Yeni Bir Ortak “Vatandaşlık” Tanımı Arama

2023 Cumhuriyetin yüzüncü yılı. Ve muhtemelen yüzyıl öncesi, 1923 yılı öneminde.

Toplumların tarihinde yüz yıl, üç-dört kuşak tarafından şahsen bilinebilen, hafızalarda utançları ve gururları, yenilgileri ve zaferleri ile yaşayan bir zaman dilimi. Sonuçta dedenizin yaptığını, dedenize yapılanı, bizzat duyduğunuz için kişisel olarak hissedersiniz. Kolayca unutulabilecek bir tarih bilgisi değil, size ait bir anıdır.

1920–1924 yılları arasında genç Türkiye çok önemli bir politik değişim yaşadı. Bu döneme her ne kadar “İstiklal Harbi” dense ve yabancı istilasına karşı bağımsızlık savaşı olduğu vurgulansa da bu dönem aynı zamanda bir iç savaş dönemi. Daha doğrusu, Osmanlı’nın son on yıllarına damgasını vuran ve parçalanması ile sonuçlanan iç savaşların son perdesi, Osmanlı’nın son iç savaşı. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını başlangıç olarak alırsak, bu iç savaş, temelde Osmanlı’nın yeniden canlandırılması çabası ile artık adı konmaya çalışılan Cumhuriyet arasında bir savaş.

Bu dönemin tarihinin yazımında toplumun aslında “üniter bir yapı olduğu” ve topyekûn düşmana karşı savaştığı mitosunun savunulabilmesi için iç savaştan muğlak olarak bahsedilmesi, bunun marjinalleştirilmesi önemli. Dolayısıyla, “iç isyanlar” diye adlandırılır bu iç çatışmalar. Bu tarz söylem Cumhuriyet’in hikâyesinin, hemen her büyük ihtilal gibi, aslında ilerlemeci bir azınlık ihtilali olduğunun inkârı çabası ile ilgili. Büyük parçalanmaların ardından yüzlerce yıllık “Osmanlı” kimliğinin kaybının yol açtığı derin boşluk ve toplumsal yas da “dışarıya karşı savaşan bütünleşmiş bir Türkiye” imgesi ile onarılmaya çalışılmış muhtemelen.

1920–1924 yılları arasında, önemli bir toplumsal kesimin hafızasında hâlâ canlı olan, dikkate değer ikinci bir politik değişim daha yaşadı genç Türkiye. Ve bu da İstiklal savaşı/iç savaş kavramlarında olduğu gibi, ikinci bir unutma ve unutturma çabasına maruz kaldı. Ama bu tarihyazımı da başarılı olamadı ve unutulamayan, günümüze dek süren bir hesaplaşamama sorunu olarak varlığını korudu. 

Unutulmaya çalışılan bu ikinci sorun, bu tarihi kesitte, 1920-1924 yılları arasında, iç savaşta başlangıçta aynı tarafta mücadele eden siyasi ittifak içi hesaplaşmalar ile ilgili. İslâmi kesimi temsil eden ve Kürtleri temsil eden örgütlerin Meclis düzeyindeki temsilcileri ile tüm isyanın lideri Kemalist hareket arasındaki ittifak 1924’te, ikinci Anayasa netleştiğinde parçalandı. Kemalist kanat, giderek güçlenen orduyu arkasına alarak, teorik ve siyasi liderinin kafasında net olan programını tek başına uygulamaya koydu. Monarşi yıkıldı, hilafet kaldırıldı, Roma hukuku, Latin alfabesi, kıyafet devrimleri ile yeni “Batılı” bir kimliğe geçilmeye başlandı. İslâmi kimlik Diyanet ile devlet kontrolüne alındı, Kürtlük reddedildi, bütünleştirici bir millet tanımı olarak Türklük büyük bir güçle tarihyazımına, dile ve ulusal kimliğe egemen oldu. Bu “ihtilal içinde ihtilal”e karşı ciddi, politik eylem düzleminde itirazlar olacağı, kurucu kadro tarafından çabuk anlaşıldı; “İzmir suikastı davası”, “Serbest Fırka denemesi”, “Dersim isyanı” gibi tanımlayıcı isimleri olan olaylarda, muhalif hareketler hızla bastırıldı ve muhalefet yer altına itildi.

TBMM (1920), Kürtler

Anadolu ihtilalinin başlarında var olan konsensüste görülen bu büyük yıkılma, o dönemin konjonktürü içinde muhtemelen zorunlu idi ve pragmatist bir yaklaşımla zımni bir anlaşma sağlanmaya çalışıldı. Ancak bu sadece, ana politik güç temeli olan ordu ve yeni yapılanan parti (Cumhuriyet Halk Fırkası) içinde geçici bir birleşme sağladı. Ve başlangıçta Kemalist hareketi desteklemiş olan İslâmi ve Kürt kesimleri tarafından da muhtemelen ihanet olarak algılandı. Bu duruma, o günün gerçekleri ve gözlüğüyle, etik değerlendirmelerden arındırarak bakarsak, politik çıkarlar bakımından gerek Kemalist iktidarın ittifakları yıkması ve gerekse de ittifaktan atılan kesimlerin bunu bir siyasi öç konusuna dönüştürüp, yeni dönemde, ellerinden alınan güçleri geri almaya çabalamaları anlaşılmaz gelişmeler olmaktan çıkıyor.

Bir bakıma, Cumhuriyet’in son yüz yıllık politik hikâyesi, bu tarihi kesitteki iktidar içi çatışmalarda tematik olarak ortaya çıkmış ve Türkiye’de politika o zamandan beri bu üç ayaklı çatışma ekseninde dönmüştür denebilir; etatist/devletçi laik kesim, İslâmi siyaset ve Kürt hareketi triumvirası ve bu birbirini belirleyen, birbirinin varlığına yaşamsal olarak bağlı üçlünün bitmeyen kavgaları.

TBMM (1920), Ulema

Serbest seçim sisteminin gelmesiyle büyük çoğunluğu mütedeyyin olan halk, önce ılımlı muhafazakâr partilere ve son otuz yıldır da daha radikalleşip, sistemi değiştirmeye yönelen İslâmi ilkelere hemen hemen kesintisiz yetmiş beş senelik bir iktidar sağladı. Açık İslâmi politikaları savunan partilerin belirmesi ile eşzamanlı olarak, 1970’lerde Kürt kimliğini savunan hareketler de örgütlenmeye ve yayılmaya başladı. İslâmi siyaset politik yapıda ve devlet kademelerinde kendine yer açarken, Kürt hareketi de doğunun arkaik feodalitesinin hegemonyasını parçalayıp bölgesel bir güç olarak belirmeye başladı. Böylece 1924’te dışlanan bu iki hareket yavaş yavaş egemenliklerini genişletip güçlenmeye başladı. 

Toplumsal muhalefetin ana sahibi olmaya aday sosyalist hareketler, yanlış topraklara ekilmiş bitkiler gibi, Türkiye’nin muhafazakâr topraklarında kök salamadı ve toprakta tutunabilen filizleri hemen tırpanlandı. TİP örnek bir Meclis içi muhalefet yaptı, sosyalist hareketler, sürekli savunmada oldukları düşük yoğunluklu bir iç savaş nedeniyle, bir iki özgün deneme (15-16 Haziran, Fatsa) dışında kitle hareketi ve toplumsal politik/idari örgütlenme örnekleri yaratamadılar. Devletin acımasız şiddeti ve İslâmcı ve milliyetçilerin de desteği ile politik olarak silindiler. Son senelerde sosyalist siyasi gelenek ilginç bir şekilde, değişik, daha mütevazı ve gerçekçi yaklaşımlar ile yeniden filiz sürmeye başladı.

Bugün yaşamaya devam eden, Tunceli/Dersim’de “Komünist başkan” deneyimi yaratıcı bir adacık olarak uzun süreli olabilen tek özgün lokal sosyalist iktidar denemesi. Bu politik yok edilmeye paradoksal olarak, belki de o nedenle, sosyalist köklerden gelen aydınlar, Cumhuriyet’in en özgün fikirsel ve sanatsal eserlerini verdiler ve toplumun entelektüel, estetik birikimine paha biçilmez katkıları oldu -edebiyat, sosyal bilimler, sinema, tiyatro, müzik ve sayısız, hemen her alana yayılmış özgün yayınlarla. Herhangi bir büyük kitapçıda bu yaratıcı çaba yoğun olarak yaşanır. Politik ve hatta kişisel kıyıma uğrayan sosyalist gelenek kökenli aydınlar, Cumhuriyet’in fikirsel hayatiyetini, Prometheus gibi, büyük bedellerle korudular.

Beri yanda, geniş halk kitleleri, uzun on yıllar boyunca, önceleri devlet partisi ve 1960’tan sonra ordunun politik despotik egemenliği, İslâmi renkli iktidarların -toplumda ideolojik açıdan endemik olarak hep var olan ve politik iktidar kazanmalarıyla güçlenen- baskıcılığı ve Kürt politizasyonunun yayılan hegemonyası arasında nefes alamadan, tabandan gelen bir politik akım yaratamadan, apolitik bir kitle olarak var oldular. Oy vermek dışında hiçbir politik güç gösteremeyen, triumviranın temsilcileri arasında seçim yapmak dışında seçenekleri olmayan bu sessiz, geniş halk kitleleri, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına doğru, Gezi ayaklanmaları ile bu hegemonik triumviranın sınırlarını çizdiği ve belirlediği kurallar dışında bir politik alan ve kuralların var olabileceğini, farklı bir seçeneğin yaratılabileceğini keşfettiler.

Uzun yıllardır ilk defa kitle olarak ayaklandılar. Bu spontane ve yaratıcı kitle isyanları, tüm siyasi akımlar için bir ayrışma noktası oldu; kitlelerin spontane iktidar alanları yaratma çabaları bir taraftan herkesin zihninde derin bir teorik karmaşaya neden olurken eski, yerleşik, organize politik eğilimlerde ve kadrolarda derin bir korku yarattı. Geniş bir toplum kesiminde ise kendilerinin başlattığı bu spontane örgütlenme denemeleri, kendi yaratıcı yetenek ve politik güçleri ile ilgili umutlarını yeşertti. Bu yeni bir paradigmaydı, politikleşmenin halkın en derin köklerine inmesiydi, dolayısıyla demokratikleşme yolunda en önemli bir adımdı. Bir “dünya görüşü” ihtilali idi.

Sistemin statükocu egemeni haline gelmiş olan İslâmcı iktidar -ordu siyasi güç olma özelliğini, komuta kademesine açılan davalar ve tutuklamalar nedeniyle büyük ölçüde yitirmişti- bu spontane gelişim ve özgün demokratik hareketten büyük rahatsızlık duydu. Zira onlar için “status quo ante” alışılmış bir denge durumu idi ve gerek politik sürekliliklerini sağlayan ideolojik kimlik tanımlamaları, gerekse de ekonomik-sosyal çıkarları açısından kronik, alevli zıtlaşmalardan kazançları vardı. Bu hiç beklenmedik, barışçı ve spontane iktidar denemesi, statükocu, olayları yukarıdan kontrol etmeye ve politik hayatı entrikalarla yönetmeye alışık her unsuru panikletti ve yaygın hareketleri baskılamaya çalıştılar. Kürt hareketi Gezi’yi okumada zorlandı ve ne tür bir tavır alacağına hemen karar veremedi. Eski sosyalist gelenekler, ellerindeki siyaset şablonları ile kitle hareketlerini analiz etmeye çalıştılar fakat anlamlı bir perspektif ortaya koyamadılar. Devletçi siyasi eğilimler tam bir teorik kaos içindeydiler ve neyi nasıl yorumlayacaklarını bilemiyorlardı. Bu eğilimin ana siyasi temsilcisi, ithal ettiği sosyal demokrasiyi bir türlü bedenine oturtamamış, temelde eski kodlarında saplanmış devlet partisi olan CHP, şaşkındı. Ordu ve devletin bildik formatlarından çıkması ile, bunların karar verici, belirleyici gücünü ve dokunulmazlığını referans alarak siyaset yapan CHP’nin tüm siyasi referansları yıkılmıştı ve yeni bir kimlik ve siyasi arayışlar içindeydi.

Gezi, zaman içinde hareket olarak söndü. Ama toplumun birbirine zıt ve düşmanca ideolojik tutumlar alabilen kesimlerinin kolayca bir arada yaşayabileceği, bunun düşmanca bir zıtlık seklinde determinist bir gereklilik olması gerekmediği, renkleri arttıran bir farklılık ve çeşitlilik olabileceği toplumun yakın hafızasına alternatif bir yaşam biçimi ve politik model olarak kazındı. Yani “bireysel seçim yapma” paradigması ortaya çıkıyordu. Ve bu her yeni düşünce gibi korku ve umut olarak akıllara yerleşti.

CHP içindeki bazı aydın ve geniş perspektifli unsurlar ve siyasetle aktif olarak uğraşmayan, sosyalist gelenekten gelen, kimileri yurtdışında yerleşik geniş bir aydın/akademisyen grubu Gezi’yi öğretici bir deneyim olarak teorik incelemeye aldılar ve CHP ye eldeki seçeneklerin en iyisi olarak şartlı bir destek verdiler. Gezi’nin yaratıcı kaosu yeni CHP’nin doğum noktalarından biri oldu. Yüz yıl kadar önce yolları ayrılmış ortakların barışçıl temsilcileri de zamanla, ilginç bir şekilde, gene Cumhuriyet’i kuran, “helalleşme” sembolik sloganı ile yeni kimlik geliştirmeye çalışan Kemalist parti etrafında bir araya geldi, “Altılı masa” diye adlandırılan koalisyonla. Bu koalisyon Türkiye’de sağlam bir kitle temeli üzerinde yeşerdi. Ve bu masanın yanı başına Kürt hareketinin toplumsal barış arayan unsurları da kendi komşu masalarını koydular.

2023’ün ilk ayların, Maraş depreminin yol açtığı katastrofik yıkım karşısında halkın geniş kesimlerinin, Gezi’nin “farklılıklar ile bir arada yaşamanın, farklılıklara saygı ve tahammülün mümkün ve gerekli olduğu” felsefesini yerleştiğini gösterdi ve bu yeni toplumsal yaklaşımı pekiştiren örneklere sahne oldu. Birbirini düşman addeden hareketlerin mensupları, birbirlerinin aşevlerinden yemek yediler, başörtülü ve başörtüsüz kadınlar bir arada hayat kurtarmaya çalıştılar. Toplumun siyasi marjını teşkil eden LGBTQ grupları, bu hareketleri onaylamayan kişiler ile yan yana çalıştı.

Tarihî bir paradoks olarak, toplumsal fay hatlarının şiddetle sarsılıp, kitle katliamının, iç savaşın yaşandığı, yüzlerce ölü veren 1970’ler Maraş’ından yarım yüzyıl sonra, 2023’te bu kez, Maraş’ı sarsan jeolojik fay hatlarının öldürdüğü ve yaraladığı on binlerce insan büyük bir toplumsal barışın temellerini attı. Trajik ve dramatik yetersizlik gösteren devlet karşısında spontane örgütlenmeler ile pek çok hayat kurtarıldı, yaralar sarıldı, tahribat azaltıldı. Farklılıkların mutlaka büyük zıtlıklar ve çatışmalar yaratması gerekmediği, bunun kısmen bir tercih olduğu, kader olmadığı, temel bir paradigma kayması olarak kitlelerin aklına ve hafızasına iyice yerleşti. 2023 Maraş trajedisi 2013 Gezi ruhunun temellerini sağlamlaştırdı.

Bu, başka bir açıdan, dünyada olduğu gibi, Türkiye’nin politik söylemlerinde ve aydınları arasında yaygın kabul gören, “basitleştirilmiş, sözde-Hegelci” “tez-antitez-sentez” determinist mutlakıyetçilliğinin yıkılması idi. Yirminci yüzyılın ana politik belirleyicisi olan sosyalist deneylerin taraftarları, ki bu Hegel basitleştirmesinin ana kaynağı idiler, bu felsefelerinin pratikte çöktüğüne, sosyalist sistemlerin inkârı mümkün olmayan paradoksları ile tanık oldular. Bu deneyimler, tez ve antitezin çoğunlukla bir sentez yaratamadığını, aksine antitezin, tez ile yer değiştirip karşı çıkılan kimliğe bürünebildiğini ve bu sarmalın biteviye devam ettiğini gösterdi.  Çarlık benzeri otokrasiye yol açan Bolşevik devriminde olduğu gibi, ya da en “satirik”, âdeta absürt haliyle de Kuzey Kore’nin yeni komünist hanedanlığı gibi.

Sosyalist sistemin kimlik tanımlamasında tez-antitez yaklaşımı açık idi. Ama bu sözde Hegelci yorum, önemli bir politik formülasyon belirleyicisi olarak global ölçekte etkili idi ve sistem tanımlamalarını, dolayısıyla politik güdülenmeleri belirliyordu. Batı toplumlarında piyasa egemenliği ve sosyal devlet çelişkisi olarak tezahür ediyordu. Sömüren-sömürülen uluslar olarak kuzey-güney ekseninde yaşıyordu. Öte yandan, bu köklü ve eski analiz tarzı, sosyalist yıkımdan beri global ölçekte zorlanmaya başlayan bir felsefe idi ve bu sorun Türkiye’nin politik kimlik tanımlamalarında da başlamıştı.

Türkiye’de Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP’nin yeni liderinin kendini, tarihi triumviranın ortak noktası olan tez-antitez sarmalının dışına atabilmesi, pragmatik olarak yavaş yavaş gelişti ve bu onu, bir zamanlar övündüğü, “politik karşıtının zıddı olma” esaretinden kopararak, Maraş depreminin katastrofik tahribatından sonra daha net, zıtlaşmaların dışında tanımlayabildiği bağımsız aklı ve yargıları olan, değişim planları ve vaatleri daha netleşmiş bir politik lider konumuna çıkardı.

Cumhuriyet’in bu tarihî, üç ayaklı laisizm-din-etnik toplumsal kimlik çatışmalarını bizzat kendi kişisel tarihinde yaşamış olması CHP’nin liderini, çatışmayı farklılığa çevirebilecek yeni bir bireysel kimlik arayışına son derecede müsait bir konuma sokuyordu. Bu aynı zamanda modern bir kimlik arayışı içinde olan partisi için büyük bir avantajdı. CHP’nin güçlenen lideri, olayların zorladığı kişilik değişimlerine, kitlelerin beklediği liderlik vasıflarına uyum sağlayabildi, devletçi gelenekten kendini ayrıştırdı ve liderliğini tanımladı. Onun bu iç ve dış çatışmalar ile gözler önünde şekillenen yeni politik kişiliği, CHP’nin kendini yeniden tanımlama çabalarının da simgesel bir dışavurumuydu. Bu paradigma değişikliği ile CHP toplumda, insanları taraf tutmaya davet eden ve zorlayan derin antagonizmaların dışına çıkıp, yavaş yavaş olgunlaşan, bir arada yaşamayı arayan, neo-Kemalist denebilecek bir barışçıl uzlaşı özlemini yakaladı. Bu nedenle lider parti konumuna yükseldi, kitlelerin yaygınlaşan uzlaşı talebi tarafından şekillendi ve bu kitle talebini şekillendirdi.

Bu son derecede önemli gelişmelerin henüz iyi bir teorisi yok ve üzerinde anlaşılan tanımlayıcı bir ad konamadı. Şimdiye kadar olan gelişmeler büyük ölçüde geniş kitlelerin yaratıcılığından, ortak aklından kaynaklandı. Türkiye aydınlarının bu büyük politik gelişmeleri düşünce-söz-yazı düzeyine dökme çabası belirmeye başladı ama aydın kesimlerin ortaya koydukları formülasyonlar henüz kitlelerin ve siyasi partilerin ortak aklının yarattıklarının hayli gerisinde.  Türkiye, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında yeni bir atılım gösterebilecek toplumsal birikime ve politik cesarete sahip. Halk kitlelerinin ve sahadaki politik unsurların yaratıcılığının serpilmesine olanak sağlayacak sağlam bir isim ve teori geliştirme denemeleri yapma zamanı geldi.

Yeni CHP’nin öncülük ettiği bu gelişmeleri “neo-Kemalizm” olarak adlandırmak üç nedenle akla yakın geliyor.

İlki, Kemalizm özgün, yaratıcı bir deneme olduğunu tarih önünde ispatlamış bir akım. Yirminci yüzyılın başında aynı dönemlerde başlayıp, yüzyılın sonuna doğru yıkılan pek çok ilerlemeci paradigma yıkıldı. Kemalizm ise bir toplum denemesi olarak, strüktürleri nispeten ayakta duran ve üstelik hâlâ toplum içinde yaşayan, geniş karşılığı olan bir seçenek (bunu son zamanlarda artan ideolojik yüceleştirmeden ayrı tutmak isterim).

İkincisi, Türkiye’de geniş tabanlı politik uyanış “muasır medeniyet seviyesini” amaçlıyor. Bu Kemalist bir tez.

Ve nihayet, “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmayı benimsemiş Türkiye’nin ilerlemeci kadroları klasik Kemalizm’in yüz sene önce karşısına çıkan temel kimlik sorunsalları ile karşı karşıya. Ve klasik Kemalizm’den farklı olarak, Laisizm-İslâmi kimlik-Kürt kimliğinin bir arada yaşayabileceğini savunuyor. Klasik Kemalizm’in başarma şansının olamadığı bir uzlaşıyı toplum, yüz senelik tecrübeleri ve yapısal gelişimi nedeniyle şimdi gerçekleştirebilme şansına sahip. Ve bu durum, triumviranın zaman zaman kanlı da olabilen tez-antitez çatışmalarını, sıradan, politik olmayan ‘farklılıklar’ düzeyine indirebilme olanağını sunuyor.

Bu nedenle “neo-Kemalizm”, Birinci Cumhuriyet’i kuran partinin, yüzyıl önce şekillenmesinde taraf olduğu şiddetli kimlik çatışmalarının, yüz yıl sonra yeniden, bu sefer çözümlenerek tarihe gömülmesi yolunda öncülük denemesi. Bu felsefenin merkezi sorunsalı ise, doğal olarak, bu kez yaygın kabul görecek bir ortak “vatandaşlık” tanımı arayışı.

Toplumda buna hazır geniş bir kitle var ve altılı masayı ve komşu masayı oluşturan politik kadrolarda eski temayüllerini, antagonizme açık aşırılıklarını, fikir farklılığı düzeyine indirebilme eğilimi giderek belirginleşiyor. CHP’nin devletçi geleneğinden ayrışma denemesi, İYİ Parti’nin milliyetçi geleneğinde yumuşama, İslâmi kökleri olan partilerin ütopik hayallerinde törpülenme, sosyalist partilerin yeni yaklaşımlar ve ittifaklar aramaları ve Kürt hareketinde barışçıl eğilimlerin belirgin şekilde dile getirilebilmesi; bunlar gerçekliği inkâr edilemeyecek gelişmeler.

Tabii ki bu, her an geriye dönme eğilimleri ve riskleri taşıyan ve bu eğilimler ile kesintisiz mücadeleyi gerektiren bir yumuşama. Henüz çok kırılgan. Üstelik, “altılı masa ve komşu masa” koalisyonunun iktidarı ele geçirmesi durumunda, iktidarın sağladığı güç ile eski eğilimlerin geri gelmesi riski de yüksek. Kısaca, her büyük toplumsal değişim döneminin bilinen ve beklenen kaderi, devrimin ilk gününden başlayan, “eski devrimcilerin yeni statükocu olma” eğilimi olası bir seçim zaferinin içinde mündemiç. Ve bu bakımdan, şu anki öncü konumu ile birlikte CHP, eskinin hayaletinin yaşadığı yeni bir statüko kurulması açısından en riskli parti olma paradoksunu içinde taşıyor. Zira, CHP’nin devletçi söylemi çok derin politik kökleri olan, üstelik ekonomik ve sosyal çıkarlarla da, tarihinde denenerek, perçinlenmiş bir söylem.

Sonuç olarak Türkiye muhtemelen 1920-1924 yılları arasında çözülmesi imkânsız olan kimlik çatışmalarını çözebilme fırsatını yakaladığı bir döneme girmiş gibi duruyor. Bu uzlaşıyı yapabilecek kitle eğilimi aşikâr. Bunun politik liderliği ve konsensüs da belirlenmiş durumda. Aydınlara düşen, en azından sosyalist gelenekten gelen aydınlara düşen, bu yeni ve özgün bir Türkiye arayışında, eski düşünce kalıplarımıza sıkışmadan, onları temel alarak, yirmi birinci yüzyıl teorileri diyebileceğimiz toplumsal teorik modeller geliştirmeye çalışıp olanları anlamaya çalışmak. Yeni bir “bilinç” yaratmayı denemek.


Not: Bu denemede fikirlerimi geliştirmede bana yardımcı olan Emel Kayatekin ve Celal Beysel’e çok teşekkür ederim.