“Uluslararası İlişkiler” adıyla maruf disiplin, sosyal bilimler alanı içinde belki de en netameli olanı. Medyada, sokakta, kahvede ve evde futbolla yarışır bir “popülerlik” seviyesine sahip. Bu hem konunun “ayağa düşmesi” anlamında böyle hem de bu işi bilenler sıfatıyla görüşüne başvurulanların görüşlerine kulak kabartıldığında. Çok kabaca dışarıdaki imaj şu: Dar, basit, spekülatif, ne olursa olsun kazanma üstüne kurulu ve dahası anti-fairplay (futbolcular profesyonelce davranır, devlet adamları diplomatik konuşur!). Kısacası, dünyaya biraz eleştirel bakma kaygısı olanların çoğu açısından öyle çok hayırla yad edildiği söylenemez Uluslararası İlişkiler’in.
Durum bundan mı ibarettir, o ise apayrı bir konu. Her ne kadar Uluslararası İlişkiler’in “içeri”den yani “Uluslararası İlişkilerciler” tarafından hoyrat kullanıldığı bir gerçekse de, herhangi bir “alan” (“bilim dalı”?) hakkında popüler olanın, daha doğrusu popüler kılınanın tek temsilci olduğu zannının “dışarıda” bu kadar çabuk ve kolayca yaygın kabul görmesindeki vahamet de ziyadesiyle can sıkıcıdır. Evet, popüler “Uluslararası İlişkilerciler” (ki, güç merkezi/sahibi olmaktan ziyade kendinde güç vehmedenlerdendir onlar) alanlarını güç mücadelesi ve dengesi, çıkar peşinde koşma, stratejik hesaplar, “alta kalanın canı çıksın” vb. kavramlarla açıklanan bir satranç oyunu gibi algılama, gösterme, sunma, üretme ve yeniden üretme kaygısıyla hareket etmektedirler (“alanımızı biz biliriz” keyfiyeti de eklenebilir belki ama bunun birçok “bilim dalı” için geçerli bir “maraz” olduğu da ortadadır). Ve fakat, son tahlilde dünya meselelerine yani insana dair bir “bilim dalı” söz konusu olduğuna göre, bu tür “indirgemeci” (ön)yargıların doğru olmadığı, olmayabileceği ya da en azından doğru olmaması gerektiği de pekala düşünülebilir, düşünülmelidir. Yani, diyelim ki, Uluslararası İlişkiler çok dar bir çerçevede at gözlükleriyle çalışılan bir alandır; ama yine de (ya da o zaman) Uluslararası İlişkiler, Uluslararası İlişkilercilere bırakılmayacak kadar önemlidir de denebilir pekala.
Ki durum aslında hiç de böyle değildir.
Şöyle ki, Uluslararası İlişkiler, her zaman, “başka türlü” de çalışılmıştır. Devletlerarası mücadeleleri tabii ki tamamen inceleme dışı bırakmayan, ya da bırakamayan, ama en kaba tabirle tüm “dünyevî” meselelere kafa yoran, “insanlığı” ilgilendiren bütün sınır aşan ve aşmayan sorunlara kulak kabartan (dünyanın herhangi bir yerinde bir koyun kaybolsa onun peşine düşen!) Uluslararası İlişkilerciler numunelik miktarda da olsa hep olagelmiştir. Kaldı ki, şu meşûm “küreselleşme” ile olayın rengi de epey değişmiştir. Öyle ki, kimileri “Uluslararası İlişkiler” adıyla nam salmış alanı “Dünya Politikası”, “Küresel Politika” vb. şeklinde yeniden adlandıralım diyesi bile olmuştur (ki, caizdir!). Çünkü, “insanlığı” ilgilendiren “küresel” sorunlar Uluslararası İlişkiler’in geleneksel alanına daha fazla girer olmuştur. Çünkü, özellikle 1970’lerle başlayan küresel ekonomik politikalar sömürü, ayrımcılık, tahakküm, eşitsizlik, adaletsizlik, açlık, yoksulluk, vb. envai çeşit insan hakları ihlallerini “yerel/bireysel” sorunlar olmaktan çıkarıp “genel/insanî” sorunlar haline getirmiştir. Çünkü, yaşam mücadelesine ayakta durma, karnını doyurma ve güven içinde yaşama “temel bedensel ihtiyaçları”nı avlanarak karşılayabileceği algısıyla başlayan insanlık, “aklî gelişimi” sonucu geldiği şu son aşamasında görmüştür ki “temel bedensel ihtiyaçları” bile hala (ve belki de asıl şimdi) tehlikededir ve daha da kötüsü avlanan artık kendisidir! Ezcümle, insan(lığ)ın asıl mücadelesi özne olma mücadelesidir ve bunun yolu da küresel düşünüp küresel hareket etmekten geçmektedir.
Bilindiği gibi, günümüzde insan (halk?, toplum?) üç türlü ele alınmakta, ön plana çıkarılmaktadır: Ekonomi merkezli düşünen, davranan ve tepki veren “liberal birey” olarak insan (homo economicus); stratejik hesaplar peşinde koşan “yurttaş” insan (homo askerus!); ve dini/etnik/ırkî kimliğiyle ön plana çık(arıl)an insan (homo cemaatus!). Bunlardan birincisi insanı her şeyi kâr/kazanç çerçevesinde görmeye sevk ederken, ikincisi şovenist/militer anlayışlara ve dolayısıyla küresel gerginliklere ve hatta savaşlara kapıyı aralamakta, nihayet üçüncüsü de toplumsal gerginlikleri üreterek, besleyerek ve yeniden üreterek bölgesel (özellikle ulus devlet düzeyinde) ayrışmalara ve çatışmalara neden olmaktadır. Tüm bu üç durumun esas itiraz edilmesi gereken ortak noktaları ise, insanın kendini (ilkinde “ben”, ikincisinde ve üçüncüsünde ise “biz”) merkeze koyarak “öteki”ni değersizleştirmesi, düşmanlaştırması ve araçsallaştırmasıdır.
İnsanî açıdan sorundan başka bir şey getirmediği defalarca kanıtlanmış olan tüm bu önermelerin karşısına “küreselleşme” sürecini de dikkate alarak “toplumsal/toplumcu birey”in (homo insanus!) konması gerekmektedir. Bunu illa küresel hegemonu ve/veya küresel iktidar odaklarını benimseyerek, onlara bir tür meşruiyet atfederek yapmak da gerekmemektedir (zinhar!). Bu tür oluşumlardan bağımsız insanî bir bakış açısı da pekala geliştirilebilir ve insan zihnini ve çabasını her durumda insanî, insana yakışan analizler ve çözümler üretmeye yönelterek de farklı alternatifler peşinde koşulabilir. En azından dünyanın bir satranç tahtası olmaması gerektiği konusu ısrarla dile getirilebilir ve uluslararası ilişkiler, dış politika ve uluslararası hukuk literatürlerinin tek yönlü ve stratejik hesaplar merkezli oluşturulmasına karşı itirazlar kayda geçirilebilir, gerekli şerhler düşülebilir.
Bu anlamda bir mücadelenin önemli ayaklarından birisi tabii ki itirazdır, protestodur. Ancak, yapılanı/yapılması gerekeni bununla sınırlamak -özellikle de yöntem konusunda yapılan ciddi hatalar hatırlandığında- mevcut durumu pekiştirmeyle yani farkında olmadan onu yeniden üretmeyle de sonuçlanabilir -ki öyle olmaktadır. Bu nedenle, bir yandan itirazı doğru yöntemlerle dile getirmeye özen gösterilirken diğer yandan da hem kuramsal alanda hem de dünyanın hangi köşesinde çıkarsa çıksın her bir somut sorun için insanî bakış açılarının geliştirilmesi elzemdir. Bunun fikirsel temeli ise insanlık denen büyük bir aileye üye olma yani “uluslararası toplum bilinci” şeklinde ifade edilebilir.
Büyük ölçüde liberal bakış açısı tarafından eskitilen/kirletilen “uluslararası toplum bilinci” kavramının içinin nasıl doldurulacağı konusuna gelince… Dikkat çekilmesi gereken belki de en önemli nokta, mevcut uluslararası sistemi ayakta tutan temel unsurları iyi tespit edip deşifre etmek ve sonra da bunları ters yüz etmenin (yapısöküm?) yolları üzerine kafa yormaktır. Bu çerçevede, her ne kadar bilincin sil baştan nasıl oluşturabileceği bu yazının amacının, kapsamının ve daha da önemlisi kapasitesinin çok ötesinde olsa da, bir noktaya dikkat çekmek yerinde olacaktır: Rıza. Gramsci tarafından teorileştirilen “rıza” kavramıyla söylenmek istenen başlangıçta ekonomik yani altyapısal araçlarla kurulan/belirlenen uluslararası (hegemonik) sistemin devamında yani yeniden üretilmesinde kültürel, hukuksal, siyasal vb. üstyapısal faktörlerin de ciddi etkisinin olduğudur. Gerçekten de, küresel hegemonya, bir noktadan sonra varlığını büyük ölçüde bu konumuna gösterilen “rıza” sayesinde sürdürmekte (bkz. neoliberal ideoloji) ve her aşamada konumunu daha da sağlamlaştırmaktadır. Bu nedenle, küresel hegemonun etkisinin kırılmasına belki de öncelikle buradan yani kendisini sürekli yeniden döllediği bu noktadan başlanmalıdır. Bu ise, küresel hegemona karşı ne homo economicus’un önerdiği gibi bireysel ekonomik kurtuluşla, ne “homo askerus”un önerdiği gibi stratejik denge hesapları ve milliyetçilikle, ne de “homo cemaatus”un önerdiği gibi mikro-milliyetçilik benzeri küçük hesaplarla başarılabilecek bir şeydir. Hatta, mevcut duruma bakıldığında, kimi zaman iç içe de geçen (ya da pek bir sevişen!) bu üç bakış açısının küresel hegemonu yeniden üretmekten/güçlendirmekten başka sonuçlarının olduğunu söylemek bile zordur.
Kısacası, bu döngüyü kırabilecek tek şey bu döngünün dışına çıkma fırsatı sunan/sunabilecek tek yaklaşım olan insanî anlayışı güçlendirmek yani her türlü sömürüyü, ayrımcılığı, tahakkümü ve eşitsizliği reddeden, dışlayan bir bakış açısı geliştirmektir. Fakat bu konuda rezervsiz hareket etmek de pek yerinde olmayacaktır. Örneğin uluslararası sivil toplum kuruluşları konusunda ciddi sıkıntılar/sorunlar olduğu ortadadır. Bir kısmı insanî olmaktan ziyade (büyük) devletlerin çıkarlarına paralel hareket ederken, kimileri de hesap verebilirlik, temsilîyet gibi temel demokratik ilkeler açısından ciddi eksiklikler içermektedir. Yine, aktivistler bağlamında düşünüldüğünde de, bu çalışmanın ön plana çıkarmaya çalıştığı yapıcı/kurucu muhalefet anlayışına uzak, şiddet yanlısı ve küresel düzeyde farklılık içinde çokkültürlü bir entegrasyon modelinden ziyade farklılıkları keskinleştirecek cemaatçi anlayışları besleyen akımların “uluslararası toplum bilinci”ni yeni baştan yaratmada katkı göstermek bir yana “ket vurucu” olacakları da açıktır.
Bu anlamda, Uluslararası İlişkilerciler’in kendi alanlarına yabancılaşmaması adına yapılacak her türlü “farklı” çalışmaya ihtiyaç her geçen gün artmaktadır. Bu ise, hem ilgi alanı havzasını genişletmek, hem analiz birimlerini çeşitlendirmek hem de inceleme yöntemlerini çoğaltmak anlamına gelmektedir. Öte yandan, ya da tam da bu nedenle, her türlü dünya meselesine devletlerle sınırlı olmayan değişik birimler ve sorunsallar açısından bakan kuramsal, kavramsal, amprik ya da deneysel, akademik, bilimsel ya da politik çalışmaların kendilerine yer bulacağı bir mecraya ihtiyaç olduğu da ortadadır. İşbu nedenle, dünyaya yani insana dair hiçbir meselenin satranç tahtasına piyon (ya da vezir veya şah!) yapılmaması gerektiğine imanı tam tüm “Uluslararası İlişkilerciler”e ve daha da önemlisi bahsi geçen meselelerle “amatör olarak ilgilenen” herkese bir çağrıdır bu kısa metin: Kıralım zincirleri ve özgürleştirelim “Uluslararası İlişkiler literatürü”nü. Fikirler, görüşler oluşsun, gelişsin, zenginleşsin; tavırlar alınsın; alternatif bir veri-bilgi bankası, referans noktası olsun meraklısının elinde. Hem de “tüm kamuoyu” tarafından beslenen, şekillendirilen, yaratılan.
Önyargılarımızdan ve önkabullerimizden başka kurtulacak bir şeyimiz yok!