SS Subayının Koltuğu: Bir Nazinin Gizli Yaşamının Peşinde kitabında (İletişim Yayınları, 2022) SS üyesi Robert Griesinger’in hayat hikâyesini anlatan Nazi dönemi tarihçisi Daniel Lee, Nazi ırkçılığının kökenleri ve Holokost süreci ile ilgili önemli noktalara değiniyor. Nihai Çözüm adı verilen, temerküz kamplarındaki Yahudilerin tümünü imha etme programının Nazilerin Ocak 1942’de Wansee’de düzenledikleri konferansta karar altına alındığını biliyoruz. Bu aşamaya nasıl gelindiğine, sürecin farklı yanlarına ışık tutan çeşitli çalışmalar var.
Sebastian Haffner kitabında (Hitler Üzerine Notlar, İletişim Yayınları, 2019) Yahudileri imha programının başlatılma zamanıyla Alman ordularının Moskova önlerinden püskürtülmeleri arasında ilişki kuruyor. Haffner’e göre, Hitler Rusya’ya karşı kazanacağı zafer sayesinde İngiltere’yi barışa zorlayabileceğine, Avrupa’da hâkim güç olmasını İngiltere’ye kabul ettireceğine inanıyordu. Haffner, Hitler’in Yahudileri toptan imha etmesinin kendisini müzakere edilebilecek, barış antlaşmasını yapılacak bir muhatap olmaktan çıkaracağını hesaplamış olabileceğini, “uzun zamandır tutkuyla peşinden koştuğu bütün Avrupa Yahudilerinin kökünü kazıma emelini İngiltere ile dengeli bir barış (ve bununla bağlantılı olarak Amerika’nın savaşa girmesini engellemek) için her türlü umudu kaybettikten sonra gerçekleştirdiğini” düşünüyor.
Daniel Lee ise, eski Yunanca toptan ateşte yakmak anlamına gelen bir sözcük olan Holokost’la Almanların doğu cephesindeki savaşı arasında doğrudan bir ilişki kurmuş. 1941’in haziran ayında, Nazilerin Barbarossa harekâtıyla Ukrayna üzerinden saldırıya geçmesiyle birlikte, Yahudi yerleşim yerlerinde katliamlar başlıyor. Lee’nin ailesinin, akrabalarının yaşadığı Tarashcha’da Yahudilerin canlı canlı çukurlara atılmış olduklarına dair tanıklıklar var. Aynı yıl, 29-30 Eylül tarihinde, Kiev’in yakınındaki Babi Yar Vadisi’nde savaş sırasındaki en büyük Yahudi katliamı yapılıyor. Sayıları otuz bini aşan Yahudi boyunlarından vurularak öldürülüyor. Lee, işgal birliklerine dağıtılan Davranış Kılavuzu’nda kendilerine Bolşevik ajitatörleri, sabotajcıları ve Yahudileri vurma yetkisi tanınmasıyla Alman askerlerinin azılı katillere dönüştüklerini söylüyor. Çeşitli kaynaklardan partizan yakınlarının yaşadıkları köylerin de yakılmış olduklarını biliyoruz. Lee’ye göre Holokost, gaz odaları kurulmadan önce, işgal edilen doğu bölgelerinde başlıyor.[1]
Kenan Malik de, ırkçılığın tarihini kapsamlı biçimde anlattığı Not So Black and White (O Kadar Siyah Beyaz Değil) başlıklı kitabında (Hurst Publishers, 2022) bu konuya değinmiş. O da doğu cephesindeki savaşın Batı’dakinden farklı olduğunu vurgulamış. Malik, Hitler’in Doğu’daki savaşın “hiçbir yasal kısıtlama tanımayan bir ırk savaşı olacağı” sözlerini aktarıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda ölen İngiliz ve Amerikan askerlerinin sayısı yarım milyonun altında, Sovyetlerin asker kaybı ise en az sekiz milyon. Nazi hareketinin ilk altı ayında iki milyon Sovyet savaş esiri ölüyor/öldürülüyor. Savaşın sonunda bu rakam 3,3 milyonu buluyor. Sovyet savaş esirlerinin yarısı, Nazilere esir düşen 231 bin Amerikan ve İngiliz askerinin ise sadece 8.300’ü hayatlarını kaybetmiş. Malik, Almanların batı cephesinde “uygar” uluslara karşı “normal” biçimde savaştıklarını, doğuda ise sömürgelerde olan türden bir imha savaşı yürüttüklerini yazmış. Doğu cephesinde yapılan Yahudi katliamlarının Nihai Çözüm’e örnek teşkil ettikleri konusunda Lee ile hemfikir. Malik, Hitler’in uluslararası bir Yahudi komplosu olarak nitelediği Bolşevizm’i yok etmeyi misyon olarak benimsemiş olmasını, Slavları Doğu Avrupa’da Alman ırkının yaşam alanını, lebensraum’u işgal eden, Yahudiler gibi “Avrupa’dan sökülüp atılması gereken” Asyatik bir ırk olarak görmesinin de doğudaki savaşı farklı kılan etkenler olduğunu hatırlatıyor.
Lee kitabının “Yeni Dünya’dan Kalma Fikirler” başlıklı bölümünde, araştırması sonucu Robert Griesinger’in babası Adolf’un 1871 yılında New Orleans’ta doğduğu, ırkçılığın yoğun biçimde yaşandığı Louisana’da büyüdüğü, Adolf’un annesinin köle ticaretiyle uğraşan bir aileden geldiği, büyükbabası ile büyükannesinin “bölgede yaşayan siyahları dövmenin ve hatta öldürmenin kabul edilebilir bulunduğu çevrelerle” ilişkileri olduğu bulgularına ulaşmış. Bunlar Lee’ye “Naziler ırklarla… ilgili… benzer fikirleri savunarak sokaklara döküldüğünde acaba Adolf gençliğinden ve ailesinin dünyasından tanıdığı bu sözler ve eylemlerle arasında bir bağlantı olduğunu düşünmüş müdür?” sorusunu sordurmuş. Yerinde bir soru.
Lee, James Q. Whitman’ın çalışmasından faydalanarak 1930 ortalarında pek çok Nazi hukukçusunun ABD’deki ırkçı yasaları incelemiş olduklarını hatırlatıyor. Bu hukukçular Amerikan yasalarındaki ırk tanımlarını, bazı siyasetçilerin savunduğu, damarlarında birkaç damla da olsa siyah kan bulunanların aşağı ırka mensup oldukları düşüncesini Almanya’da Yahudilere uygulanamayacak kadar “ırkçı” bulmuşlar. Daha nesnel kriterler tespit etmişler! İç Savaş’tan sonra Amerika’nın Güney eyaletlerinde köleliğin kaldırılmasıyla siyahların beyazlarla eşit duruma gelmelerini engellemek amacıyla ırkçı düzenlemeler yasal hale geliyor, modern bir apartheid rejimi kuruluyor.
Çekoslovakya’da kurulan, Yahudilerin zorla yerleştirildikleri Theresienstadt gettosunda yaşamış olan H.G. Adler, Çekoslovakya’da Yahudiler kamplara yollanmadan önce Alman işgaliyle yürürlüğe konan ırkçı düzenlemelerin dökümünü yapmış[2]: Belirli mesleklerden men edilmelerinin yanı sıra, Yahudilerin kamusal alanlarda var olmaları kısıtlanıyor. Örneğin, Prag’da parklara gitmeleri, şehrin ortasından geçen Vltava Nehri’nin kenarında yürümeleri, hafta sonları büyük caddelerde bulunmaları, otobüslere binmeleri yasaklanmış. Bazı büyük dükkânlara giremiyorlar, bazılarında ise ancak belli saatlerde alışveriş edebiliyorlar. Kütüphanelerden, hastanelerden yararlanamıyorlar, çocuklarını okula gönderemiyorlar. Bunlar, Amerika’nın Güney eyaletlerinde yürürlüğe konan apartheid yasalarını akla getiriyor.
1900’lerin başında ABD’de başkan olan Theodore Roosevelt sömürgelerde beyaz olmayan ırkların tasfiye edilmesinin uygarlığın yararına olacağını savunuyor ve o dönemin Amerikan siyasetinde bu görüş yadırganmıyor. Acaba Japonların farklı ırktan olmaları Amerikan yönetiminin on binlerce sivilin öleceğini bilerek Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atmakta tereddüt göstermemesinin bir nedeni olabilir mi? Malik’in işaret ettiği bir başka çarpıcı uygulama, Amerika’da ırkın kalitesini yükseltmek ya da korumak için uygun olmayan bireylerin çocuk yapmalarının engellemesine yönelik araştırma ve girişimler. Daha sonraları eugenics adı verilecek olan bu amaçla yapılan “bilimsel” çalışmalar 1840 yılında Cambridge Üniversitesi’nde başlamış. 1907’de önce Indiana, sonra da on dört eyalet, sağlam zihinsel yapıya sahip olmadıklarına hükmedilen bireylerin zorunlu kısırlaştırılması yasasını kabul ediyorlar. Aynı dönemde, bireyleri ırklara göre farklı zihinsel ve davranışsal kategorilere ayıran zekâ testleri de uygulanmaya başlıyor, Birinci Dünya Savaşı’na katılan 1 milyon 750 bin kişi testten geçiriliyor. Malik, Nazilerin Nürnberg yasalarının Yahudileri toplum dışına atmanın yanı sıra, Alman ırkını “temiz” tutma amacına yönelik başka düzenlemeler de içerdiğini, bu bağlamda Amerika’daki öjenik çalışmaların ve zorunlu kısırlaştırma yasalarının örnek alındığını hatırlatıyor. Naziler doğal bozuklukları olduğunu düşündükleri dilencileri, çingeneleri, hayat kadınlarını da temerküz kamplarına yolluyorlar. 1934-1939 yılları arasında 400 bin kişi zorunlu kısırlaştırmaya tabi tutuluyor, 10 bin çocuk kliniklerde zihinsel deformasyonla malul oldukları iddiasıyla öldürülüyor, öldürmeler için gaz kullanımı başlıyor. Yahudi soykırımında kullanılan yöntemler bu programlarda denenmiş.
Lee’nin kitabına dönecek olursak, “Sonsöz” bölümünde yazar başta sorduğu soruya cevap vermiş: “Griesinger’in aile geçmişine bakmak, sıradan Nazilerin düşünce yapısını etkileyen uluslararası etkilere ışık tutarak bize Nazizmin Almanlara özgü ya da yalnızca yerel bir fenomen olmadığını gösteriyor. Yeni Dünya’dan Eski Dünya’ya gelenler, yanlarında … ırkla ilgili düşünme biçimlerini de getirdiler.” Ancak, Almanya’ya ırkçı düşünceleri getirenler sadece Amerika’dan gelenler değil. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Güneybatı Afrika’dan anayurtlarına dönen Alman subaylar soykırım deneyimleri ile gelmişler.
Griesinger’in hayat hikâyesi ile doğrudan ilişkisi olmadığı için Lee’nin kitabında yer almayan bu dehşeti, Nijerya kökenli tarihçi David Olusoga ve Casper Erichsen The Kaiser’s Holocaust: Germany’s Forgotten Genocide (Kayzer’in Holokostu: Almanya’nın Unutulan Soykırımı) adlı 2010’da yayımlanan kitaplarında anlatmışlar.
Almanya, 1883 yılında maceracı bir Alman kâşif tarafından işgal edilen, sonraları Namibya adını alacak bölgeyi 1890 yılında sömürgesi haline getiriyor. 1904 yılında yerel nüfusu oluşturan Herero ve Nama halklarının isyanına Alman birlikleri katliamlarla cevap veriyor. Ülkesine döndüğünde onur madalyası verilen Alman ordularının komutanı Lothar von Trotha’nın “insan olmayanlara karşı insanca savaşılmayacağı”na, “Herero halkının yeryüzünden silinmesi gerektiği”ne dair demeçleri var. Bu saldırgan ırkçı görüşler Alman ordusunun üst kademesindekiler ve bazı siyasetçiler tarafından da paylaşılıyor. Sağ kalan Hererolar ve Namalar temerküz kamplarında ölesiye çalıştırılmışlar. Swakopmund kampındakilerin %40’ı ilk dört ay içinde ölmüş. Kampların boşaltıldığı 1907 yılına kadar Hereroların dörtte üçü, Namaların yarısı yok edilmiş. Malik, Afrika’dan gelen subayların Polonya ve Çekoslavakya’da görev yapmış olmalarının Nazilerin doğu harekâtının kolonyalist karakterini daha belirgin hale getirmiş olduğuna dikkat çekmiş. Hitler’in lebensraum yaratmak için giriştiği işgal, Almanların küçük azınlıklar olarak var oldukları Doğu Avrupa nüfusunu Almanlaştırmayı içeriyor.[3]
Malik, Naziler için esin kaynağı olabilecek başka kolonyalist uygulamalardan da örnekler vermiş. “Temerküz kampı” terimi ilk kez İngilizlerin Boer Savaşı’nda 30 bin Boer kadını ve çocuğunu ve 100 bini aşkın Afrikalı ve “renkli” halkı kapattığı kamplar için kullanılmış. İngilizler de İspanyol sömürgecilerin 1896’da Küba’da yüz binlerce Kübalıyı hapsettikleri kampları örnek almışlar. Belçika kralı İkinci Leopold Avrupa güçlerinin onayıyla 1880-1920 yılları arasında Kongo’da uyguladığı, nüfusunun yarısının, on milyon Kongolunun ölümüne yol açan, ancak belli bir etnik grubu yok etmeyi amaçlamadığı için soykırım olarak kabul edilmeyen kitlesel kıyımın ölçeği Holokost’un boyutlarını aşıyor. Avrupa’nın sömürgecilik deneyimi, farklı ırkların aşağı ırk olarak görülmelerini, onlara eziyet edilmesini, onların öldürülmelerini içeriyor. Malik, Holokost’u 20. yüzyılın diğer kitlesel şiddet olaylarına benzeterek sıradanlaştırmanın, antisemitizmin modernite ve kozmopolitizm düşmanlığını teşhis edememenin sakıncalarını vurguluyor. Bununla birlikte, Nazilerin Avrupa’nın siyasi kültüründe yer almış, mevcut “bu dünyada kimin yaşamaya hakkı olup olmadığını”, “ilkel toplulukların imhası” ile ilgili kavramlar ve pratiklerden yararlanmış olduklarını görmezden gelmenin de sömürgecilik tarihini unutturma ve sömürgeci tavırlarla yüzleşmeyi engelleme tehlikesini barındırdığına işaret ediyor. Martinikli şair ve devlet adamı Aimé Césaire’in sözlerini aktarıyor: “Kötülük onlara gelmeden önce işbirlikçisiydiler; Nazizm’i hoş gördüler, gözlerini yumdular, meşrulaştırdılar, zira o âna kadar sadece Avrupalı olmayanlara yönelikti.”
Buraya kadar anlatılanlar Nazizm’in soykırımcı saldırganlığı ve bunu destekleyen ırk anlayışına esin kaynağı olabilecek olaylar ve yaratılan kavramlarla ilgiliydi. Ancak Nazizm ırkçılık, Holokost ve diğer insanlık suçlarından ibaret değil. Federico Finchelstein’in Faşizmden Popülizme kitabında (İletişim Yayınları, 2019) ayrıntılı biçimde tartıştığı gibi, Nazizm’in ve faşizmin siyaset anlayışıyla daha sonra ortaya çıkan rejimler ve günümüzdeki popülist hareketler arasında ülkeye yönelik tehdit algısının canlı tutulması, halkın iradesini temsil eden liderin halkın sesi, bizzat halkın kendisi olduğuna inanılması gibi paralellikler de söz konusu. Nazizm’de olduğu gibi, liderin belirlediği düşünce ve davranış kodlarına uymayanlar kamplara yollanmıyorlar, ancak güçlü biçimde ötekileştiriliyorlar.
Lee’nin Nazizm’in Almanlara özgü yerel bir fenomen olmadığı tespiti bu bakımdan da oldukça isabetli.
[1] Svetlana Aleksiyevic’in Son Tanıklar kitabında da (Kafka Yayınları, 2019) Ukrayna’da Nazi işgal güçlerinin yarattığı dehşet anlatılmış.
[2] H.G. Adler, Theresienstadt 1941-1945: The Face of a Coerced Community, Cambridge University Press, 2017 [Almanca birinci baskı 1955].
[3] Nazilerin lebensraum yaratma, Slavları köleleştirme hayali başta Südet Almanları olmak üzere, Doğu Avrupa’nın yerlisi olan Almanların maruz kaldığı etnik temizlikle sonuçlandı. 12 milyon etnik Alman Almanya’ya geldi, zorunlu göç sırasında 500 bin-2 milyon arasında can kaybı olduğu hesaplanıyor. Milyonlarca Alman yerlerinden edildi, yarıya yakını göç sırasında hayatını kaybetti. Savaş sırasında ve sonrasında yaşananları nesnel bir gözle inceleyen Lee, Nazi işgalinden kurtarılmasından sonra Çekoslovakya’da Almanlara yöneltilmiş şiddet eylemlerinden de söz ediyor. “Siviller ve Sudet Almanları zorla çalıştırıldıktan sonra sınır dışı edilirken, Naziler için cezalar çok daha ağırdı … yargısız infaz edilenler oluyordu.” Almanların yerleştirildikleri kamplardaki şartların korkunç olduğunu da söylüyor: “Çeklerin ve Sovyet askerlerinin gözünde kamplarda bulunan tüm Almanlar intikamlarını almaları için potansiyel birer hedefti. Kurtuluştan aylar sonra bile saldırılar devam etti.”