Amin Maalouf, Doğu’dan Uzakta adlı eserinde şöyle der;
“Bir insanın terk ettiği yurduna karşı olan duyguları asla basite alınamaz. Gidilmişse, reddettiğiniz şeyler -baskı, can güvenliği yokluğu, yoksulluk, gelecek endişesi- olduğu içindir. Ama bu reddediş sıklıkla bir suçluluk duygusuyla at başı gider. Terk ettiğiniz için kendinizi suçladığınız yakınlarınız, içinde büyüdüğünüz bir ev, nice nice hoş anılarınız vardır.”
Sonra dönüp kendimize baktım, bizim anılarımız da evlerimiz de yıkılmıştı.
6-7 Şubat ve devamında süregelen depremler Maalouf’un da değindiği gibi can güvenliği sorunu, yoksulluk, gelecek endişesi ve daha nicesi olarak sıralanabilecek olumsuz koşullar binlerce insanı yerinden etti. Memleketin büyük bir cenaze evine döndüğü bu süreçte birçok soru sorduk, adaletsizlik, yolsuzluk gördük, haberin türlü türlüsünü; yalan haberi / acı haberi, “mucize” olarak adledilen haberleri ve hatta haberlerin kesintisi gibi binlerce alt başlığı gün gün tecrübe ettik. Zaten uzun bir süredir geri dönüş göçleri üzerine çalışıyordum. Dolayısıyla haberleri takip ederken, afet bölgesi dışına yapılan göçleri gördükçe hem bunun son derece doğal olduğunu biliyordum hem de içimde durdurulamaz bir soru havuzu doluyordu: Şimdi ne olacak? Herkesin düzeni bozuldu, insanlar memleketlerinden oldular. Bu koskoca hafızaya ne olacak? Bu insanlar nasıl yaşayacaklar? Evlerine geri dönecekler mi?
Bana umut veren her şeye rağmen duvar yazılarıydı.
Siyasetin kendince bir çıkış yolu arayarak ortaya attığı aceleci “bir yıllık plan” ve “toplu konutlar”, bilim insanlarının bu çözümlere getirdiği eleştiriler, halkın ortada kalmışlığı… Bu her yerde böyle mi oluyordu? Terk edilmişliğe dair çözümler dünyanın her yerinde bir yıllık plana sıkıştırılmış toplu konutların sırtında mı yükselir?
Lefebvre, toplu konutları “sahte” olarak değerlendirir ve şöyle der:
“Modernite mekânının belirgin özellikleri vardır: homojenlik -parçalılık- hiyerarşiklik. Bu mekân çeşitli nedenlerle homojenliğe yönelir: Elementlerin ve malzemenin imalatı; müdahillerin benzeşen gereklilikleri; yönetim ve denetim, gözetim ve iletişim yöntemleri. Plansız, projesiz homojenlik sahte konutlar, ki aslında bunlar toplumsal izolasyondur. Çünkü paradoksal olarak, bu homojen olması için planlanan mekân parçalanır: paylara, parsellere ayrılır. Kırıntılara dönüşür. Bu da gettolar, yalıtılmış alanlar, mahalle grupları, etrafla ve çeşitli merkezlerle doğru düzgün birleşmemiş sözde-topluluklar üretir.”[1]
Mesela, Antakya’yı düşünelim, mesela Gaziantep’i… Mesela Elbistan’ı ya da Adıyaman’ı… Toplu konutlar, üstelik bilim insanlarının acele ile yapılmamasını önerdiği konutlar, depremzedelerin geri dönüşündeki temel motivasyon mudur? Maraş’ın köylerindeki Ali Amca, Urfa’daki Zeliha Teyze, Islahiye’deki yaşıtım Zeynep için toplu konut ne ifade eder? Affan’da akşam üstü acı kahvesini içen kardeşim Mişel, toplu konutta yaşamak ister mi? Lefebvre’nin de dediği gibi, doğru düzgün birleşmemiş sözde-topluluklar "Anadolu'muzun" hayatına uygun mudur? “Çok renkli bir mozaik” temasıyla romantikleştirilen Anadolu, çocuklarının geri dönmesi için toplu evlere ihtiyaç duyar mı?
Bana umut veren, her şeye rağmen duvar yazılarıydı.
2004 yılında Hint Okyanusu'nda gerçekleşen depremden sonra bir de tsunami yaşanmıştı. Sri Lanka’nın kıyı kentleri etkilenen bölgelerdendi. Geçici olarak göç ettikleri bölgelerden evlerine dönmek isteyen halkın temel ihtiyacı büyük oranda ekonomik temelli gereksinimleriydi. Fakat hükümet ısrarla bu konuda somut adımlar atmıyordu. Bölgenin afetten önceki sosyal ilişkilerini, halkın komşuluk bağlarını hesaba katmadan hükümetin yaptığı yeni şehir planı bölge halkı ile uyum gösteremediği için halkın büyük oranı evine geri dönmeyi tercih etmemişti. Üstelik Sri Lanka’da yerel ve merkezi yönetim mekanizmaları arasındaki iletişim problemliydi ve bu durum yönetim mekanizmasının çarklarının dönmesine engeldi. Sri Lanka merkez yönetiminin kendini baskı altında hissetmesiyle acele davrandığı ve gerçek hayat ile bağdaşmayan kararlar alması lehine olmamıştı. Öyle ki yeni düzenin denetimini sağlayacak, bölge halkıyla iletişim kuracak bir mekanizma bile kurmamışlardı, bu da halkın evine dönmesine engel olmuştu. Manatunge ve Abeysinghe afetten sonra yerlilerin evlerine dönmeme sebeplerini şu şekilde sıralamışlardı: “afet bölgesi plansızlığı, yerel-merkezi yönetim iletişimsizliği, efektif çözümler bulunamaması ve tutarsız düzenlemeler.” [2] Böylece, bir afetten sonra geriye dönüş göçünün hangi şartlarda gerçekleşemediğini tüm dünya tecrübe etmişti. Halkın gerçek ihtiyaçlarının muhatap alınmadığı, finansal, sosyal ve mekânsal taleplerinin dinlenmediği bir ortamda halk neden evine dönerdi ki?
Bana yine de umut veren, her şeye rağmen duvar yazılarıydı.
2011 yılında depremden sonra yaşanan Fukushima Nükleer Felaketi’nden sonra Sato bölgeye giderek köylülerle görüştüğü çalışmasında şöyle diyor: “…Göçmenlerin çeşitli sorunları var ancak otoriter yönetim bunu anlamıyor. Bölgede hızla sanayileşme olmuş dolayısıyla hızlı gelişmiş bir şehirleşme gözlemlemek mümkün. Fakat halkın lokal otonomiye bakışı olumlu değil, eve dönüşler de görece az…”[3] Halkın afetten önceki yaşadığı toplum ve bağ kurdukları mekân anlayışları, anlaşılıyor ki otoriter yönetimin “mekânın yeniden üretimi”nde rol oynamamış. Bu sebeple hem otoriteye karşı bakışlar değişmiş hem de halk evine dönmeyi tercih etmemiş. Sonra düşünüyorum, biz neden önümüzde yaşanmış bu örneklere bakarak ders çıkarmıyoruz? Neden mekânın doğasına aykırı, fenni ve beşeri bilimlerin tümünün dışında bir evren kurmakta bunca ısrarcıyız?
Bana umut veren, her şeye rağmen duvar yazılarıydı.
[1] Lefebvre, H. (1991). The production of space. Blackwell.
[2] Manatunge, J. M. A., & Abeysinghe, U. (2017). Factors affecting the satisfaction of post-disaster resettlers in the long term: A case study on the resettlement sites of tsunami-affected communities in Sri Lanka. Journal of Asian Development, 3(1), 94-124.
[3] Sato, A. (2017). The structure of problems surrounding the Fukushima Nuclear Accident evacuees. Journal of Asian Development, 3(1), 12-22. http://dx.doi.org/10.5296/jad.v3i1.10581