Taşralaşan Dünyada Felsefe ve Akademi: Liyakatten “Network”e

Hayatı bu kadar problem etmenin nedeni sanıyorum ki insanları iyi ve kötü olarak ikiye ayırman; tabii ki yanılıyorsun. Hayatta yalnızca kötü insanlar vardır; ve bu kötü insanların bazıları karşı saflardadır.

Terry Pratchett

Son haftalarda, birbirinden bağımsız kulvarlarda ilerleyen iki tartışma vuku buldu. İlki, koronavirüs bağlamında, felsefenin “assolist”lerinin (Žižek, Agamben, Nancy vb.), birbiri ardına sahnede arz-ı endam ederek, felsefenin değil de, daha çok kendi felsefelerinin güncelliği üzerine söylediklerini konu alıyor.[1] Ahmet İnsel’in yerinde bir tespit ile “yarattığı küçük tekel alanını koruma çabası”ndaki aceleci tüccarlara benzettiği bu felsefecilerin, krizi fırsata çevirerek, koronavirüsünü kendi düşünce sistemlerinin bir tasdiknamesi olarak kavramsallaştırma çabasında oldukları görülüyor. İkinci tartışma, tabiri caiz ise, assolistliklerin pek de yolunun düşmediği bir “taşra”da, yani Türkiye’de, Akademi’nin nesilden nesile değişerek, sosyal medya çağında kendini içinde bulduğu “perişan” durumu mesele ediyor.[2] Elbette, iki görüş de, büyük genellemeler üzerinden işlese de, genel bir hissiyatı ortaya koymaları bakımından ilgi görmüş tartışmalar.

Postkolonyal Kavşak

İki tartışma da kendi içinde değerli katılımlarla genişlerken, kimse, felsefenin akıbeti ile Türkiye akademisinin garabeti arasında bir bağ sezinlemiyor. Bilakis, iki tartışma da, günümüzde cereyan eden birçok mesele gibi, ortaya çıktığı kapalı kutularda yaşanarak, ortak süreçlerle orkestra edilen dünyanın ortak meselelerine bağlanmadan kendi halinde akıp gidiyor. Halbuki, kapalı kutulardansa, ufka bakan bir analiz şöyle tuhaf bir sonucu ortaya çıkarabilir. Bir yanda, kendi taşralaşmışlığının farkına varamadığı için hâlâ herkesin kendisini alkışladığı bir sahne varmışcasına hareket eden, vadesi dolmuş bir assolistlik müessesesi olarak felsefe (bir çeşit “one-man show”); öte yanda ise, ancak küresel taşralaşma ile görünür olabilmiş bir kurumun kendi imkânının reddi üzerine kurulu nostaljik bir assolistik müessessi özlemi ile karşı karşıyayız. Yani, felsefenin güncel sorunlar karşısında tecrübe ettiği kifayetsizlik ile Türkiye akademisinin hali pürmelali, küresel bir sürecin birbirleri ile ilişki halinde analiz edilmesi gereken iki farklı ifadesi.

“Assolistlik” ve “taşra” metaforları, böylelikle, farklı kulvarlarda ilerleyen iki tartışmayı postkolonyal düşünürler tarafından açılmış bir kavşağa getiriyor. Zira postkolonyal düşünürler Avrupa’yı taşralaştırdığından beridir, assolistlere ihtiyaç duyulmadan da görünür kılınmanın bir yolu bulunmakla kalınmamış, aynı zamanda assolistlik müessesesi de, hemen yukarıda örneklediğimiz üzere, taarruz altına alınmış durumda. Bu yazı da, her bir meselenin kendine has problematiklerini değil, o kavşağın ta kendisinin analizi üzerine bir deneme olacak.

Tarihe Demir Atmış Akademisyen

Öncelikle şunu belirtmek lazım. Bugün, “akademisyen” olarak nitelendirilen, modernite adlı küresel sürecin tesadüfi bir ifadesi olarak hayatımızın bir parçası haline gelmiş insanlar, genel olarak, gerek analizlerinde gerekse de söylem ve tutumlarında, tarihe demir atmış gibi, kerameti kendinden menkul bir izlenim sergiliyorlar. Her şey değişirken, sanki onlar bu değişimin tam kalbinde değişmeden kalacak, şeffaf bir ruh gibi, olup olmakta olan her şeyi nesnel bir şekilde gözlemlemeye devam edecekler. Kendi tarihselliğini inkâr eden bu çelişkili tutum, dolayısıyla, akademi ve felsefenin hem kavram/dil hem de sosyal gerçeklik bazında devamlı değişim halinde olduğunu gözden kaçırıyor. Bu nedenle, bahsi geçen iki tartışma arasında ilişki kurmak için geçmişe gitmemiz, nerelerden, ne amaçlarla geçerek bugünlere geldiğimizi, kaçınılmaz bir şekilde içinden konuştuğumuz hermenötik çemberi de unutmadan, irdelememiz gerekiyor. Elbette böyle devasa bir vazifeyi layıkıyla yerine getirmek hem beni hem de bu yazının sınırlarını aşacağı için farklı bir strateji izlememiz lazım. Benim stratejim, kısa ve açıklayıcı olması babında kendi kişisel tecrübelerimden yola çıkarak, mevzuyu eğitim kavramına getirip daha sonra yazının temel sorunsalını (yani felsefenin kifayetsizliği ve akademinin garabeti arasındaki gözden kaçırılan ilişkiyi) bu kavram etrafında yeniden analiz etmek olacak. Böylelikle, yukarıda “kavşak” ile nitelendirdiğim, daha geniş, küresel ve sistemik değişimlere işaret edebilmeyi umuyorum.

Parçalanma: Lokanta ile Akademi Arasında

Felsefe lisans ve yüksek lisans eğitimlerimi Belçika’da yerine getirirken, maddi olarak desteğe ihtiyacım olduğundan ötürü bir lokantanın mutfağında çalışmaya başlamıştım. Çalıştığım bir Flaman lokantası olsa da mutfakta çalışan, bırakın Flamanı, tek bir Batı veya Kuzey Avrupalı yoktu. O coğrafyalardan gelenler genelde çalışmaz; ama çalışıyorsa da garson gibi “görünür” yerlerde görev alırken, “görünmeyen” alanlar biz göçmenlere ayrılmıştı. Bu tip “seçici geçirgen” hiyerarşiler (“seçiçi-geçirgen”, çünkü yeteri kadar paran varsa kazanan tarafa geçebilirsin –bu duruma “akışkanlık” deniliyor, en azından akabilenler tarafından), Avrupa’da yaşamış hemen hemen her Türkiyelinin gündelik hayatının bir parçası olan kaçınılmaz güç asimetrilerinin bir ifadesidir. Bu gündelik hayatta kaçınılmaz bir tecrübedir, çünkü insanın, yanlışlığının ve adaletsizliğinin farkında olsa da aşamadığı Fanon’un “ve bir gün büyük beyaz sahip arkaşlarına ‘hadi zencilere karşı iyi davranalım’ dedi,” satırları ile dikkat çekmeye çalıştığı tanınmayı (recognition) temel alan talihsiz bir duruma işaret eder. Velhasıl tartışmayı, “Avrupa’daki göçmenlerin yürek burkan dramı” gibi tek yönlü bir Yeşilçam analizinden çıkarıp mevzuya dönecek olursak şunu söyleyebilirim ki, bir yandan felsefe eğitimi alırken, öte yandan lokantada çalışmak, hayatımı değiştiren tecrübelerden biri oldu.

Burada altını çizmek istediğim iki husus var. İlk olarak, lokanta gibi daha çok orta ve üst sınıfa hizmet vermek üzere kurulu müesseselerin, mekânların ve kurumların, bu kurumlara dahil olanlarda uyandırdığı bir “hissiyat” var. İkinci olarak, bir lokantada (ve benzeri platformlarda) yarı-zamanlı da olsa, düzenli bir şekilde çalışmak, bunu tecrübe eden herkesin bileceği üzere, yalnızca “lokantaya gidip gelmek” ile sınırlı, kendine ait derinliğe sahip olmayan bir pratikler bütünü olarak anlaşılmamalı. Bilakis, “lokanta”, âdeta yaşayan bir organizma olarak insanın hayatının bir parçası haline gelir ve akşam mesai bitip de mekânı terk edince, bir havalimanını terk edermişçesine, geride kalmaz. Bir pratikler bütününe dahil olmanın bir sonucu olarak yakın markajda gelişen ego-mücadeleleri, çaresiz verilmiş sözler, bir güç alanı olarak sorumluluklar ve hepsinin içinde yoğrulduğu, hiç dillendirilmeyen ama alttan alta bir magma gibi kaynamakta olan kaybetmişlik, geç kalmışlık, çaresizlik hissiyatı. Yarı-zamanlı lokantada çalışmak bu nedenle bir hortuma benzetilebilir; yeterli kudretle zapt edilmez ise, insanın hayatının geri kalanını kolayca yutabilir.

Modern Hayatta Yaşam: Parçalanma

Eğer yutması önlenebilir ise, ortaya çıkan sonuç, kaçınılmaz bir şekilde, dağılım/parçalanma olur. Kaçı bunu, bu şekilde, sahiden tecrübe etmiştir bilinmez ama, akademisyenler, modernitenin bir alametifarikası olarak parçalanmadan (fragmentation) bol bol bahseder. Benim de, akademi ile lokanta arasında tecrübe ettiğim bu idi. Bu parçalanmışlık, daha sonra maaşla doktoraya başlayıp lokantada çalışmayı bıraktığımda unutulup gitmedi. Parçalanmak, sanıyorum, geriye dönüşü olmayan bir deneyim. Hasılı, bu parçalanmışlıkta, beni en çok etkisi altına alan bu iki yaşayan mekânın (akademi ve lokanta), aslında ne kadar da birbirinden bağımsızmışçasına, birbirini zerre umursamadan akıp gidebildiği oldu. Akademik mecrada, en güzel kitabı yazabilirdin, en mükemmel makaleyi basabilirdin ve en nihayetinde hayat, sen sanki hiçbir şey yapmamışsın gibi, hiç değişmeden gürül gürül akmaya devam ederdi.[3] Böylelikle tüm bu süreçten tek beklentin, lokantada servis ettiğimiz yemeğin fotoğrafının Instagram’da topladığı beğeniden farklı olmazdı. İki mekânda da, benzer ego-mücadeleleri, benzer bencillikler ve benzer dertler olmasına rağmen, sosyal hiyerarşideki yerleri ve gelir durumları bakımından farklı bir hissiyat veriyordu. Ama en nihayetinde iki mekân da, tuhaf bir şekilde, hayatla bağı marjinal bir evcilik oyununu andırıyordu.

Postmodernizm ve Network

Böylelikle, postmodernizmin tehlikeli sularına doğru yelken açmış ve son yılların en çok kullanılan terimlerinden biriyle tanışmış idim: network, yani kavramı. Aynı dünyada yer almasına rağmen, sanki kendi içine kapanmış paralel evrenlerde vuku buluyormuşçasına işlemekte olan bu iki mekân, her şeyin aslında bir networkten ibaret olduğuna dair bir şüphe uyandırıyordu. Paradigmatik bir figür olarak, Bruno Latour’un şempanzeleri inceler gibi biliminsanlarını incelemesi ve yukarıda bahsettiğimiz taşralaşmanın bir aracı ve ifadesi olarak yıllarca antropolijistlerin Batılı olmayan toplumlara reva gördüğü metotları alıp Batı’nın kendi özü olarak tanımladığı bilime uygulaması, ortaya katlanılması zor, “çirkin” bir gerçeğin çıkmasına neden oluyordu. Bu gerçeğin kalbinde ise “bilim”in modern dünyadaki yeri ve önemi yatıyordu, dersek abartmış olmayız sanıyorum.

Bilimin amacı, Gareth Leng ve Rhodri Ivor Leng göre, sanılanın aksine, dinlenmek bilmez bir eleştirel tavır ile durmaksızın kendi varsayımlarını sorgulamak değildir.[4] Bilakis, biliminsanları (ki onlar olmadan bilim ne görülmüş ne de duyulmuştur), kaba ama yerinde bir genelleme ile, öteki insanları kendi fikirlerinin önemine ikna edebilmek için akıl ve retoriği kullanan; fikirlerini çürütecek değil, bilakis destekleyecek kanıtlar peşinde koşan; hatta ve hatta, işine gelmeyince, uygunsuz dellilleri görmezden gelebilen insanlardır.

Sonuç olarak, entelektüellikte bir tür sanallaşma yaşanıyordu. Etrafına, yeterli miktarda, kendisi ile, aşağı yukarı, aynı görüşlere sahip insanı toplayabilenin gerçeği, hakikate evriliyordu. Bu şekilde kurulan bu referans networkü, mütemadiyen kendi kendini yeniden üretmekle meşgul, hayat ile ilişkisi marjinal denilebilecek bir müessese görünümünü alıyordu. Marjinal çünkü lokantada yaşananları konu almak için akademisyenin lokantaya ihtiyacı yoktu. Akademisyenin tek ihtiyaç duyduğu, lokanta hakkında konuşabilmesine olanak sağlayan bir referans networkü idi; ve o da ziyadesi ile mevcuttu. Akademide yeri olmayan daha “kaba” bir dille söylemek gerekirse, yaşayan lokantada kim ölmüş, kim kalmış, kimin ne derdi varmış, akademinin sorunu değildi; nasıl ki, dört günlük tatil izni almak için lokantaya nadiren uğrayan patronunun karşısında eğilip bükülen çalışanın, akademisyenin ne yazdığı ve yazacağının zerre umurunda olmadığı gibi.

Eğitim: Liyakattan Networke

“Parçalanma” ile neyi kastettiğim açıksa, “eğitim” mevzusuna geçelim.

Burada “eğitim”den kastım, Almancada, eğitim, öğretim, kültür, insanın aynı toprak gibi işlenmesi ve münevver hale gelmesi anlamlarını taşıyan, modern pedagojinin yapıtaşlarından olan Bildung kavramı. Norbert Elias, harikulade eseri Uygarlık Süreci’nde Almanya’da eğitim kavramının bilhassa Fransa’ya nazaran, neden daha belirgin bir öneme sahip olduğuna sistematik bir açıklama getirir. Haddiden fazla kısa bir özet ile, Elias’a göre, Fransa’da soylular, modernleşme ile birlikte peydah olan orta sınıfa sempati ile yaklaşıp, liyakat esasınca, onları da aralarına çekingen ama samimi bir şekilde kabul ederken; Almanya’da orta sınıf ile soylular arasında deneyimlenen büyük bir düşmanlık ortaya çıkar. Soyluların sarayları karşısında, kendi kaleleri olarak akademiyi/üniversiteleri belirleyen Alman orta sınıfı (ki Almanca’da orta sınıf ve burjuva aynı kelime ile nitelendirilir ve temelde şehir hayatıyla bağdaştırılır) için “eğitim/kültür”, kendini meşrulaştırma ve yukarı taşımada temel savaş aracıdır. Eğitim, bu bağlamda, eskimekte olan, statik ve durağan, likayata değil de kan ve ünvan üzerine kurulu düzenin yerini orta sınıfın yarattığı yeni, uluslarla çevrili dünyaya bırakmasını simgeler. Eğitim, aynı zamanda, değişen dünyayı bir arada tutan, aynı anda var olan farkı zamanları, senkronize eden bir prensiptir de.[5] Yani, başka bir deyişle, eğitim (ve dolayısıyla akademi) insanın hayatının belli bir bölümünde, ileride iş bulmak veya zorunlu olduğu için, başvurduğu bir prensipten çok daha fazlası; imparatorluklardan sonra kurulan yeni dinamik, orta sınıf, şehirli toplumların (ulus-devletlerin) temel organizasyon prensiplerinden biridir. -itim; erek, yani insanı disiplin ederek, onu ulus-devletin bir vatandaşına dönüştürür.

Taşra, Eğitim ve Network

Burada asıl soru, networklerden oluşan bir dünyada “eğitim” ve dolayısıyla liyakat prensibinin hâlâ toplumları organize eden temel prensip olarak kalıp kalamayacağıdır.

Yazının başında, akademisyenin kendini tarihe çakılı sanması ile anlatmak istediğim aslında tam olarak bu idi. “Eğitim” ve modern anlamıyla akademi, yukarıdaki daracık analizle işaret ettiğim üzere, gökten tanrı eliyle indirilmiş bir kurum, fikir veya prensip değildir. Bu nedenle de, mütemadiyen var olacağı varsayımı ile düşünmeye başlamak bir hatadır. Bugün bu kavramın hâlâ daha dünyayı anlamaya yardımcı olması, yarın da bunun bu şekilde devam etmesi gerektiği anlamına gelmez. Post-truth kavramının tartışmaya açtığı, bu bağlamda, “eğitim”dir de diyebiliriz.

Böylelikle, nihayetinde, felsefenin kifayetsizliği ile Türkiye akademisinin hali pürmelalinin buluştuğu o küresel kavşağa varmış olduk. Karşımızda birbirine zıtmış izlenimi veren ama aynı zeminden -ya da zeminsizlikten mi demeli- beslenen iki görüş var. İlki, “assolistlerin” “mal bulmuş mağribi” gibi güncel sorunların üzerine atlayıp, kendi networklerini yeniden üretme çabaları neticesinde felsefenin düştüğü durumu işaret ederken; ikincisi, bu networkleşmenin Türkiye akademisinde yol açtığı kabileleşmeyi, değersizleşmeyi, ikiyüzlüleşmeyi, Instagramlaşmayı işaret ediyor. Aslına bakılır ise, bu iki görüş de, temelde, aynı normatif prensibin varsayımı üzerine kurulu: eğitim iyidir, liyakat kaçınılmazdır.[6]

Eğitim İyidir, Liyakat Kaçınılmazdır

“Eğitim”, elbette iyidir. Lakin mevzu, hangi “eğitim”den bahsedildiğidir. Tarih kuramcısı Reinhart Koselleck’in dediği gibi yalnızca tarihi olmayanlar tanımlanabilir. Dolayısıyla, mevzu -ki çelişkinin temel kaynağı da tam olarak burası- bu iki görüşün de kendisini arızi bir “eğitim” prensibi ile özdeşleştirip networkleşme fenomeninin, kendilerine de bu dünyada bir yer açılmasına (yani görünür olmalarına) olanak sağlayan “taşralaşma” sürecindeki yerinin kavrayamamalarından kaynaklanır. Bu aslında tuhaf bir durumdur: Her şeyin “eskisi” gibi olmasını isteyen, ama o eskide yeri, en kibar tabir ile, “muallakta olan” bir arzu. Fanon’un geçmişi elinin tersi ile itip “benim zeminim bizzat kendimdir,” diyerek aşmaya çalıştığı bir çelişki, başka bir deyişle.

Ne var ki, ne dünsüz bir gelecek, ne de networksüz bir taşralaşma mümkündür. Mevzu fazla soyut ise, izin verin kişisele döneyim. Ankara’nın bağrından çıkmış, sıradan bir ailenin, sıradan bir çocuğunun, bugün Avrupa’nın göbeğinde, 20. yüzyılın en büyük felsefecilerinin birinin arşivinde doktora yapabilmesinin bir bedeli vardır; ve bu bedel, değişime ayak uyduramayan bir hoşnutsuzluk içinde hiç yaşanmamış bir geçmişi anmakla ödenmesi mümkün olmayan bir bedeldir. Avrupa dışındaki toplumların, küresel kapitalizmde liyakat esasına dahil edilmesi, yani bu dışarıya “açılma”, bu “özgürleşme”, bu “demokratikleşme”, aynı zamanda, liyakat esasının temellerini oyan bir networkleşmeden bağımsız bir şekilde analiz edilemez. Başka bir deyişle karşımızda “iyi” ve “kötü”lerden oluşan bir süperkahraman filmi yoktur. Bu bağlamda, “eğitim” prensibi, kapitalizmin küreselleşmesi ile birlikte, eski statik ve kendinden emin konumunu geride bırakarak, kendi imkânsızlığını içinde barındıran sancılı ve çelişkili bir sürece dönüşmüş vaziyettedir. Prensiplerin otonomisini kaybettiği bu dinamikte vafize, “eğitim” gibi, insanın en yakın bulduğu değerleri dahi paranteze alarak, bu durum üzerine etraflıca düşünmektir.[7] Karşımızda, eleştirince doğrudan sıyrılabildiğimiz bir “gerçeklik” olmadığı gibi, bugün herkes yazmayı bıraksa, hepimizi en az yüz sene götürecek eleştiri de halihazırda mevcuttur.

Düşüncenin Vazifesi

Bilmek veya akademisyen olmak, bizi doğrudan, imtiyaz sahibi bir konuma getirmiyor. Likayat esasıyla organize edilmiş başka tarihleri tekrarlamak mümkün değil. Karşımızda, beğensek de, beğenmesek de, anlamamız gereken yeni bir dünya var. Bu yeni gerçekliğin aklın sınırlarını zorlayan karmaşıklığı ve bizim bu gerçeklik ile olan dolaşmışlığımız, herkesin mütemadiyen birbirini yeterince bilmemekle suçlamasıyla çözülecekmiş gibi durmamasının yanında, bizzat bu tavrın sorunu daha da körüklemekten öteye gitmediğini söylemek de mümkün. Martin Heidegger’in sözleriyle “şizaresi kaymış” bu yeni dünya, bizleri “eğitim” ve “kültür”ün (Bildung) ve dolayısıyla “bilgi” ve “liyakat”in temel organizasyon prensibi olmadığı, orta sınıf ve ulus-devletin ötesinde, yeni bir dünyanın ihtimalini düşünmeye davet ediyor. Heidegger’in “düşüncenin vazifesi”[8] olarak tanımladığı bu durum, aynı zamanda, felsefeyi gündelik politik dertlerden bir nebze olsun soyutlamak; ve bu soyutlamayı da bir tutum olarak yerine getirmek anlamına geliyor. Böylelikle, düşünce, liyakat ve network esasları neticesinde neofeudal bir düzene doğru sürüklenmekte olan bir dünyadan başka dünyanın da olanakları üzerine düşünüp, tartmak için açıklık sağlıyor.[9] Belki de bu nedenle, bu süreçte, düşünce imtiyaz sahibidir diyebiliriz; zira, kendi arıziliği ile hasbıhal edebilecek belki tek araçtır, düşünce.[10]


[1] Bu mevzu üzerine bkz. P. Burcu Yalım, Hakan Yücefer, Emre Koyuncu, “Salgını Olaylaştırmak: Koronavirüs ve Felsefe Üzerine Bir Söyleşi”.

[2] Taşralaşma için Bkz. Dipesh Chakrabarty, Avrupa’yı Taşralaştırmak: Postkolonyal Düşünce ve Tarihsel Farklılık, çev. İlker Cörüt (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2012). Akademi odaklı tartışma için bkz. Doğan Gürpınar, “‘I am Delighted to…..’: Akademisyen Pornosu Üzerine

[3] Hayat ile düşünce arasındaki bağ(sızlık) üzerine şöyle bir yazı yazmış idim.

[4] Gareth Leng ve Rhodri Ivor Leng, The Matter of Facts: Skepticism, Persuasion, and Evidence in Science (New York: MIT Press, 2020).

[5] Bkz. Helge Jordheim, “Introduction: Multiple Times and the Work of Synchronization”, History and Theory 53, Aralık 2014, s. 498–518.

[6] Son yıllarda artan bir liyakat eleştirisi var: örneğin: “A belief in meritocracy is not only false: it’s bad for you”.

[7] Thomas Bauer’in Tanıl Bora tarafından çevrilen Müphemlik Kültürü ve İslâm: Farklı Bir İslâm Tarihi Okuması kitabı, “eğitim” prensibi dışında organize edilmiş bir dünyanın imkânı hakkında açıklayıcı olabilir.

[8] Martin Heidegger, “The End of Philosophy and the Task of Thinking”, Basic Writings, ed. Krell, s. 427-449.

[9] Örneğin, Susanne Claxton’ın Heidegger's Gods: An Ecofeminist Perspective (New Heidegger Research) adlı kitabı.

[10] Elbette, bizi düşünmeye sevk eden fakat yazı çerçevesinde değinemediğimiz bir başka etken de iklim değişikliği veya insanın yeryüzü üzerindeki etkilerini daha genel hatlarıyla ele alan Anthropocene.