Kıyamet Koparken Fidan Dikmek?

Çizim: Aslı Alpar

Çalışarak acılardan uzaklaşabildiğimi fark ediyorum. Bugünlerde insanlar birbirine nasılsın diye sorduğunda sahiden hâl hatır mı soruyor, yoksa içindeki kötü hisleri paylaşarak azaltmak için sırasını mı bekliyor, ayırt etmek güçleşti. İkisi de meşru ve insana dair. Büyük kıyamet de küçük kıyamet de koptu. Birinci elden acıyı yaşayanlar kendini nereye vursa, nereden atsa, sussa ya da ortalığı yıksa hak. Kahrolmak kadar kahretmenin de, bela okumak kadar susmanın da birçok türünü görüyorum. Acının haberini alan bizler ise hastalandık. Halk dayanışmasının, sivil örgütlenmenin yanı sıra korkunç bir kötücüllüğün, saldırganlığın kol gezdiğine şahit olduk. Bazılarımız delirdi.

Kültür sanat alanında çalışan biri olarak işlerimin önemli bir kısmı etkileşime dayalı yayınlardan oluşuyor. Bir podcast veya video çekiyorum, yazı yazıyorum, metin çeviriyorum; şu veya bu mecrada yayına giriyorlar. Yayınlar durdu. Okuyup yazacak hâlimiz olsa paylaşıp duyuracak hâlimiz yok. Bu yazıyı enkazdan insan kurtarmayı bilmeyişimin, güç yetiremediklerimin acısıyla olduğu kadar, sözde koskoca devlet varken tek tek bizlerin bu ayıbı taşımamızın abes olduğu bilinciyle de yazıyorum.

Depremin üçüncü günü olan 8 Şubat’ta bir sergi üzerine araştırma yazısı yazmaya başladım. Aynı gün bir yakınımın anne babasının cansız bedenleri Kahramanmaraş’ta enkazdan çıkarıldı. Bir sonraki gün defnedildiler; enkaz başında yakınlarının ölüsünü çıkarmak için nöbet tutan on binlere kıyasla şanslıyız, diyerek şükrettiler. Depremin ikinci haftasında bir medya kuruluşunun stüdyosuna podcast çekmeye gittim. Serbest çalışan olduğum için kendimi eve hapsetmem işten bile değil. Metroların, metrobüslerin vızır vızır işlediğini, kanaldakilerin harıl harıl çalıştığını görünce algım çarpıldı. Sanat profesyoneli olan konuklarım podcast çekmek, sanattan konuşmak istemiyordu. Kimle konuşsam acı başına, midesine, boynuna vurmuştu. Ne kadar hakkaniyetli bir yorumdur bilmiyorum ama düşündüm ki en çok sanat işleri yapan bizlerin kahrolmaya zamanı var.[1] Muhtemelen bu kahrı en çok “öğüten” de yine biz olacağız. Bu çıkarımım son kertede siyaseten desteklemeyeceğim anlamlara çekilebilir ama kendimi engellemeden, olduğu gibi not düşmek istedim.

Artık inançlı değilim. Yine de geçen gün kıyamet koparken bile eldeki fidanı dikmeyi öğütleyen hadisten bahsederken buldum kendimi. Hatırlıyorum, Müslüman olduğum ilkgençliğimde (özellikle de en radikal düşünceleri benimsediğim çocukluğumda) İslam algıma uymayan bu hadis kafamı kurcalardı. Buluğ çağına ermeden, günah sayacı işlemeye başlamadan ölmek ve öldürmek varken neden yaşayacaktık? Hadi yaşadık diyelim, anne babaların can derdine düşüp evladını dahi tanımazdan geleceği tasvir edilen, Allah’ın şiddetli gazabının ineceği kıyamet günü niye fidan dikecektik? Aklıma her geldiğinde beni allak bullak eden etik konulardan biriydi. Bu hadis zihnimde baskın ideolojiyle beraber yer etmiş fayda etiği hesaplarına da sığmıyordu üstelik. İmanım da aklım da açmazdaydı. Geleceği olmayan bir işe verilecek emeğin ne kıymeti olabilirdi?

Toplum gözünde insan yaşamının değeri zamana göre veya başka bir deyişle yaşa göre ölçülüyor. Daha dokuz on yaşımda bunu sezisel olarak biliyordum. Koyu dindar yıllarımın çok sonrasında, dinin çelişkili kanallardan tutarsız biçimlerde tembihlediği(ni düşündüğüm) zaman ekonomisi mefhumunu aştığımı sanarken önemli bir farkındalık yaşadım. Pandemide Years and Years’ı izliyordum. Dizide yaşı ilerlemiş birinin emeklilik birikimini dişlerini yaptırmaya harcadığını gördüğümde içimde ani bir öfke yükseldi. Demek ki ilkel bilincime göre, ömür boyu çalışıp emeğiyle yaşam sürmüş ihtiyar birinin (en pahalı işlemlerden olan) diş implantını yaptırmak yerine takma dişle gezmesi gerekirdi. Neslin devamına katkı, fedakârlık, zamana ve geleceğe yatırım uğruna… Öfkemi kazıdıkça, buna fedakârlık denmesine bile içerlediğimi fark ettiğim normatif bir kökene ulaştım. Çocuk ve torunlarının önünde uzanan yaşanmamış yıllarda kullanılabilecek maddi kaynaklar pek yakında öleceğini vehmettiğim birinin dişlerine gidemezdi bana göre.

Çoktandır aksini sanıyordum ama yetişkinlik yaşantımda Türk işi propagandaların dışına çıkmayı başaramadığım (en azından) bir unsuru böylece kendi kendime keşfettim. Çocuğu şehit olduğunda vatan için bütün evlatlarını seve seve feda edeceğini söyleyen babayla[2] belki de benzer çizgideydik en derinde. Daha yeni mi fark ettin, denebilir ama psikanalizvari bir çabayla kişinin kendi duygusal kaynaklarına erişmesi kolay değil. Değer yargılarıma dair korkunç bir hisse kapıldım. Bu ülkede hayatsız olmayı norm kabul eden insanlarız. Geleceğimizi pazarlık malzemesi etmek alelade bir işlem bizler için.

Geçen sene Ankara’ya gittiğimde bir arkadaşım pandemi sürecinde çevresinde birçok kişinin “delirdiğini” söyledi. Ruh veya akıl sağlıkları bozuldu demedi, kulaklarıma inanamadım, düpedüz delirdiler dedi. Bana sorsanız, 90’lı yıllardaki çocukluğuma kıyasla çevremde delirenler azaldı; kaygı bozukluğu yaşayanlar ise radikal bir artışla çoğaldı, derdim. İrkildim. İnsanlar demek hâlâ deliriyormuş… Deprem felaketiyle ise, küçük dünyamla sınırlı gözlemlerime göre, artık yeniden delirmek var diye düşünüyorum: Kaygılar bitti, delirmekler başladı. Normalleşme sürecine girerken “Artık normal değilim,” yanıtı belki de daha büyük ölçekte böyle bir gerçekliğe tekabül ediyor.[3]

İlk sorum şuydu: Kıyamet koparken insan elindeki fidanı dikebilir mi? Sonra şu sorular geldi: An içinde tükenen zamansallığın ötesinde, yaşamlarımızın bir anlamı var mı? On binlerin can verdiğini izlerken fayda hesapları nasıl yapılıyor? Çalışmaya nasıl devam edebilirim? Fayda ürettiğim varsayımı beni ne kadar ayakta tutar? Halk olarak bütün bu felaketlerden tek tek bizim sorumlu olmadığımızı kendime defaatle hatırlatmak nereye kadar? Utanmazların utanmadan üzerimize yıktığı utancın altında ezilmek ruhumuzu yavaş yavaş çürütüyor; bunu fark etmemek imkânsız. Artık anlık bir cinnetle delirme ihtimalimiz daha yüksek. 90’larda televizyonda üzerine benzin döküp kendini yakan insanların haberi verilirdi. Böyle bir yere döndük yine.

Çocukluğum ve Years and Years aydınlanmam bir yana, oldum olası aklımı çelen fidan dikme hadisinde fayda değil de, belki kıyamete rağmen eylemi sürdürmenin teorik şifası vurgulanıyordur.[4] Geleceğimiz var mı, bilmiyoruz. Anne babasını kaybeden arkadaşımın dediği gibi, enkazı elimizle kazamayız, moloz bu. Becerilerimiz hayatta kalmak için işe yarar mı, hiç sanmıyorum. Türkiye yakın tarihinde bir yandan vatandaşın silindirle dümdüz edilerek eşitlendiği, öte yandan hak ve ödevler bakımından kimsenin eşit olmadığı (apolitizmin kuruculuğunu yitirdiği) siyaset-ötesi bir delirme eşiği olarak işaretlenebilecek birçok skandal ve felaket var.[5] Niye ve nasıl devam edelim? Apaçık ki buna, fayda etiği hesaplarıyla, yaşamın kutsallığıyla, zaman ekonomisiyle cevap verilecek safhayı çoktan geçtik. Bana göre cevap “devam etmek için”. Ölmedik diye. Bu yakıcı gerçeğin sanata ve edebiyata atfedilen fayda üretme hezeyanlarıyla perdelenmeye çalışıldığı durumlarda kalbimizin kanaması da herhalde bundan.


[1] Tabii, duyguları işlemeye, bedene dönmeye, yaratıcı düşünmeye ve üretmeye yarayan eldeki boş zamanı yarı işsizlik, mekânsızlık, güvencesizlik ve sigortasızlık konuları ile beraber düşünmek gerekir.

[2] Örneklerden sadece biri. https://www.yeniakit.com.tr/haber/sehit-binbasinin-emekli-bascavus-babasi-rustu-akkus-butun-cocuklarim-vatana-feda-olsun-850540.html (Erişim Tarihi: 23 Şubat 2023)

[3] Aslı Alpar’ın çizimi. https://www.instagram.com/p/Co4LLMCIDCn/?igshid=YmMyMTA2M2Y%3D (Erişim Tarihi: 24 Şubat 2023)

[4] İslam-ötesi bu yorumuma göre, kıyamete rağmenlik ölümü ve yok oluşu hiçleştiriyor; radikal faydayı ortadan kaldırıyor.

[5] Hatta şu günlerde Twitter’da çocukluğunu 90’larda yaşamış kişiler yıl yıl yaşadıkları felaketleri sıralayarak AKP iktidarında büyümenin önceki nesillere kıyasla ne büyük şanssızlık olduğunu öne sürüyor. Tarihsel bir yanlışa veya bilmezliğe dayanan bu okuma apolitizmin kuruculuğunu yitirdiği siyaset-ötesi bir zamanda eser miktarda sahidenlik taşıyor.