YÖK Nasıl Kaldırılmalı?

Martha Nussbaum, Yapabilirlikler Yaratmak başlıklı çalışmasında şu önemli cümleyi kullanır: “Hakkında öyle ya da böyle bir fikriniz yoksa aradığınız şeyi bulmanız mümkün olmaz.” Gayrisafi Milli Hasıla gibi “gelişmişlik” göstergelerinin yerine, özellikle içsel yapabilirlikleri dikkate almayı önerir Nussbaum. Öğrenilmiş, toplumsal, ekonomik, ailesel ve siyasi çevreyle etkileşim sonucu geliştirilmiş donanım ve yetenekleri içsel yapabilirlikler olarak tanımlar.[1] Bir toplum, bireylerin yapabilirliklerini yaygınlaştırmak istiyorsa, kaynaklarını özellikle eğitimin iyileştirilmesine ayırmalıdır. YÖK'ün bu minvalde, içsel yapabilirlikleri manipüle etmek ve kişiyi en başta kendine yabancılaştırıp neoliberal ekonomi politikalarının bir çarkı kılmak üzere ortaya atıldığından bahsedebiliriz, sanırım. Hatta Isaiah Berlin’den feyiz alıp[2], YÖK’ün negatif özgürlüğün kapsamı ile ilişkili olan “Bana kaç kapı açık?” sorusunun sorulmasını engellemeye, kişinin neyi/neleri yapmaktan alıkonulduğunu görebilmesinin yollarını kapatmaya “getirilmiş” bir kurum olduğundan da bahsedebiliriz. Mesele biraz de George Orwell’in 1984’ündeki gibi. YÖK başından beri şöyle buyurmuyor mu? “Ben sizin hakiki arzularınızın temsiliyim, siz ne istediğinizi bildiğinizi sansanız da, Führer/biz/Parti Merkez Komitesi, sizden çok daha iyi biliyor ve sizin ’gerçek’ ihtiyaçlarınızı tanımlıyor, size sunuyoruz.” YÖK meselesi tartışılırken genellikle günümüz göstergeleri üzerinden hareket ediliyor, böyle olunca da YÖK'ün kuruluş sürecinin ontolojisi, YÖK'ün bir sivil din olarak kullandığı Kemalizm'in argümanlarına nasıl sığındığı yahut 24 Ocak 1980 kararları ile, neoliberal politikalar ile ilişkisi, pek analiz edilmiyor.

Türkiye’de 24 Ocak 1980’den sonra uygulanan ekonomi politikası, özellikle bazı öğretim üyeleri üzerinde -üniversitelerde kalmayı tercih edenler/kalabilenler- büyük bir etki yapar ki o güne kadar savundukları iktisadi görüşleri değiştirme gereği duyarlar. Öyle ki, Çavdar’a göre[3], bugün, bu değişimlerin etkisi ile Türkiye’de iktisadi düşünceye yönelik tartışmaların ağırlık noktasını 24 Ocak Kararları’ndan türetilen kavramlar teşkil eder; “önce istikrar sonra büyüme” mi, yoksa “istikrarın koşulu olarak büyüme” mi ikilemine odaklanılır âdeta. 24 Ocak Kararları’nı izleyen beş yıl, ülkenin eğitim politikalarında kimi değişimlerin görülmeye başladığı yıllardır. Devlet okullarının ticarileşmesi, özel eğitim kurumu açma girişimlerinin 1980’lerden itibaren çoğalması, özel üniversitelerin kurulması, çalışan öğrencilerin açıköğretim seçeneğine yönlendirilmeleri ve kısıtlı branş imkânları ile mağdur edilmeleri, eğitimin eşitlikçi özelliğini önemli ölçüde zayıflatır. Bu eşitsizlik, bugün palazlanmıştır diyebiliriz sanırım. Daha ilk yıldan, 1980’den başlayarak, kendi görüşlerini ifade etmeye çalışan ve bu minvalde eylemlere katılan öğretmenler de, görevlerinden uzaklaştırılırlar.

1982 yılında Yüksek Öğretim Kurulu Danışma Meclisi Üyesi Prof. Dr. Selçuk Kantarcıoğlu, 1981 yılında kurulan YÖK ile fırsat eşitliğinin kaldırıldığını, parası olanlara akademik kariyer yapma imkânı verildiğini, kayırma metodunun bu kanunla uygulama alanı bulacağını ve görevden kaçmaların çoğalacağını ifade eder.[4] YÖK ile rektör ve dekan gibi üst düzey yöneticilerin görev süreleri dolmadan görevden alınabilecekleri, istenirse öğretim üyelerinin ilişkisinin kesilebileceği bir ortam doğar ve yükseköğrenim kurumu görevlileri, memurlaşma sürecine girerler. 1982 yılına gelindiğinde, üniversite sınavında ilk üçe giren öğrencilerin özel eğitim gören okullarda okumakta olduğu ortaya çıkar.[5] Çalışan öğrencilere üniversitelerde devam zorunluluğu getirildiğinden, açıköğretim talep edilir -yaklaşık 45 bin kişi de kaydolur- ve fakat gençler, daha o zamandan açıköğretimden mezuniyetin sektörde görünür olmanın çok ötesine düşmek demek olduğunu fark ederler.[6] Gençler “Öğrenim hayatımıza YÖK’ün vurduğu neşterle ortada kalan öğrenciler, işsizlik ordusuna katılacak. Yeni kararlar, Anayasa’da yeri olan işsiz ve serseriler ordusuna ve YÖK yöneticilerine hayırlı olsun” derler.[7] Üniversitede “anarşiye” karışan öğrenciye, kredi verilmeyeceği kararı alınır. Üniversitelere öğrenci “gönderen” özel dershaneler palazlanır, yaklaşık 80 bin öğrencisi vardır bu dershanelerin. Özel dershane sahibi olan Sıtkı Alp, âdeta şimdilerde de kulağımıza çalınabilecek şu yorumlarda bulunur mesela:

Fırsat eşitliğinin tam olarak sağlanması çok zor. Özel dershaneler kaldırılsa bile bu önlenmiş olmaz. Fırsat eşitliğinin tam olarak sağlanması isteniyorsa, öğrenciler sınav öncesi 3 ay kampa alınır. Kamptaki öğrenciler aynı koşullarda bir süre yaşarlar. Bu kamp sonunda da tümü sınava alınır. İşte o zaman hangi öğrencinin zeki olduğu ortaya çıkar. Ama şimdi bu mümkün değil. Çünkü eşitlik zaten hiçbir tarafta yok. Bir çocuk özel ders alırken, öbürü hiç çalışamadan sınava giriyor.[8]

Burada aklıma Louis Althusser’in “ideoloji, bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayalî ilişkilerin bir tasarımıdır” cümlesi geliyor. Althusser[9], her ideolojinin, zorunlu hayalî çarpıtması içinde, var olan üretim ilişkilerini (ve onlardan türeyen öbür ilişkileri) değil, fakat her şeyden önce bireylerin, üretim ilişkileri ve onlardan türeyen ilişkilerle olan hayalî ilişkisini gösterdiğini, dolayısıyla ideolojilerin, bireylerin varoluşunu yöneten gerçek ilişkiler sistemini değil, fakat bu bireylerin içinde yaşadıkları gerçek ilişkilerle hayalî ilişkisini yansıttığını belirtiyordu. Özel dershane sahibine o vakitler bu cümleleri kurduran, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi içinde yer alan, Türkiye toplumunun sınıfsız bir toplum olduğu inancı (tasarımı) ve bu inançtan türeyen, kapitalizme anti-liberal bir teorik-ahlâki rasyonel sağlamaya çalışan korporatist politikaların[10] zaman içinde toplumda kök salarak emek sömürüsünü olağanlaştırması/normalleştirmesi idi. Bugün de bu süreci tam da buradan okumak mümkün görünüyor.

1983 yılına gelindiğinde, üniversitelerden atılan öğretim üyelerinin yerini doldurmaya çalışan kadrolu diğer öğretim üyelerinin, üniversiteler arasında geçirdikleri yolculuklar dolayısıyla maaşlarının yetmediği ilan edilir, zira atılan/istifa eden öğretim üyesi sayısı 700 civarındadır.[11] Batı Berlin Senatosu'nda, görevlerine YÖK tarafından son verilen ya da sözleşmesi uzatılmayan Türkiyeli öğretim üyeleri için üniversitelerde kürsü açması kabul edilir.[12] Öğrenciler artan ders yükleri ve her kademede atılabilme olasılığının gelmesi ile birlikte, “atıldık mı, kaldık mı” korkusu ile yaşamaya başlamışlardır. Bir üniversite öğrencisi, kendisi ile yapılan röportajda şunları söyler:

Devam zorunluluğunu koyup, dışarıda bir işte çalışarak giderlerimizi karşılamamız engelleniyor. Kışın buz gibi soğuk, yağışlı havalarda, içinde şemsiye açılan dersliklerde “bol kayıt, az diploma” sözüne uygun, öğrencilerin balık istifi gibi üst üste olduğu sınıflarda, adının olup kendisinin olmadığı binalarda öğrenip yaptırılıyor. Başımızı sokacak bir yerin zor bulunduğu, sıcak bir akşam yemeğinin düş olduğu, biraz peynir ve ekmekle ve bazen bunlar dahi olmadan sabahın edildiği, simit ile çayın lüks olduğu bir ortamda bizden nasıl bir başarı bekleniyor?[13]

Ki o yıllarda, Türkiye’de 3 milyon gencin geçim sıkıntısı yüzünden çalışmak durumunda oldukları saptanır.[14]

Üniversite öğrencilerine, sendika üyeliği de yasaklanır. Okullarda örgütlenemeyen gençler, kahvehanelerin yolunu tutmaya başlarlar. 1984 yılında, zamanının Milli Eğitim Bakanı Dinçerler, dalga geçercesine gençliğin büyük kısmının gittiği kahvehaneleri yeniden düzenleyip buralara okuma salonu yapılacağını belirtir.[15] Sabancı, Koç gibi özel üniversitelerin kurulma çalışmaları başlar. YÖK’ün fikir babası İhsan Doğramacı, vakıf üniversitesi kurmanın zor ve pahalı olduğunu belirtir ve şöyle der: ''Kanun çıkınca birkaç kişi geldi. Biz üniversite kuracağız dedi. 200 milyon liraları varmış. Ben 1 milyar lira para gerekeceğini söyleyince düşünelim deyip gittiler. Bir daha da gelmediler.”[16] Ankara Üniversitesi rektör yardımcılığına atanan Prof. Fikret Eren'in Milliyetçi Türkiye kitabını Kurt Karaca takma adıyla yazdığı çıkar ortaya; kitapta, her soyun fikri ve fizik gücünün birbirinden ayrı olduğu, büyük ve değerli bir soy olan Türk soyunun yozlaşma ve yabancılaşma tehlikesine karşı korunması gerektiği, eğitim müesseselerinin Türklük şuuru vermesi gerektiği anlatılır.[17] Türkiye genelinde öğrenciler yurt bulamadıkları için üniversiteden ayrılmak zorunda kalırken, milyarlık Sabancı Kız Öğrenci Yurdu, Kenan Evren tarafından açılır ve Evren “Yurtlar olmayınca öğrenciler rejim düşmanlarının aşıladıkları teorilerle eğitilmektedirler,” der.[18] YÖK, üniversite rektörlüklerine bir yazı göndererek, öğretim üyeleri ve öğrenciler hakkında “bilgi fişi” tutulmasını ve bunun devamlı güncellenmesini ister.[19] Kenan Evren, “YÖK'e sataşanlara ağırlığımı koyarım,” da der.[20]

YÖK’ün kurulmasından itibaren gözlenen tüm bu ve benzeri süreçlerin, neoliberal ekonomi politikalarından bağımsız okunamayacağı, ayrıca Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinin YÖK’e bir sivil din olarak arkalık sağladığı es geçilmemeli. YÖK’ün toplumun üzerinde yarattığı ağırlık, 1980’lerden bu yana kat ve kat arttı. Olası bir hükümet değişikliğinde sadece YÖK’ü lağvetmek yetmeyecek, eğitimde özellikle fırsat eşitliğinin tekrar sağlanabilmesi için, süreci özel üniversiteleri ile, açıköğretim fakülteleri ile, dershaneleri ile, yurtları, kredileri ile, resmî ideolojinin tahakkümü ile tekrar ele almak gerekecek.


[1] Nussbaum, M. (2018) Yapabilirlikler Yaratmak: İnsani Gelişmişlik Yaklaşımı, çev. Selda Somuncuoğlu, İletişim Yayınları, s. 37.

[2] Berlin, I. (2016), Isaiah Berlin ile Konuşmalar, çev. Zeynel Abidin Kılınç, 2. Baskı, Yapı Kredi Yayınları.

[3] Çavdar, T. (1983) ‘’Cumhuriyet Döneminde Türk İktisadi Düşüncesi’’, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, s. 1076.

[4] Cumhuriyet, 25.1.1982.

[5] Milliyet, 20.5.1982. 

[6] Cumhuriyet, 13.9.1982.

[7] Cumhuriyet, 15.9.1982.

[8] Cumhuriyet, 12.3.1983.

[9] Althusser, L. 2002, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Yusuf Alp, Mahmut Özışık, 5. Baskı, İletişim Yayınları.

[10] Parla, T. 2021, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, 2. Baskı, Metis Yayınları.

[11] Cumhuriyet, 6.10.1983.

[12] Cumhuriyet, 7.11.1984.

[13] Cumhuriyet, 22.10.1983.

[14] Milliyet, 13.4.1983.

[15] Cumhuriyet, 19.1.1984.

[16] Cumhuriyet, 6.3.1984.

[17] Cumhuriyet, 9.5.1984.

[18] Cumhuriyet, 2.12.1984.

[19] Cumhuriyet, 18.12.1984.

[20] Cumhuriyet, 27.12.1984.