“… çevrelerinde algıladıkları adaletsizlikle tamamen tecrit edilmiş kadın ve erkeklerin sesi, siyasi zorunlulukla birlikte sadakati ve bağlılığı aşındırabilir. Yüzyılımızda “iç sürgün” olarak adlandırılan bu durum, saf vicdan argümanında ifade edilir ve onu haklı çıkarır.”[1]
Doğduğunuz, büyüdüğünüz, ana dilini bildiğiniz, hayatınızı kurduğunuz, yaşamınızı sürdürdüğünüz ve her türlü adaletsizlik, haksızlık, eşitsizlik ve giderek artan otoriterlik karşısında dahi terk etmediğiniz, terk edemediğiniz veya terk etmeyi tercih etmediğiniz ama mevcut rejimin hemen hemen tüm siyasi, kültürel ve sosyal politikaları karşısında giderek çaresizleşip, umutsuzlaşıp fiziksel olarak terk etmediğiniz ülkenin artık sizin ülkeniz olmadığını düşünerek zihinsel ve duygusal bir pratik olarak “yabancı” gibi hissetme deneyimi kendi ülkende sürgün olmak olabilir mi? Evet, ben öyle düşünüyorum.
Bu yazıda sürgün gibi ağır bir deneyimi tanımı gereği bizzat yerinden yurdundan edilmek suretiyle tecrübe edenlerin haklarını teslim ederek ve saygı duyarak mevcut rejimde Türkiye vatandaşı olarak ülkeyi terk etmeden iç sürgün deneyimini yaşamanın bir tartışmasını sunmak istiyorum. Bu doğrultuda yazının ileriki bölümlerinde II. Dünya Savaşı yıllarında Yahudi olmaları nedeniyle sürgünü deneyimleyen ve bu deneyimi çok değerli teorilere dönüştüren Alman ekonomist Albert Hirschman ve Letonyalı filozof Judith N. Shklar’dan alıntılar yapacağım.
Yıllar önce postkolonyal entelektüeller üzerine araştırma yürütürken eserlerde ortaya çıkan ortak bir diskur vardı. Eserlerine başvurduğum Said, Rushdie, Spivak, Kureishi, Homi Bhabha gibi postkolonyal yazarlar kendi yaşamlarını ve gene kendileri gibi kolonyal geçmişten gelen kişilerin kimlik inşası deneyimini betimlerken çocukluk ve gençliklerini iki kimlik arasında bölünmüşlük ve “arada kalmışlık” olarak tanımlıyorlardı. Aslında vurguladıkları çoğunlukla yersizlik, yurtsuzluk romantizmiyle bir tür kozmopolitan, seküler vatandaş deneyimi oluyordu. O dönemki çalışmamda argüman olarak merkeze koyduğum ve bahsi geçen yazarlarla örneklendirdiğim entelektüellerin kolonyal geçmişin ağır deneyimini kitaplara ve makalelere dönüştürürken tartıştıkları ve anlattıkları toplulukların gerçeklerinden kopuk, imtiyazlı ve refah içerisinde bir pozisyondan eleştirisini yapıyor olmalarıydı. Velakin deneyimledikleri kimlik çatışması benim kişisel kimlik kurma deneyimimde karşılık buldu, tecrübelerini betimlerken kullandıkları örnekler, tanımlamalar ve deneyimler doğup büyüdüğüm toplumda orta sınıf ve imtiyazlı bir birey olarak yaşamayı sürdürürken beklenenin aksine huzursuzluğumu, tekinsizlik duygumu, aidiyetsizlik hissimi derinleştirdi. Ortaya çıkan bu kopuk kimlik hali toplumla kurduğum ilişkinin bir sonucu olmaktan ziyade kurumsal siyasetin ve devlet mekanizmalarının bu coğrafyadaki kendini var etme biçiminin demokratik olduğunun iddia edilmesine karşı bulduğu güçlü desteğe karşı mesafeli ve eleştirel bir karşılıktı.
Türkiye vatandaşı olarak doğmuş, eğitimini burada iyi okullarda sürdürmüş, yaşamını, düzenini burada kurmuş biri olarak süregelen devlet politikalarını, derinleşen ayrımcılığı, fırsat eşitsizliğini, yoksulluğu, adaletsizliği, artan popülerizmi göz önünde bulundurduğumda ve seçenekleri gözden geçirdiğimde politik olarak beni temsil eden bir örgüt ya da parti bulamadığım için Gezi direnişine kadar bir resmi ya da değil bir örgütlenme faaliyetine katılamadım. Bu meseleleri konuşup, paylaşıp sonra da evlere dağıldığımız “entelektüel” bir arkadaş grubum vardı o kadar. Kolonyal geçmişe sahip olmadan deneyimlediğim kolonyal kimlik sendromuna bağlı kimlik çatışması Gezi direnişi aracılığıyla ortaya çıkan güçlü ve ses getiren sivil itaatsizlikle beraber başka bir hal aldı çünkü bu sefer çok büyük bir kalabalıkla beraber öfkelenmiştik, etrafımdaki hemen hemen herkes çok öfkeliydi ve bunu sokakta göstermek için çok heyecanlıydı. Bu ayaklanmadan ortaya çıkacak her neyse hayalimdekine yakın olacak diye hissetmek ve birkaç yıl onun için çabalamak çok iyi hissettirmişti. Rejim tarafından dışlanmış ve hedef gösterilmiş birçok grupla ortak çalışma yapma fırsatı bulmak her şeyi anlamlı kılıyordu çünkü ben Türkiye Cumhuriyeti devletinin makbul öteki olarak belirlediği, Kürt, Ermeni, Alevi, gayrimüslim gibi kimliklerinden kadın olmak hariç hiçbirini taşımadığım için öteki olanların şeridini de işgal etmeden, “beyaz Türk” de olmayıp ama kaçınılmaz olarak eninde sonunda beyaz Türklükle yaftalanacak olan muhalif, özgürlükçü ve eşitlikçi bir birey olma çabamı meşrulaştırmış gibi hissediyordum. İşin kısası çok uzun süredir ilk defa bu umut ülkede olmamı ve olmaya devam etmemi anlamlı ve katlanılır kılıyordu.
Gezi direnişinde ortaya çıkan kolektif direniş ve öfkeye yaptığım göndermenin ülkece içinden geçtiğimiz felaketin ortaya çıkardığı kolektif öfke ile bağlantısına döneceğim ama bu noktada yukarıda da bahsettiğim üzere Albert Hirschman’ın kendi sürgün deneyimi üzerine yürüttüğü tartışmadan faydalanmanın yazacaklarımı daha anlaşılır kılacağını düşünüyorum. Hirschman Yahudi bir ailenin oğlu olarak eğitiminin ilk yıllarını Berlin’de Collège Français’de tamamlar ve sonrasında Berlin Üniversitesi’nde okuyabildiği tek dönem boyunca sosyal demokrat öğrenci hareketinin (SAJ) aktif bir üyesi olur. Hitler’in tüm muhalif hareketleri baskı yoluyla bertaraf edip anayasal olmayan yollarla iktidarı ele geçirdiği 1933’te giderek artan tutuklanmalar ve yükselen politik terör devam ederken bir de babasını kaybedince, 18 yaşına girmesine çok az kala ülkeden ayrılıp Paris’e gitmeye karar verir. Önce Fransa ve ardından Amerika’ya göç ettiği bu ülkeden ayrılma, kendi deyimiyle “terk etme” (exit) hikayesi Hirschman’ın geri kalan tüm kişisel, profesyonel ve akademik hikayesine de nüfuz eder,[2] aslen bir ekomomi politik kitabı olan “Exit, Voice, and Loyalty-Terk Etme, Sesini Yükseltme ve Sadakat” göç, sürgün, toplumsal kurumlar hatta insan davranışları retoriğinin başlıca kitaplarından biri haline gelir.
Hirschman terk etme (exit) kavramını vatanseverlik ve ülkeye sadakat bağlamında değerlendirir. Bu nedenle de Hirschman’ın ustalıkla gizlediği bir suçluluk duygusu olduğunu öner sürer kendi ailesi de Almanya’yı terk etmiş bir yahudi olan Judith Shklar. “İşkence korkusu hepimizi potansiyel haine dönüştürmüştü” der ve ekler “ama aynı zamanda da bu nedenle bizi mazur gösterdi çünkü tehlike kendimize ve ailemize dikkat etmemizi gerektirdi.”[3] Bu yorumu Gezi direnişi sonrasından başlayarak, giderek otoriterleşen rejimin baskıcı politikaları sonucu her muhalif sesin çeşitli biçimlerde şiddetle bastırılması neticesinde korkunun her yere nüfuz ettiği bir vatandaşlık deneyimiyle beraber düşünürken bir de şimdi 6 Şubat 2023’ü milat alarak sahipsizlik, çaresizlik ve öfke duygularıyla yankılanan “devlet nerede?” diskurunun bir karşılığı olarak da yorumladığımda yaşadıkları rejimin hukuksuz, ayrımcı, baskıcı ve keyfi devlet yönetimine bağlı olarak hayatta kalma mücadelesi veren insanların terk etmeden/edemeden hesap sormasını, eğer tercih ederse de devlete sırt dönmesini meşrulaştıran nedenlerin sonunun gelmediğini görüyoruz. Bu korkunç felaketi yaşayan veyahut hemen arkasından bölgeye giden onlarca insan Hatay’a, Samandağ’a, Antakya’ya günlerce yardım gitmediğini doğruluyor, kendi imkanlarıyla kayda aldıkları ya da bağımsız olarak bölgeye giden gazetecilerin çektiği görüntülerden ve sivil dayanışma ekiplerinin aktardıklarında da anlaşılıyor ki neredeyse 40 saat Türkiye devletine ait organize bir yardım ekibi oraya müdahale etmemiş. Hollanda ekibine Antakya’da çevirmenlik yapan Zeynep Alpar ile yapılan söyleşide anlattıkları bölgedekilerin öz yurdunda sürgün olmalarının özetini sunuyor, “birileri bizi başka bir enkaza çağırıyor. Sırayla gideceğimizi söyledik. “‘Geleceğiz’ diyor herkes, sonra kimse gelmiyor” dedi biri. Başka biri de dönüp dedi ki, “Bunlar AFAD değil. Bunlar sözlerini tutuyor, geliyorlar.”[4] Bu büyüklükteki bir felaketin tesiri altındayken deneyimlenen bu türden bir terk edilmişlik, yalnız bırakılmışlık ve kendi başınalık özellikle bahsi geçen bölgeden başlayarak katman katman ülkeye yayılan bir karabasana dönüşüyor, kitlesel bir güvensizlik haliyle “bizi bizden başka kurtaracak kimse yok, kendi başımızın çaresine bakacağız” gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Kendi yurdunda bu tarz bir hayatta kalma mücadelesi gene sürgünü çağrıştırıyor bana, yazının başında Shklar’dan alıntıladığım gibi bu ses “…adaletsizlikle tamamen tecrit edilmiş kadın ve erkeklerin sesi.”
Deprem felaketinden beri ortaya çıkan derin kederle beraber yoğun öfke kitlesel bir ses yükseltme eylemine sokakta değilse de sosyal medya üzerinden dönüşüyor. Halbuki Hirschman’dan devam edersek ona göre devlet baskısı sebebiyle ülkesini terk eden biri sürgünde ses yükseltme (voice) deneyimini gerçekleştirmekte zorlanır, sürgün sesini çıkarma konusunda pasifleştirici bir etki yapar. O halde yukarıda öne sürdüğüm gibi yaşadığı, vergi verdiği, vatandaşı olduğu ülkede oranın artık tahayyül ettiği ülke olmadığını gören bireylerin yaşadıkları ülkeyi terk etmeden sürgünü deneyimlediğini düşünürsek sesini çıkarmanın ve ortak bir toplumsal ses yükseltmenin de bir o kadar zor olduğunu mu varsaymak lazım? Hemen cevap verebilirim ki hayır çünkü Hirschman’a göre ses yükseltme bireyler ve gruplar ortaya çıkan çatışmalardan, haksızlıklardan ve adaletsizlikten öylece arkalarını dönüp uzaklaşamadıkları zaman kullanılır. Daha önceki yazılarımda da çokça kullandığım Türkiye’de “muhalif akademisyen” olma deneyiminin son örneği olan Boğaziçi’ndeki akademisyenlerin ses yükseltme (voice) biçiminin bahsettiğim tarzda bir iç sürgün hipotezine dayandığını düşünüyorum. Ortaya çıkan çatışmadan, haksızlıktan, adaletsizlikten ve şiddetten öylece uzaklaşıp gitmedikleri için kitlesel ve toplumsal bir ses yükseltme gerçekleştirdiklerini öne sürebiliriz.
Shklar’ın yorumladığı iç sürgün deneyimine başvurduğumuzda ses yükseltmenin tek bir yolunun olmadığını düşünüyorum. Artık “kendi” ülkeleri olarak tanımlayamadıkları yeri mekânsal olarak terk etmeden baskıcı bir rejimde yaşamak zorunda kalanların “ülke sınırları içindeki sürgünler”[5] olarak tanımlamasından hareketle yukarıda bahsettiğim 6 ve devamında 7 Şubat’ta meydana gelen depremlerle bir kez daha kanıtlanan sahipsizlik, yönetişimsizlik, adaletsizlik, hak kayıpları ve psikolojik şiddet ile ortaya çıkan yoğun öfke ve şimdi bir de üstüne derin keder bana ve sanırım birçok insana yabancı değil. Gezi’deki öfke ve direnişin siyaseten devlet yönetiminde olumlu kalıcı bir dönüşüme yol açamadığını biliyoruz, bugün de bu toplumsal travmanın henüz kimseyi sokağa dökmediğini de görüyoruz. Daha önce de belirttiğim gibi iç sürgün deneyiminde ses yükseltmek birçok biçimde mümkün, 11 ayrı şehirde meydana gelen deprem sonucu yıkılan binaların yapılmasına katkıda bulunan her bir kişi ve kuruma işaret ederek ayrıca devlet üzerinden yardım toplamanın usulsüzlüklere de atfen sosyal medya üzerinden artarak devam eden “hesap verecekler” çağrısı unutulmadan, her gün tekrarlanarak toplumsal dayanışmanın sahada da güçlü bir karşılığı olabilirse bu sefer kalıcı bir siyasi dönüşüme yol açabilir. Deprem felaketinin üzerinden neredeyse bir aya yakın bir zaman geçmişken Hatay’dan ve Antakya’dan hâlâ çadır ve su ihtiyacı olduğu haberleri geliyor, kendi yaptıkları sera-çadırlarda 25 kişi yaşıyorlar ve sivil gönüllülerin para toplayarak oraya götürdükleri yeni çadırlarda kalıyorlar. Sağ devlet geleneğinin sistematik umursamazlığına karşı verilen bu mücadelenin sosyal medyadaki görünürlüğü bir de şimdi Mart 2023 Altılı Masa-İYİ Parti krizinin kakofonik yorumlarının enkazı altında kalıyor. Bu türden bir kurumsal siyasete ve tek seçenekli sandığa körü körüne mahkûm bırakıldığımız gerçeği iç sürgün günlüklerine bir yaprak daha ekliyor halbuki; bu ilk değil daha önce de defalarca yıldırıldık, yalnızlaştırıldık, bölündük. Bu nedenle de felaketten ortaya çıkan sivil toplum dayanışması geleceğe dair uzun vadeli çözümün ne olduğuna dair önemli ipuçları taşıyor, bu dayanışmayı yaymak, güçlendirmek, sürdürmek hak ettiğimiz “normali” kendimiz belirleyebilmemiz için çok önemli ancak bu sayede muhtemel iktidar değişikliğine sevinebilir ve demokratik hak ve özgürlükleri kalıcı kılma yolunda umutlanabiliriz.
Tüm bu sebeplerden, mevcut koşullarda rejime, kurumlara ve kurumları yönetenlere güvenin ortadan kalktığı bir durumda türlü türlü baskı, şiddet ve karmaşıklık içinde seçimler de yaklaşırken derinleşen iç sürgün deneyimim devam etse de “aman ya boş ver, gör bak gene seçilir”cilerden daha güçlü hissettiriyor, bu nedenle de bu cenderenin toplumsal hafızanın dönüşümü adına da bir milat olarak Türkiye tarihine yazılmasını diliyorum, unutmadan, hatırda tutarak bu sivil toplumsal hareketin kalıcı bir siyasi dönüşüme de olanak vermesi umudunu taşıyorum.
[1] S. Hoffmann (Ed.), Political thought & political thinkers (pp. 38– 55). The University of Chicago Press içinde Shklar, J. N. (1998). Obligation, loyalty, exile. Orijinal basım yılı 1993.
[2] Hirschman’ın yaşamının daha ayrıntılı bir anlatımı için James Adelman’ın 2014 tarihli “Hirschman’s Choice: Exiles and Obligations of an anti-Fascist” makalesini tavsiye ederim.
[3] Shklar JN (1984) Ordinary Vices. Cambridge, MA: The Belknap Press of Harvard University Press.
[4] Siren İdemen’in Zeynep Alpar’la söyleşisi için https://birartibir.org/ses-vere-vere-bekleyerek-olduler/
[5] Shklar JN (2019) On Political Obligation, ed. Ashenden S. and Hess A. New Haven: Yale University Press. s. 205.