Depremin Ardından
6 Şubat günü sabaha karşı saat 04.17'de yaşadığımız deprem, hepimizi şok etti. Biz, o felaketin içinden sağ kalıp çıkanlar, belki de hala o şokun etkisindeyiz. Çoğumuz, hala, eğer yıkılmamış ya da hasarlı değilse, evlerine giremiyor. Bulabildiğimiz güvenli alanların etrafında dolanıp duruyoruz. Bu güvenli alanlar bazen arabalar, bazen kapılarını açmış, okul, cami, mahalle evi, vb., kamu kurumları, bazen bir arkadaşımızın, şehir dışında ki müstakil evi, ya da bulabilmişsek çadırlar veya çadır alanları olabiliyor. Hasarsız ya da az hasarlı olan evlerimize korkuyla girip baktığımız o, ilk günlerde, etrafa saçılmış cam kırıkları, kitaplıklardan yerlere saçılan kitaplar, gıcırdayan kapı pervazları, iliklerimize kadar işleyen soğuk ve yıkılan evlerinin önlerinde bekleyenlerin çığlıkları hepimizin canını acıtıyor. Hepimizin yakın ya da uzak kayıpları var, uğurlamaya gidemediğimiz, yasını tutamadığımız kayıplar, o gece kaybettiklerimiz, yüreğimize saplanmış can kırıkları olarak bize hep acı verecek, biliyoruz…
Biz burada yaşayanlar, eskisiyle yenisiyle, yıkılıp harabeye dönen kentler, ilçeler, köyler, mahalleler ve sokaklarda nasıl bir yaşam kuracağız? Her şeyin eskisi gibi olmayacağı muhakkak, yitirilen canların daha yasını tutmadık, o geceden sonra göremediğimiz, bulunamayan kayıplarımızın fotoğrafları asılı kamp ve toplanma anlarının duvarlarında, bir umut, belki yaşıyorlar diye, haber bekliyoruz. Kimsesizler mezarlarında pek çok sahipsiz beden yatıyor. Evlerimizin enkazlarında bekleyen bedenlerin, hiç olmazsa bütünlükleri bozulmadan, toprağa verilmesi için günlerdir bekleyen yakınları var.
Peki nasıl başa çıkacağız bu acıyla, nasıl üstesinden geleceğiz bu yıkımın? Siyasetin yıllardır bölüp, kutuplaştırdığı bu ülkenin insanlarını bu acı da bir araya getiremeyecekse, nasıl birlikte yaşayacağız?
Biliyoruz tüm bu günler, geçip gittiğinde, ilk günlerden yardımımıza koşup gelen, gece gündüz demeden çalışan, enkaz kaldıran, bir tas çorba veren, o dostlar da bırakıp gittiklerinde biz burada yaşayanlar baş başa kalacağız, yine. Bu yıkık şehirlerde, mahallelerde yaşayacağız, ama nasıl birlikte yaşayacağız? Eskiden olduğu gibi herkes kendi mahallesine, kendi gettosuna, kendi cemaatine çekilip, ötekini düşman görerek mi yaşayacağız? Yoksa depremin dehşetiyle birbirimize destek olmaya çalıştığımız, kimin, kim olduğunu sormak bile aklımızdan geçmeden, bulabildiğimiz ekmeğimizi bölüp, çayımızın yarısını verdiğimiz, o günlerden öğrenerek, yeni birlikte yaşam alanları kurmaya mı çalışacağız?
Birlikte yaşama umudu, son 10 yılda bu coğrafyada yaşayan biz hak savunucularının, sivil toplum gönüllülerinin ve çalışanlarının, uğrunda gece gündüz çalışıp çabaladığımız bir ütopya. Evet, sayımızın çok az olduğunu biliyoruz ama gönüllü bir arada yaşam alanları kurmak için on yıldır, büyük çaba sarf ediyorduk. Çünkü son on yılda bu kentler yeniden inşa oluyor, hem mekânsal olarak hem de sosyo- ekonomik olarak yaşanan bu dönüşümün, sebeplerinden elbette en önemlilerinden biri, son yirmi yıllık iktidar eliyle önü açılan, kural tanımaz neoliberal sistem, bu kural tanımaz sistem, ekonomik krizin de temel sebeplerinden olan inşaata dayalı bir rant sistemi inşa etti. Bu 11 ilde de, ülkenin her yerinde olduğu gibi, inşaat üzerinden toplumun küçük bir kesimini zenginleştirdi, fay hattı üzerinde ya da yanı başında inşa edilen, binalar, siteler, kentsel alanlar depremle çöktü ve hepimiz çöken sistemin altında kaldık. Depremden sonra günlerce kendi kendimize, çaresizce çöken binaların altında kalanların seslerine kulak kesildik. Belki yaşıyorlardır, ölmemişlerdir, diye bekledik, göçük diplerinde çaresizce…
Depremin yaşandığı bu 11 il, son yirmi yılda, inşaat rantıyla, hızla büyüyüp, şehirleşmenin ikiye–üçe katlandığı, kentlerin bulunduğu bir coğrafya. Yeni gelenlerin, emek piyasasına ucuz işgücü olarak girdiği, yerli emeğin yedekte tutulan göçmen emeğiyle terbiye edildiği, bundan elde edilen rantın kuralsız kaidesiz inşaatta yatırıldığı bir coğrafya, kentsel dönüşüm adı altında TOKİ'lerin yükseldiği, yoksulların ve dezavantajlı toplum kesimlerinin (Dom ve Abdallar) mahallelerine el konulan, “soylulaştırılan”, “yeni model kentler” olarak cilalanan, şehirlerin olduğu bir coğrafya. Bir yandan, türeyen yeni zenginlerin kendi korunaklı sitelerini, villalarını ve de gettolarını yarattıkları, şatafatlı hayatlar sürdükleri, ışıltılı cemiyet hayatlarının yaşandığı, neon ışıklı kafelerin, ciks mekanların var olduğu bir dünya. Diğer yandan, göçmenler ve diğer dezavantajlı topluluklar başta olmak üzere, geniş toplum kesimlerinin derin yoksulluğa itildiği, ekonomik krizin ağır yükü altında ezilenlerin yaşamaya çalıştığı bir coğrafya.
Bu coğrafya, son yıllarda yükselen iş merkezlerinin, toplu konut alanları, aile apartmanları ve sitelerinin inşa edildiği, kentsel dönüşümle yok edilen kent hafızasının gün be gün yok olup, silikleştiği irili ufaklı şehirlerden oluşuyor. Buralarda, her daim, parası olanlar için, en büyük yatırım aracı emlak- gayrimenkul olagelmiştir. Özellikle son on yılda, kitlesel göçle kente yeni gelen nüfusun konut ihtiyacı, bir yatırım aracı olarak inşaatı daha da teşvik etti. Bir yandan kent merkezlerinde, değerli arsa alanları, kamulaştırılıp orada yaşayanların ellerinden alınarak soylulaştırmaya gidilirken diğer yandan da kentlerin çeperleri toplu konut alanlarıyla çevrildi. Deprem riski, göz önüne alınmadan çok katlı binalar kent merkezlerine dikildi, Antakya’dan Elâzığ’a kadar deprem illerine gittiğinizde bu çok katlı binaların ya yıkıldığını ya da yıkılmak üzere olduğunu görebilirsiniz.
Bu coğrafyada son yıllarda yaşanan değişimin bir diğer sebebi de elbette kitlesel göçtü; felakettin yaşandığı 11 il, Suriye’deki iç savaşla yerinden edilmiş mültecilerin, sınırı geçip ulaştığı ilk illerdi de aynı zamanda. Son on yıldır, yeni gelenlerin, biz eskilerle tutunmaya çalıştığı bu iller, daha savaşın o korkunç yıkımının sebep olduğu travmayı atlatamamışken, küresel salgınla da sarsıldı. Pandemiyle geçen o korkunç iki yılı ve göç sürecini, zaman zaman, burada, Birikim’de, yazma fırsatı bulmuştum.
Depremin olduğu bu 11 ilde yaşayan nüfusun yaklaşık %14'ü son 10 yılda buraya yeni gelenlerden oluşuyor. Son on yılda yaşadığımız deneyimler, yeni gelenlerin, geldikleri kentleri değiştirip dönüştürme gücünün biz eskilere göre daha hızlı ve etkili olduğunu gösteriyor. Yeni gelen gelirken elbette sadece etten bir beden olarak gelmiyor. Kültürü, dili, yemeği, gündelik alışkanlıkları yani binlerce yıllık bir birikimi de taşıyor geldiği yere ve oranın sosyolojisini, ekonomisini değiştiriyor. Bu değişim, birilerinin sürekli olarak köpürttüğü, ırkçı, yabancı ve göçmen düşmanı gündemin altında her ne kadar görünmez olsa da, biz kentte yaşayanlarca gündelik hayatımızın bir parçası olarak yaşadığımız bir gerçeklik olarak var olageldi. Kimileri göçün olumsuz yanını sadece görüp, göstermek istese de bizler sokağa her çıktığımızda o sokakta yeni gelenlerin de bulunup, yaşadığını, her an beş duyumuzla hissedip, biliyorduk. Ve küçük de olsak bir kesimimiz birlikte yaşamanın yollarını arıyorduk, ta ki deprem anına kadar…
Şimdi yeni bir dönemin başlangıcındayız, 2011 yılının baharında başlayan kitlesel göç süreci, ardından gelen salgın dönemi ve 6 Şubat depreminden sonra geçen son üç hafta bize şunları gösterdi:
Deprem, ilk birkaç günü hepimizi eşitledi. Bu olağanüstü dönemlerin ilk günlerinde, olumsuzluklar toplumun her kesimine yaklaşık olarak aynı etkiyi yapıp, toplumu homojenleştirse de, bu toplumsal homojenleşme sürecinin hızla değişip, toplumun sosyo-ekonomik farklılıklarının belirginleştiği, toplumun dezavantajlı kesimleri başta olmak üzere, emekçi ve yoksulların daha çok etkilendiği bir sürece evirilmektedir.
Deprem sonrası dönem de aynı şekilde ilerlemiş, herkesin şiddetli sarsıntıyla sarsıldığı ilk birkaç gün, yıkıntılardan kurutulduysa eğer, kendisini evin dışına attığı, sokağa çıkıp toplanma yelerlerinde birbirinden güç aldığı bu geçici süreç hızla sona ermiş, sosyo-ekonomik farklılaşma belirginleşmeye başlamıştır.
Önümüzdeki yazılarda bu eşitsizlik süreçlerini, her gün değişen ihtiyaç alanlarını ve haklara ve hizmetlere erişim süreçlerini izleyip kamuoyunu, felaketin yaşandığı bu coğrafya hakkında bilgilendirmeye çalışacağım. Çünkü, bu durum, şimdilik ucu olmayan bir süreç olarak devam etmektedir. Gün be gün, hatta an be an, değişimin olduğu, ihtiyaç alanlarının çok hızlı değiştiği, göç, yer değiştirme, kentsel dönüşüm, vb., sosyo-ekonomik dönüşümün hız kazandığı yeni bir dönem. Bu döneme, toplumsal bir dayanışma ruhuyla, müdahil olmak bizi iyileştirecektir.
Farklılıkları zenginlik olarak kabul edeceğimiz, kendi kimliklerimiz kadar diğer kimlikleri de önemsediğimiz, birbirimizle dayanışan, birbirimize saygı duyduğumuz, yeni gelenlerin ve eskillerin bir arada yaşadığı, haklara farklılıklara saygı duyulan bir ülkenin hayali ancak bizi iyileştirebilir.