Deprem ve Kumdan Betona: Rıfat Ilgaz’ın anısına

“Elim birine değsin,[1]

Isıtayım üşüdüyse.

Boşa gitmesin son sıcaklığım!”[2]

Canımız yanıyor... Elden gelen yapılıyor, önümüzdeki haftalarda, aylarda daha da fazlasını yapacağız, yapmalıyız. Yine de insan İstanbul’un öyle aman aman sert olmayan kışında evinin kapısından içeri girdiğinde, azıcık ısındığında dahi berbat hissediyor, bir yudum çay, bir lokma ekmek boğazımıza düğümleniyor.

Aklı erenlerimiz uzmanlıklarına göre Türkiye’nin irili-ufaklı, canlı-faal olmayan faylar üzerine kurulmuş bir deprem ülkesi olduğunu, tarım ya da endüstri veya teknoloji örneklerinde olduğu gibi inşaatı temel alarak bir iktisadi model oluşturulamayacağını, “Şefaat ya Resulallah” prensibinden “İnşaat ya Resulallah”a geçişin hayır getirmeyeceğini çok söylediler ya, ne çare!

Aslında, bir hafta on gündür değil yazmaya, okumaya da, konuşmaya da mecalim yok, pek niyetim de dürüstçesi, ama kısaca Rıfat Hoca rahmet istedi diyelim.

Rıfat Ilgaz’ı çok severim. Kendisiyle ilk kez bir çocuk kitabı olan, şu üç-beş satırda da mevzu edeceğim Kumdan Betona ile tanışmıştım, sonrasında bir hayli okudum tabii (Gerçi, bir nebze Küçük Prens’i andırır tarzda, Kumdan Betona ne kadar çocuk kitabıdır tartışılır: bu yazıyı kaleme almak üzere masaya oturmadan önce arada yıllar ve yıllar geçtiğinden bir hataya düşmemek için kitabı neredeyse yarım yüzyıl sonra tekrar elime aldığımda doğal olarak farklı bir gözle, ancak ciddi bir heyecan, büyük bir zevkle okuduğumu belirtmeliyim).[3] Bir yandan, ilkokulu 1970’lerin gergin siyasi ortamında sürgün bir ailenin çocuğu olarak Kastamonu’da bitirdiğim için, benim de bildiğim kimi yerleri, bazı olayları  anlattığından “hemşehri” de sayarım Cideli Rıfat Bey’i belli ölçüde. 12 Eylül sonrasında henüz ortaokula başlamıştım, duyunca çocuk aklımla anlamamıştım o gözlerinin içi gülen, insana iyi şeyler çağrıştıran, ak saçlı 70’lik amcanın evinin niye komandolarca sarıldığını, kendisini herkesin tanıdığı, doğduğu, çocukluğunu geçirdiği Cide’nin çarşısının ortasından ne sebeple elleri kelepçeli halde yürütülerek gözaltına alındığını. Ne yapmıştı ki Rıfat Hoca?[4] Sonra tarih, edebiyat, felsefe, siyaset bilimi, sosyoloji okudum, biraz anladım.

Kitaba, Kumdan Betona’ya dönersek... Necat Öztürk adında, Cideli bir köy çocuğunun hikayesidir Kumdan Betona. Herhangi bir yerde “Gerçek bir yaşam öyküsüdür” ya da “Metindeki kişiler, olaylar hayal mahsulüdür” tarzı bir not düşmez Rıfat Ilgaz, ancak Cide’de bu isimde bir inşaat mühendisinin yaşadığını, hatta yazarın evini inşa etmeye başladığını, kitapta geçtiği gibi Cide’nin Abdulkadir diye bir köyünün olduğunu biliyoruz mesela. Öztürk’e yardımcı olan genç kaymakam Sudi Bey de yazarımızın anılarında, Kırk Yıl Önce, Kırk Yıl Sonra’da sözünü ettiği kaymakam Sudi Kocaimamoğlu’dur muhtemelen.

Bir dağ köyünde doğar, büyür Necat Öztürk, ilkokulu orada bitirir. Okumaya meraklıdır, fakat ne yazık ki daha ötesi mümkün gözükmemektedir, çünkü köydeki ilkokul dahi onların deniz kıyısından dağ köyüne sırtlarında tenekelerle taşıdıkları kumlarla, öğretmenlerinin duvarcı ustası gibi çalışmasıyla yapılmıştır (Kitaba adını veren de bu olgudur). Bir ara Gölköy’de köylüler için bir okul açıldığını duyunca ümitlenir gibi olur, anlaşıldığı kadarıyla bu okul bir köy enstitüsüdür, “Yani öğretmen olmak istiyordun?” der yazar, “Ne öğretmeni? Oranın öğretmen yetiştirdiğini kim biliyordu ki? Ben okumak istiyordum, ne olursa okumak” diye yanıtlar Necat Öztürk.

Bu işlerden anladığını düşündüğü bir köylüsüyle, iki gözü kör Patağın Ali Emmi’siyle yola düşer küçük çocuk. Başöğretmenle konuştuklarında sınavların çoktan yapıldığını öğrenirler, hem de yaşlı adamı çocuğun dedesi sanan başöğretmen çocuk okumaya giderse, köyde olmazsa görmeyen haliyle ne yapacağını sorar. Ali Emmi hiç bozmaz, “Varsın Necat’ım okusun da, ben bir köşede otursam da olur” der. Yine de yapacak birşey yoktur, kös kös dönerler geri; Necat’ın ifadesiyle bir o değildir ki okulsuz kalan bu dağ başında.[5]

Okumaya ister istemez küsen Necat bir süre sonra Zonguldak’a, İstanbul’a çalışmaya giden kimi yaşıtlarına özenir. Niyetinin ciddi olduğunu sezen babası boyacı ustası bir asker arkadaşının yanına katar onu, Zonguldak’a yollar. Çalışkan olduğu, sebatkar olduğu, galiba biraz da hayata karşı hırslandığı için kısa zamanda iyi bir boyacı olur kahramanımız, tesadüfen bir gün boyadıkları, yapısı her zamankilere benzemeyen binanın bir meslek okulu olduğunu öğrenir ve oraya sınavla girmesinin de ihtimal dahilinde olabileceğini.

Tabii ki tüm kitabı anlatmayacağım: gerisi biraz talih, çokça iyi insanların karşılıksız, hesapsız desteği ve deli gibi emek harcamaktır. O okula girer Necat, ustaları haftasonları ve tatillerde onlarla çalışması, illa da derslerinde başarılı olması şartıyla onu barındırmaya, beslemeye devam ederler, velisi/ikinci babası okulun hademesidir... Başarılı olur, başarılı olmaya da mecburdur; üstün dereceyle mezun olunca devamında İstanbul’a geçer, Tekniker Okulu’nu, arkasından Yüksek Makine Tekniker Okulu’nu bitirir, son durağı da inşaat mühendisliğidir.[6] Tüm bunları da sürekli çalışarak, çok çalışarak, gündüzleri çalışıp geceleri okuyarak gerçekleştirir. Artık teknik eleman olarak da çalışabilmektedir, ancak sıkıştığında başvurduğu, genelde de daha fazla para kazanmasını sağlayan altın bileziği, zanaatı boyacı ustalığıdır.

Rıfat Ilgaz’ın kağıda döktüğü arkadaşı Necat Öztürk’ün yaşam deneyimi büyük bir okuma aşkı, azim, gayret öyküsüdür şüphesiz. Ancak, kitabın küçük yaşımda bende çok yer eden, yuvarlak hesap elli yıl sonra dahi aklımda kalan bir kısmı ile bitireyim.

Hayatını artık az-çok düzene koyan genç inşaat mühendisi evlenmeyi düşünür, lakin bir evi yoktur. Bir arkadaşının akıl vermesiyle bir yapı kooperatifi kurar, diğer kooperatif üyelerinin güvenini kazandığı ve mühendis kimliği itibarıyla işten de anladığı için kooperatif başkanı seçilir. Ötekilerin ısrarıyla tercih edilen müteahhiti doğrusu pek gözü tutmaz, o yüzden dikkatle izlemeye karar verir, zamanla sezgilerinde de yanılmadığını görür: müteahhit demirden çalmakta, demiri eksik bağlatıp harcı el çabukluğuyla dökmeye çalışmaktadır. İtiraz edince rüşvet teklif eder genç mühendise, bina tepemize yıkılır deyince de onun dairesini en sağlam, en lüks malzeme ile yapmayı önerir. Necat Öztürk üzerine yürür, “Beni ne sanıyorsun sen! Bana güvenip de işin başına geçirenlere kötülük yapacağımı mı sanıyorsun? Hemen sök şu demirleri, yeniden bağla!” diye kükreyerek demirleri söktürür, inşaat bitene kadar, her ayrıntı olması gerektiği gibi olana kadar da bir daha gözünü ayırmaz üzerinden.

Artık teslimat yakındır, bir gece boyacı tulumunu çeker, takımlarını alır, sabaha kadar kendi dairesini gönlünce, Zonguldak’tan beri sevdiği renkte boyar Necat. Bir sonraki gün karşılaştıklarında şaşkınlık içindedir müteahhit, bu tertemiz işi kime yaptırdığını sorar. Kendisinin yaptığını söylediğinde de inanmaz, o zaman fırça çekmekten nasır bağlamış ellerini açar Necat, “Var mı senin avuçlarında böyle nasır?” der, “Sekiz yıl, günde on saatten otuz bin saat fırça salladım! İşte bu yüzden verdiğin rüşvete yanaşmadım. Gerekirse otuz bin saat daha fırça sallarım, şuna buna el açmamak için!”

Hafızam beni yanıltmıyorsa, yıllar önce bir yazısında Ece Temelkuran insanları çocukken Küçük Kara Balık’ı okuyan çocuklar ve Küçük Kara Balık’ı okumayan çocuklar olarak ikiye ayırmıştı. Tabii ki, Temelkuran’ınki bilinçli olarak tek bir örneğe vurgu yapan genel bir yargıydı. Diyeceğim, çocuklarımıza içinde açlık, yoksulluk, savaş, dert-tasa barındırmayan steril, “hijyenik” kitaplar okutalım, iyidir, nasılsa büyüdükçe hepsini öğrenmek için bol bol zamanları olacak; kahramanlarının paralel evrenlerde uçtuğu, kaçtığı, kıçından-başından ışınlar saçtığı kitaplar da eğlendirir, hoşça vakit geçirtir şüphesiz. Ama Rıfat Ilgaz’ı, Aziz Nesin’i, Sabahattin Ali’yi, Ahmed Arif’i ve Türkiye’deki ve dünyadaki benzerlerini de okutmayı ihmal etmeyelim. Okusunlar ki, iyinin, güzelin, doğrunun yanısıra hırsızı, arsızı, yolsuzu, engereği-çiyanı da öğrensinler. Daha mutlu bir hayatları mı olur, hayli şüpheli, daha zor bir hayatları mı olur, o sanki garanti gibi, fakat daha anlamlı bir hayatları olur bir ihtimal...

***

Eğitim, bir kriz anında en önce gözden çıkardığımız her nedense. Meraklısına, okuyacağa, okutacağa ellisini dönmüş bir adamdan 40-45 yıldır aklında, yüreğinde tuttuğu çocuk kitaplarından mütevazı bir seçki: Nazım Hikmet, Yel Üfürdü Su Götürdü; Samed Behrengi, Püsküllü Deve; Aziz Nesin, Uyusana Tosunum; André Maurois, Şişkolarla Sıskalar; Erich Kästner, Açıkgöz Budalalar; İhmal Amca (Vartan İhmalyan), Şeytan Uçurtması; Mehmet Önder, Çocuklara Mevlana’dan Hikayeler; José Mauro de Vasconcelos, Şeker Portakalı; William Saroyan, Özel Ulak; Ferenc Molnár, Pal Sokağı Çocukları; Erdal Öz, Dedem Korkut Öyküleri; Henry Treece, Vikingler; Janusz Korczak, Çocuk Kral; Işıl Özgentürk, Kuş Ne Yana Öter?


[1] Yanısıra, yakınlarda yitirdiğimiz Aydın Ilgaz’ın anısına. Bambaşka bir kariyeri olmasına rağmen –mühendisti, uzun yıllar THY’de çalışmıştı Aydın Bey-, o kariyere esas olarak babasının kitaplarına sahip çıkmak için nokta koyan hayırlı bir evlat, 12 Eylül öncesinin korkulu günlerinde Rıfat Ilgaz’ın Cide’deki evinin üstelik tarih verilerek kurşunlanacağı söylendiğinde o akşam babasıyla balkonda Karadeniz’e karşı rakı içen yürekli bir oğuldu.

[2] Sonraki dönemlerde romancılığının ve kısa hikayelerinin, hasseten sinema uyarlamasından hiç mi hiç memnun olmadığı Hababam Sınıfı’nın geri plana attığı bir yönüdür şair kimliği Rıfat Ilgaz’ın, ancak Attila İlhan’ın “fedailer mangası” olarak isimlendirdiği 1940 edebiyatçılar kuşağının en önemli şairlerinden biridir, Nazım Hikmet’in Orhan Veli’ye örnek göstereceği derecede. Bu dizeler ise ölümünden önce yazdığı –denilir ki, birkaç gün önce Sivas’ta, Madımak otelinde dostlarının yakılmasını kaldıramamıştır yorgun yüreği- son şiiridir.

[3] İlk olarak 1976’da yayımlanan bu yapıtın şu an elimde olan nüshasının 2021 tarihli 27. baskı olmasından ayrıca mutluluk duydum. Vaktiyle benim okuduğum herhalde o birinci basımdı; söylemeye gerek var mı, çoktan hediye ettim onu sevimli bir küçüğüme, o zamandan bu zamana da bıkmadan, yorulmadan özellikle çocuk yetiştiren dosta-akrabaya gâh hediye ettim, gâh tavsiye ettim Kumdan Betona’yı.

[4] 1911 doğumlu Rıfat Ilgaz –bir konuşmasında pekçok kuşakdaşını andırır biçimde bu tarihin 1910 olabileceğini de ifade eder- 1947’de üç yıl önce yayımladığı Sınıf adlı şiir kitabı sebebiyle hapse düşer, çok sevdiği öğretmenlikten de dönmemek üzere uzaklaştırılır (Karartma Geceleri, romanın kahramanı Mustafa Ural’ın yaşadıkları esas itibarıyla bu dönemin izdüşümüdür). Kararı verenlerin düşünemediği şudur ki, bazılarının elinden mesleğini alabilirsiniz, açlığa mahkum edebilirsiniz, hapse atabilirsiniz, fakat hocalık vasfını almanız mümkün değildir. Anı kitabı Kırk Yıl Önce, Kırk Yıl Sonra’da dile getirir: onu gözaltına alan askerler arasında bile kitaplarını okuyanlar, bu sebepten saygısını, sevgisini esirgemeyenler vardır. Rıfat Hoca 1993’te dünya üzerindeki yolculuğuna nihayet verdi, lakin  işte bugün ilk günkü gibi capcanlı, tazecik, ölümsüz, ya onu, yazdıklarını mahkum edenler neredeler?

[5] Dedem ve Anneannem Cumhuriyet’in ilk kuşak öğretmenlerindendi, hatta dedem sıklıkla asker sanılan, ama aslında yedey subay öğretmen olan Mustafa Kubilay’ın okul arkadaşıydı. Dedemin, çoğunluğun eğitime devam etmesinin bir hayal olmasından dolayı, o yılların ilkokul mezuniyetlerine dair “Bu Anadolu bir mezardır, her senenin sonunda binlerce çocuğu gömeriz” dediğini hatırlarım. Ondan bir diğer hatıram da, tek tipleştirme gerekçesiyle siyah okul önlüklerini eleştirenlere yönelik itirazıdır: “O siyah önlük en azından eşitsizliği bir süreliğine, daha çocukken, örselenmeye en açıkken örter”.

[6] Bu safhalar bugünün okuru için biraz kafa karıştırıcı olabilir: meslek lisesinden inşaat mühendisliğine giden bir yol diye özetleyebiliriz sanırım.