kamulaştırma mefhumu artık başka imalara sahip. Kamulaştırma bugün kentsel dönüşüm projelerinde sermaye gruplarının “el koyma” biçimi haline dönüşmüş durumda. Kamu kaynakları ve vergiler de bir şirket gibi işleyen parti-devlete aitmiş gibi muamele görüyor.

Diğer yandan neoliberal değerlerin “toplumsal” olana saldırısı söz konusu.[8]  Burada, rekabet ve güç, kişisel sorumluluk, kendi üstünde kontrol gibi değerler parlatılıyor.[9] Aynı zamanda karşılıklı bağımlılığa ve dayanışmaya olan hayati ihtiyaç da yok sayılıyor.[10] Ancak ayrıcalıklı sınıfsal bir azınlığa ait olabilecek tek, bağımsız ve güçlü olma değerleri yüceltiliyor. Böylece büyük çoğunluğun yaşam deneyimi “değersiz” kılınıyor. Alt sınıflar, kadınlar, etnik gruplar, LGBT bireyler, engelliler, çocuklar, yaşlılar başka toplumsal deneyimlerle yaşıyorlar. Karşılıklı dayanışma, yardımlaşma ve bağlılık evrimsel sürecin de temeli. Fakat bugün neoliberal değerler karşılıklı ilişkilere ve birbirimize bağlı olduğumuz gerçeğine büyük bir saldırıda bulunuyor.

Hakim olan bu siyasal-sosyal paradigmalar içinden, yardımlaşma pratikleri kaçınılmaz olarak bir alma ve verme çerçevesinde gelişiyor. Bu durum maalesef sivil alandaki deprem yardımları için de geçerli. Depremzedeler bir alma-verme ilişkisi içinde sürekli minnettar olan konuma itilmiş oluyorlar.[11]

Sol perspektifin neoliberalizm eleştirisi ve “dayanışma” paradigması, bu denklemden çıkışın arayışları olarak görülebilir. Kemal Can bu noktadaki uyarıları çok kıymetli. Can iktidarın-sermayenin menzilinde gerçekleşen ikiyüzlü “hayırseverlik” gösterileriyle, toplumsal alanda açığa çıkan somut dayanışma arasında ayrım yapıyor. Dayanışmanın ancak hayırseverlikten ötesine giderek kurucu bir enerjiye dönüşebileceğini söylüyor.[12]

Eşitsizliği verili kabul eden hayırseverlik, kendi ayrıcalığına yaslanıyor ve tam da dezavantajlı olanın konumunu sabit kılan dinamikle varlık gösteriyor. Alan hep minnet ediyor, veren hep bahşediyor. Fakat mesele tam da Demirtaş’ın vurguladığı gibi, zaten kamuya ait olanın ona bahşediliyormuş gibi yapılmasındaki ikiyüzlülük.[13]

Yanlış anlaşılmasın, depreminin ilk anından itibaren ortaya çıkan dayanışma dalgası, toplumsal alandaki yardım seferberliği müthiş bir dinamizm açığa çıkardı. Hepimizin hayati olarak ihtiyaç duyduğu bir dinamizm. İktidarın artan baskısı,  pandemi koşulları ve ekonomik kriz toplumsal alandaki atıllığı ve izolasyonu derinleştirmişti. Depremle gelişen seferberlik ise, bu ağırlıkları beklenmedik bir hızla yerinden oynattı. Bunu görmek ve yaşamak müthiş bir ihtiyaç.

Fakat yardımlaşma süreçleri ne kadar politika sahasına çekilmek istense de -hayırseverlik yerine dayanışma arasında ayrımlar yaparak örneğin- kaçınılmaz bir takım zorlukları beraberinde getiriyor. Çünkü mevcut sosyal ve siyasal yapılanma, depremzedeleri zor bir konumda tutuyor.

Kamusallığın, hak anlayışının ve topluluk değerlerinin güçlü olmadığı bir zeminde iyilik-kötülük tartışması yükseliyor. Çözüm iyiler ve kötüler arasındaki bir savaşa çevriliyor. Oysa iyilik de kötülük de toplumsaldır ve insanlar hem iyi hem kötüdür. Birileri kötülük yapmaya niyetli olsa bile yasalar, mevzuatlar ve hukuk bunu durdurabilmeli; birileri iyilikle dolup taşmasa da siyasal-sosyal sistem onları harekete geçmeye mecbur kılmalı.

Seslerini duymasak da, depremzedeler için meselenin sadece ölüm ve kayıplarla sınırlı olmadığı kesin. Yardım faaliyetlerinin gerçekleştiği koşullar da onlar üzerinde görünmez yükler oluşturuyor. Oysa karşılarında vicdanlarıyla hareket eden insanlar olmasa da insanca yaşama hakkına sahip olmalılar.


[1] Ayşe Çavdar, “Adını Koyalım: Deprem, sivil toplum ve siyaset”, Medyascope, 8 Şubat Çarşamba.

[2] Kemal Can, “Asrın Felaketi’ nin ekonomi-politiği”,  Medyascope, 13 Şubat Pazartesi.

[3] Ümit Kıvanç, “Devlet ve Deprem”, Duvar Gazetesi, 7 Şubat Salı.

[4] Dinçer Demirkent, “Erdoğan rejimi bölgede ve her yerdeydi!”, Duvar Gazetesi, 23 Şubat Perşembe.

[5] Tanıl Bora, "Nerede Bu Devlet?: Devlet Dersi ve Kamu”,  Birikim, 22 Şubat 2023.

[6] Cenk Saraçoğlu, “Bağışçı patronları neden pek kimse sevmedi?”, Duvar Gazetesi, 18 Şubat 2023.

[7] Ali Babacan ile söyleşi, “Cumhurbaşkanının sorumluluğu yıkabileceği kimse yok, yetki de sorumluluk da onda”, Duvar Gazetesi, 23 Şubat 2023.

[8] Richard Sennett (2012), Beraber, Ayrıntı Yayınları.

[9] Tronto, J. (2017) “There is an Alternative: Homines Curans and the Limits of Neoliberalism”, International Journal of Care and Caring, 1 (1): 27-43.

[10] Bakım Kolektifi (2021),  Bakım Manifestosu: Karşılıklı Bağımlılık Politikası, çev. Gülnur Acar Savran, Dipnot Yayınları.   

[11] Mürüvet Esra Yıldırım, “Veren El”in Psikopatolojisi, Birikim, 23 Şubat 2023.

[12] Kemal Can, “Toplum alkışı fazlasıyla hak ediyorsa; bu kadar kötülük neden var?”, Medyascope, 19 Şubat 2023.

[13] Selahattin Demirtaş, “Madem deprem için rahatlıkla kullanılabilecek bu kadar para vardı, ne diye on binlerce insanın ölümünü, 10 şehrin yerle bir olmasını beklediniz?”, 16 Şubat 2023, https://t24.com.tr/haber/demirtas-madem-deprem-icin-rahatlikla-kullanilabilecek-bu-kadar-para-vardi-ne-diye-on-binlerce-insanin-olumunu-10-sehrin-yerle-bir-olmasini-beklediniz,1092767