Biz neyiz, sokaktan mı geldik? Ya, milletvekiliyiz.
(AKP Meclis Üyesi Emrullah İşler)
25 Temmuz 2022'de, genç işçi Zaid Kahn'ın, bir kişinin değerinin, aslında çalıştığı yerdeki performansından daha fazlasıyla tanımlanması gerektiğini anlattığı 17 saniyelik bir TikTok gönderisinde sessiz ayrılma (quiet quitting) terimi ortaya çıkar. Klip çokça paylaşım alır ve sessiz ayrılma, sosyal medyada uluslararası bir tartışma konusu haline gelir -Google'da 4.220.000 kez tıklanır. Videoda, işinizden sessizce ayrıldığınızda, aslında o işi doğrudan bırakmadığınızı söyler Khan; hayatınızı artık iş çıktınızla tanımlanmaktan vazgeçtiğinizden, işte daha fazlasını yapma fikrinden de vazgeçmişsinizdir. Sessiz ayrılma, çalışanların atanan iş görevlerinin ötesinde isteğe bağlı işlere girmemeyi seçmesi ve bunu amirleri veya iş arkadaşlarıyla iletişim kurmadan yapması anlamına gelir. İşlerini yaparlar ama Selyukh'un açıkladığı gibi, çalışanlar, fazladan yol katetmeyi reddederler. Başka bir deyişle, işçiler sessizce geri adım atma kararı alırlar ve bu da diğer iş arkadaşlarının kimi gerekli durumlarda onların boşluğu doldurmak zorunda kaldıkları için hüsrana uğramalarına yol açar. Akademik literatür, Covid salgını ile sessiz ayrılma arasında bir ilişki olduğuna inanmakta hemfikir olsa da aslında çalışanlara verilen düşük ücretler, zorlu iş vardiyaları ve uzun çalışma süreleri nedeniyle pandemiden çok daha önce, sessiz ayrılışlardan bahsetmek mümkündür. Covid, sessiz ayrılmaları hızlandırarak bir katalizör görevi görmüştür denilebilir. Sessiz ayrılmanın başlıca itici güçleri arasında: (a) önemsenmeme duygusu, (b) öğrenme ve gelişme fırsatlarının yokluğu ve (c) kuruluşun amacı ile bağlantı eksikliği tanımlanmıştır.
Fakat genel itibarıyla sessiz ayrılma teriminin kapsamlı bir tanımı yapılmış değildir. Sessiz ayrılma, toplumun demokrasi performansı, kamusal alanda görünme pratikleri ve en genelde politik kültürü ile hayli ilintilidir. Çoğunlukçu ya da çoğulcu yönetim sistemlerinde, sessiz ayrılmanın görülme sıklığı ve eylemsel pratikleri, daha farklı olacaktır. Çoğunluğa, baskın karara riayet edip, geride kalmayı ve sadece onaylamayı tercih edenler, çoğulcu yönetim sisteminin farklı fikirlere yer veren ortamında, sessiz değil aktif bir şekilde karar alma sürecine katılmayı tercih edeceklerdir. Dolayısı ile sessiz ayrılma, aynı zamanda, demokratikleşme pratikleri bağlamında, siyasal analize de tabi tutulmalıdır. Bu minvalde ele alabileceğimiz bir yaklaşım, Dingli ve Khalfey'in[1] sessiz çıkış (silence-as-exit) olarak tanımladıkları durumdur. Bu kavramı, kamusal alanda kimi gerekçelerle -en önemlisi de şiddete maruz kalarak- görünmemek, ses çıkarmamak ve böylelikle kimi etik, siyasal tercihler doğrultusunda var olmaya çalışmak anlamında kullanıyorlar. Sessizliğin, siyasal teori literatüründe çoğunlukla sessizleşmek, kamusal alandan çekilmek ve suskunlaşmak bağlamında kullanıldığını, böylelikle eylemsizlik atfedildiğini, feminist literatürün de -Enloe, Benhabib, Young ve Spivak örnekleri üzerinden anlatarak- bu açıdan meseleye yaklaştığını ifade ediyorlar. Halbuki Dingli ve Khalfey'e göre bu yanlış bir yaklaşım. Nedeni ise, “sözmerkezciliğin” teorik yorumlamayı saptırıyor olması ve sessizliğin de bir etik tercih olarak direniş şekli halinde hesaba katılmaması. İki örnek gösteriyor Dingli ve Khalfey. El Guindi, Peçe adlı çalışmasında, peçenin, kadınların kamusal alanlarda artan mevcudiyetleri bağlamında dokunulmazlıklarını ve saygınlıklarını koruyabilecekleri bir yol haline geldiğinin altını çizmiş, başka bir deyişle, tesettürün onların kamusal varlıklarını mümkün kıldığını ve aynı zamanda dindar kadınlara değer veren tarikatlar içinde güçlenmelerini sağladığını ifade etmiştir. Dingli ve Khalfey için peçe, kamusal olandan çıkışı değil, toplumsal dışlayıcı doktrinlerden sıyrılmayı, bir sessiz çıkışı ve böylelikle var olmaya çalışmayı imler. Örtünme uygulamasına benzer şekilde, genç kadınların camide İslâm'ı daha resmî bir şekilde öğrenmeye başladıkları kadın camii hareketi, sekülerleşme ve/veya Batılılaşma, direnme süreçlerine açıkça aykırı olarak tanımlansa da harekete katılan kadınların sosyo-politik pratikleri, kendilerine dayatılan inanç sistemleri içinde yaşamak için harekete geçmelerine vesile olmuştur.
Dingli ve Khalfey’in bu yaklaşımı bana, Heinrich Böll'ün kaleme aldığı Doktor Murke'nin Suskunluk Külliyatı adlı öyküsünü[2] hatırlattı. Bu öyküde de radyoevinde çalışan Murke, “susmaları biriktiriyordu”; konuşmacıların bazen es verdikleri veya iç geçirdikleri, nefes aldıkları, mutlak suskunlukları bulunduğu yerleri kesip çıkarmak gerektiğinde, o parçaları çöp kutusuna atmayıp biriktiriyordu. Örneğin 1945 öncesi söylediği kimi kelimeleri revize etmek isteyen Bur-Malottke gibi “saygın” adamlar, konuşmalarında hiç suskunluk olsun istemezlerdi. Dolayısıyla Murke, varsa eğer o suskunlukları kesip bir kenarda biriktiriyordu. Suskun kaldıkları zaman dışındaki tüm kelimeleri, dönemin ruhuna ve iktidarın taleplerine uygundu, dolayısıyla suskun kaldıkları dakikalar iyi, erdemli olana dair bir olasılık barındırıyordu içlerinde. Bazen sessizlik, “sözmerkezci” iktidarın pençesinde yaşayabilmek ve nefes alabilmek için gerekliydi yani...
Sessiz çıkıştan farklı tabii sessiz ayrılma. Sessiz çıkış, kamusal alanda iktidarın baskısına rağmen görünür olmak için bir eylemsellik ifade ederken, sessiz ayrılma, müzakereci demokrasiden çıkmanın ve eleştirel bilincin lağvedilerek yerini iktidarın güç gösterenlerinin aldığı hürmetli bir sessizleşmenin göstergesi. Habermas[3], müzakereci demokrasi sürecinden bahsederken, müzakereci demokrasinin, ikna gücünün iki koşulunun pek muhtemel olmayan bir şekilde bir araya gelmesine borçlu olduğunu yazar; birincisi, bu süreç, olası kararlardan etkilenen herkesin eşit haklı katılımcılar olarak politik irade oluşumuna içerilmesini talep eder ve ikincisi, demokratik yolla, yani bütün bireylerce müşterek olarak alınan kararları, onlara öngelen istişarelerin az çok tartışmacı-söylemsel karakterine bağlı kılar ki böylece içerici irade oluşumu, süreç boyunca ona öngelen bir kanaat oluşumu tarafından seferber edilen gerekçelerin gücüne bağımlı kılınmış olur. Sessiz ayrılma, gerekçelerin gücünden iktidarın gücüne yakın olmak ve kendini o güce kabullendirebilmek için bilinçli bir sıyrılma durumu olarak okunabilir. Kıvanç'ın belirttiği üzere[4], Türkiye'de parti kurarak, seçime girerek, Meclis'te söz sahibi olarak, hatta hükümet olarak yapılan siyaset, kendi tercihlerine bırakılması gereken konularda da idarenin talimatlarına tabidir ki bu durum, “Türk siyasetçisi” ve “Türk siyasi davranışı” olarak adlandırılabilecek iki varlık tarafından pekiştirilir. Kıvanç'a göre[5], “siyasal düşünce” geliştirmek mecburiyetinde “bırakılmayan” Türk siyasetçisi, devletin nasıl yönetileceğine, devlet-toplum ilişkisinin geleceğine, vatandaşların haklarına, ortak yaşam ilkelerine dair etraflıca projeler geliştirmekle yükümlü biri değildir zaten ve oy alacak, hükümet iktidarını elde edecek, öngörülmüş bir çerçevenin dışına çıkmadan kendisine bırakılmış alanda kendinden bazı renkler katarak işlerini yürütecektir. Kıvanç'ın anlattığı bu durum, yukarıda tartıştığımız sessiz ayrılmaya tekabül eder gibidir. Sessiz ayrılmanın, kamusal yaşamın çoğu yerine sirayet ettiğini, hükümet meclislerinin, TBMM komisyonlarının da buna dahil olduğunu siyasal söylemlerin analizinden doğru görmek mümkün.[6]
Komisyonlarda sessiz ayrılışlar…
İktidarı paylaşan partilere mensup komisyon katılımcılarının ifadelerinde, sessiz ayrılmaya örnek teşkil edecek, çok sık kullanılan kimi ifadeler mevcut ki bunlar arasında “vakit almamak için hızlıca gidiyorum”, “kısaca ifade etmek istediğim hususlar”, “çok kısaca değinmek isterim”, “bir iki şey söyleyeyim”, iktidarın bürokratlarına hitaben “çok haklılar”, “gayet/çok iyi bilirler”, “... söyleyip kapatayım”, “aslında... kapsamlı bir bilgilendirme yaptı, ben o konulara girmeden...”, “sadece evet ya da hayır cevabınızı merak ediyorum”, “kanun, güzel, hoş bir kanun, emeği geçenlere teşekkür ederim”, “neyse, çok uzadı, ben de çok kısa birkaç değerlendirme yapacağım”, “inşallah hayırlı olur, kanunu hazırlayanlara teşekkür ederim...”, “benden daha ayrıntılı bilgi verebilecektir” gibi ifadeler sayılabilir. Muhalefet partilerinden temsilciler, komisyonlara sunulan önerileri detaylıca sorgularlarken, bu sorguların üzerini kapatmak ve iktidarın söylemini desteklemek üzere bir iki kelam etmeyi tercih eden AK Partili yahut MHP'li komisyon üyelerince dillendirilen kimi ifadeler bunlar. Sessiz ayrılmanın, müzakereci demokrasiden sıyrılmış bir iktidar seviciliğine/onaylayıcılığına ihtiyaç duyması ve bunun için de gereken yerlerde susup/kendini kelimelerin eleştirel vasfından “kurtarıp”, kendini eylemsizleştirmesi, gerektiğinde de kısa, açıklama gerektirmeyen onaylarla/yankılarla belli etmesi, dikkate değer. AK Parti Milletvekili Hasan Çilez'in, iktidarın sunduğu kanun teklifi karşısındaki açıklamalarını/geçiştirmesini bu minvalde örnek olarak verelim: “Kanun, güzel, hoş bir kanun, bunların, bu tür kanunların aslında çoğalması lazım... Arkadaşlarımız çalışmış, onlar yapmış; yapana, edene, hayırlı işin peşinde koşanlara helal olsun denir.” Savaşır[7], korkunun olumsuzlanmasından bahsettiği yazısında, isimler yerine zamir kullanılarak bir durumdan bahsedildiğinde –Musa Anter öldü, Haluk Gerger bir yazı yazdı ve korktuğunu söyledi değil de biri öldü, biri korktuğunu yazdı gibi- bu cümlenin, haber bildiren, nesnel bir cümle olmanın yanı sıra, muhatabımın benimle aynı bilgileri, ilgileri, aynı ufku paylaştığına, ölmüş milyarlarca insandan kimi, korku üzerine yazılmış binlerce yazıdan hangisini kastettiğimi anlayacağına duyulan güveni de aslında yansıttığından bahseder. Çilez’in “arkadaşlarımız çalışmış, onlar yapmış” derken sığındığı bu zamirler, kendisini “anlayabilecek” kişilerin varlığına duyduğu güvenin bir göstergesi ki bu kişiler de mevcut düzlemde AK Partili bürokratlar, yani aynı sessizlik sarmalı[8] ile sarmalanmış kişilerdir.
Bir komisyon toplantısında ele alınan kanun teklifiyle, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi’nin isminin “İstanbul Topkapı Üniversitesi” olarak değiştirilmesine ve Bursa’da Bursa Eğitim ve Kültür Vakfı tarafından “Mudanya Üniversitesi” adıyla bir vakıf üniversitesi kurulmasına karar verilmiş. Tutanaklarda, komisyon üyeleri henüz karara varmadan, aslında çoktan Mudanya Üniversitesi için öğretim elemanı alım ilanına çıkıldığını belirtiyor muhalefet. Komisyon tartışmalarında, YÖK Başkan Vekili Prof. Dr. M. İ. Safa Kapıcıoğlu'nun, kendisine muhalefet tarafından sorular yöneltildiğinde, aslında bilgisi dahilinde olması gereken konularda sessizce çekildiğini okuyoruz: “Vakıf üniversitelerinin hem kurulması olsun hem isim değişikliği olsun, özellikle isim değişikliği üniversitenin talebiyle gerçekleşiyor. Bunun tabii diğer arka planındaki bahsedilen hususlara ilişkin yani sermaye değişikliği gibi hususlara ilişkin bilgiye sahip değilim.” Başka bir komisyon toplantısındaki tutanak metninde karşılaştığımız, Bağımsız Diyanet-Sen genel başkanı Faruk Çetin’in şu ifadeleri de sessiz ayrılma örneği:
Tabii ki bizler sendikayız, elbette sendikaların talepleri, üyelerinin talepleri ve beklentileri olacaktır. Personelin taleplerinin -Sayın Başkanın da ifade ettiği gibi- başta 4/B’liler, murakıplar, camilerin ihtiyacı olan ve bütçeden karşılanması gereken elektrik ve diğer hususlar başta olmak üzere birçok konunun aslında ele alınması gerekirdi ancak kanun teklifi maddesinin bu hâliyle görüşülerek tamamlanması ve özellikle akademinin[9] bir an önce yasalaşması için bizler talep ve tekliflerimizi bir sonraki görüşmeye erteleyerek kurum yetkililerimizle ve sayın siyasi partilerimizin temsilcileriyle de istişare ederek yasalaşmasını arzu ediyoruz, bekliyoruz ve bu akademi yasasının bu zamana kadar gelmesinde emeği geçenlerin hepsine teşekkür ediyoruz. Heyetinizi saygı, sevgi ve muhabbetle selamlıyorum.
Yine bir komisyonda, Yükseköğretim Kurulu’nun faaliyetleri hakkında yapılan bir sunumdaki şu konuşmalar -diyalog demeyeceğim-, YÖK başkanının sessiz ayrılışa başvurduğunun bir göstergesi niteliğinde:
Şenol Sunat (İyi Parti, Ankara) – Neyse, konumuz YÖK. Sayın Hocam, tekrar hayırlı olsun. Sayın Hocam bir hayli yoruldu YÖK’ü anlatmaktan. YÖK’ün aslında bir koordinasyondan sorumlu kurum olduğunu anlatmaya çalıştı Sayın Hocam ama tabii ki öyle gözükmüyor yani siz anlatmaya çalıştınız, üniversitelerle irtibatınızı anlattınız ama yani öyle gözükmüyor, hatta sizin üstünüzde de tabii bir güç, tek insan gücü olduğu için atamalar falan sizin artık inisiyatifinizden çıkmış durumda. Rektör atamalarından söz ediyorum yani tepeden atandığı için sizin de…
YÖK Başkanı Prof. Dr. Erol Özvar – Bu kanunla malum biliyorsunuz.
Şenol Sunat (İyi Parti, Ankara) – Biliyorum efendim, bilmez olur muyum? Bazı şeyleri kanuna uydurursunuz, o şekilde devam ediyor
YÖK Başkanı Prof. Dr. Erol Özvar – Yok….
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nda olmak üzere toplam beş kanunda değişiklik yapılmasının tartışıldığı bir komisyondaki şu konuşmalara da bakalım; konuşmada bahsi geçen Şehir Üniversitesi’nin cumhurbaşkanı kararı ile kapatıldığını da şuraya iliştirelim.
YÖK Başkan Vekili Prof. Dr. Rahmi Er – Teşekkür ediyorum. Şimdi, tabii ki efendim, şu anda gerçekten biz yeni YÖK olarak pek çok yetkimizi devretme yoluna gittik biliyorsunuz ya da yetki paylaşımı yoluna gidiyoruz. Şu anda bu vakıf üniversitelerinin işte, faaliyet izninin durdurulması veya kapatılması noktasında tek yetkili olan YÖK. YÖK bu kadar sınırsız bir yetkiye sahip. Biz istiyoruz ki bu, sadece bizim yetkimizde olan bir şey olmasın, raporlara bakılsın, ilgili yerlerden görüşler alınsın ve o çerçevede değerlendirilerek… Yani bunların kapatılması süreçleri sadece YÖK’ün inisiyatifinde değil, YÖK’ün dışında da birtakım unsurlar bulunsun istiyoruz. Bir tür yetki paylaşımı veya devri diyebilirsiniz, amacımız budur.
Şenol Sunat (İYİ Parti, Ankara) – Hocam, niye ihtiyaç duydunuz yetki paylaşımı konusuyla alakalı?
YÖK Başkan Vekili Prof. Dr. Rahmi Er – Bundan memnun musunuz? Yani bilmiyorum ama bu sorum doğru mu? Bu durumun bizim açımızdan yetki devrini önemseyen bir YÖK olarak… Hani, biz sadece YÖK karar versin istemiyoruz bu bağlamda.
Şenol Sunat (İYİ Parti Ankara) – Yani bu 13’üncü madde bana Şehir Üniversitesini hatırlatıyor...
YÖK Başkan Vekili Prof. Dr. Rahmi Er – …(Sessizlik)
“Yetki devrini önemseyen YÖK” ifadesini okuduğumda, aklıma Roland Barthes’in Saussure okuması geliyor. Barthes, göstergebilimi tartışırken[10] Saussure’ün dilin iktisadi sisteme ancak bu sistem altın standardını bıraktığı an, siyasal sisteme de toplum, hükümdar ile uyrukları arasındaki doğal (öncesiz ve sonrasız) ilişkiden yurttaşların kendi aralarındaki toplumsal sözleşmeye geçtiği an yaklaşır görüşüne yer veriyordu. Barthes’a göre, gösteren tarafından gösterilen olan hükümdar vb. olduğu sürece -ki Saussure de bu görüşteydi- gösterilenin mutlak hâkimiyeti geçerli olacaktı. YÖK Başkan Vekili’nin “yetki devrini önemsiyor” oluşunun, bu minvalde, gösteren olarak “yetki”nin ve gösterilen olarak iktidarın/cumhurbaşkanının mutlak ağırlığını/hâkimiyetini sağlamlaştırdığını ve fakat YÖK başkan vekilinin dilini, siyasal olandan uzaklaştırıp, sessiz ayrılma olarak tanımladığımız yere yaklaştırdığını söyleyebiliriz. Aynı analiz, yukarıda örnek verdiğim YÖK Başkanı Prof. Dr. Erol Özvar’ın “Bu kanunla malum biliyorsunuz” ifadesinin, gösteren olarak “kanun”un, gösterilen olarak iktidarın/cumhurbaşkanının hâkimiyetini nasıl sağlamlaştırdığı üzerinden de anlatılabilir. Zira Saussure’ün ifade ettiği gibidir[11] mesele; gösteren ve gösterilen, biri hava öbürü su olan üst üste iyi yüzey gibidir; hava basıncı değiştiğinde su yüzeyi de dalgalara ayrışır. Son iki örnek daha verelim. Yükseköğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. M.A. Yekta Saraç’ın YÖK’ün faaliyetleri hakkında sunum yaptığı bir komisyon toplantısında kendini nasıl eylemsizleştirmeye ve sorumsuzlaştırmaya çalıştığını, aslında sessizce görevinin gereklerinden çoktan ayrılmış ve yetkiyi iktidara bırakmış olduğunu okuduğumuz şu konuşma içeriğine bakalım:
Yıldırım Kaya (CHP, Ankara): Bir de toplumda “barış akademisyenleri” diye adlandırılan, Anayasa Mahkemesinin de vermiş olduğu karara rağmen… OHAL Komisyonuyla görüştüğüm için burada bir kez daha Sayın Başkana da hatırlatmak isterim: OHAL Komisyonu YÖK’e sorumluluğu atıyor. Ben sorumluluğun YÖK’te olmadığını biliyorum. OHAL Komisyonunun bu konuda Anayasa Mahkemesi kararını bir an önce uygulamaya sokması lazım. Ama YÖK de OHAL Komisyonu karar verdikten sonra üniversite değişikliği yerine… Çünkü bunlar Anayasa Mahkemesi tarafından da aklandıkları için bunların kendi üniversitelerine verilme konusunda bir çalışma yürütülmesinde fayda var.
YÖK Başkanı Prof. Dr. M.A. Yekta Saraç – Şimdi, ihraç meselesiyle alakalı malumunuz biz orada bir uygulayıcı durumundayız. Bizim, kendimizin ihdas ettiği, kendimizin belirlediği bir usul var yani resen değil de onlardan talep alıyoruz, 3 şeyi alıyoruz. Onlardan dönmeyi tercih ettiği 3 yeri aldıktan sonra da çoğunlukla yüzde 80’ini de 1’inci tercihlerine yerleştiriyoruz ki zaten böyle bir mağduriyet devlet tarafından tespit edildiyse bize mağduriyeti unutturmaya çalışmak düşer diye düşünüyoruz, o şekilde bir sürecimiz var.
“Mağduriyeti unutturmaya” çalışan YÖK… Yani, cumhurbaşkanı tarafından “bağışlanan” kimi akademisyenlerin yaşadıkları mağduriyeti unutturmaya çalışan “kanunla malum” bürokratik bir “mekanizma” karşımızdaki; peki bu durum, sessiz ayrılışta nereye tekabül eder? Ricoeur[12], bağışlamanın, suçlunun hatasını kabullenmesi, böylelikle eylemin arkasındaki faili hedefleyen suçlamayı içselleştirmesi ve itirafını dillendirmesi ile başladığını yazıyordu; fiil ile faili arasındaki bağın, fail tarafından kabullenilmesi ile mümkünlük kazanıyordu bağışlama. Arendt’ten feyiz alan Ricoeur, bağışlama yetisi ve söz verme yetisinin hiçbir zaman yalnız başına kazanılamayacağını ve tamamıyla ötekinin varlığına, çoğulluğa bağlı deneyimlere dayandıklarını yazmıştı ki bu yetilerin kökeni zaten çoğulluktu, uygulama alanları da tamamıyla siyasiydi; siyasal anlamını, ihlal edilemeyeceği ilan edilen sözlerin alışverişinden oluşan anlaşma ve sözleşmelerin sonuçları arasında buluyordu.[13] Üniversitelerden atılan akademisyenleri “bağışlayan” cumhurbaşkanı, akademisyenlerin kendilerini affedip etmemeleri ile ilgilenmiyor elbette, keza “mağduriyetleri unutturmaya” çalışacak olan YÖK de, akademisyenlerin bu mağduriyeti unutmayı tercih edip etmeyecekleri ile ilgilenmiyor, ona emredileni yapıp geri çekilme telaşında; süreç, çoğulluğun değil, çoğunluğun bağışlama, söz verme tercihleri ile ilerliyor. YÖK, müzakereci demokrasinin hiçbir yerinde; kanunun/cumhurbaşkanının kararları doğrultusunda eyleme geçip kendi sessizliğini ve sözsüzlüğünü, kamusal olana sirayet ettirmeye çalışıyor âdeta. Bu minvalde, aslında sessiz ayrılmanın, sözlerin alışverişinden oluşan anlaşma ve sözleşmelerin sonuçlarından bir çekilme anlamına geldiğinden da bahsedebiliriz.
Bir başka komisyon da, Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un bakanlık çalışmaları hakkında sunumu yapması gereği ile toplanmış. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk'un şu ifadelerine bakalım:
Ben, AK Parti’nin içerisinde, AK Parti’nin şu ana kadar yaptığı bütün hizmetlerin üzerine, zamanın ruhu içerisinde “yapay zekâ” dedim, “makine öğrenmesi” dedim, “küresel dönüşümler, teknolojik dönüşümler” dedim, bütün bunların gerektirdiği ve bugün lazım gelen bazı işler var. Dikkat ederseniz genellikle teknik alanlar üzerinde konuşuyorum ve benim gücümün yetmediği -diyelim ki ekonomik bir konu var- gerçekten benim yetki alanım içerisinde olmayan hususlar var. Bu bir kabine meselesi, bu bir hükûmet meselesi, buradan benim kişisel olarak bir şey söylemem doğru değil. Ben haddimi ya da alanımı biliyorum, nereye kadar neyi söyleyebileceğimi, neye gücümün yettiğinin farkındayım.
Milli eğitim bakanının eğitimin ekonomik boyutu ile alakalı bilgi ve yetki sahibi olmadığını belirtmesi, kendisinin alanına giren ve sorumluluk sahibi olduğu bir konudan, “hükümetin meselelerine/kararına karışmamak” açısından nasıl da müzakere etmeden sessizce çekildiğini göstermiyor mu?
Sonuç
Yazıyı, felsefeci Kavas’ın Kahve ile Nargile kitabını açtığı cümlelerle[14] bitireceğim. “Bir gün bu kopkoyu faşizmden sağ çıkarsam kendime ne söyleyeceğim?” diye soruyordu Kavas ve şöyle yanıtlıyordu:
1933’te Freiburg’da “Alman Üniversitesi’nin Kendini Evetlemesi” üzerine bir söylevle rektörlüğe başlayan Martin Heidegger gibi “İşbirliği yapmadım” mı diyeceğim? Yıllarca İtalyan radyosunda Mussolini’yi öven Ezra Pound gibi “Ben yalnızca anayasayı savundum” mu diyeceğim? Almanlarla işbirliğini savaşın sonuna dek sürdüren Pierre Drieu La Rochelle gibi “Biz yenildik, kendim için ölüm cezası istiyorum’’ mu diyeceğim? 1942’den önce yazdığı Yahudi karşıtı yazılar önüne konduğunda “Bakın bunlar da vardı” diye gözden kaçanları da anımsatan Maurice Blanchot gibi “Yazdıklarımın bağışlanır bir yanı yok’” mu diyeceğim? Bugün, bu kopkoyu faşizmin ortasında kamuya ne söylemeliyim?
[1] Dengli, S. ve Khalfey, S. (2022). “Silence, Exit and the Politics of Piety: Challenging Logocentrism in Political Theory”, Political Silence: Meanings, Functions and Ambiguity, ed. Sophia Dingli ve Thomas N. Cooke, Routledge.
[2] Böll, H. (1986). Doktor Murke'nin Suskunluk Külliyatı, çev. Rezzan Algün, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
[3] Habermas, J. (2023) Kamusallığın Yeni Bir Yapısal Dönüşümü ve Müzakereci Demokrasi, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, s. 19.
[4] Kıvanç, Ü. (2022) “Türkiye'de Siyasi Düşünce: Üstüne Ciltler Yazılmış Hayalet”, Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Dönemler ve Zihniyetler, İletişim Yayınları, s. 67.
[5] A.g.m. s. 67.
[6] Akademik çalışma alanım eğitim politikaları olduğu için ben, AK Parti hükümeti dönemi TBMM Milli Eğitim, Kültür ve Spor komisyonlarındaki karar alma süreçlerindeki kimi siyasal söylemlere yer vereceğim.
[7] Savaşır, İ. (1999). Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi, Metis Yayınları, s. 32.
[8] Noelle-Neumann, Elisabeth (1977). “Turbulences in the Climate of Opinion: Methodological Applications of the Spiral of Silence Theory”, The Public Opinion Quarterly, Vol. 41, No. 2, s. 143-158.
[9] İktidar tarafından kurulması istenilen Diyanet Akademisi’nden bahsediliyor.
[10] Barthes, R. (2023). Göstergebilimsel Serüven, çev. Mehmet Rifat ve Sema Rifat, 11. Baskı, Yapı Kredi Yayınları s. 184.
[11] A.g.e., s. 58.
[12] Ricoeur, P. (2010). Hafıza, Tarih, Unutuş, çev. M. Emin Özcan, Metis Yayınları, s. 538.
[13] A.g.e., s. 534.
[14] Kavas, L. (2001). Kahve ile Nargile, İletişim Yayınları, s. 6.