“SS Subayının Koltuğu” (I): Ebeveynlerin Suçları

SS Subayının Koltuğu: Bir Nazinin Gizli Yaşamının Peşinde kitabında (İletişim Yayınları, 2022) Nazi dönemi tarihçisi Daniel Lee, Prag’da bir koltuğun içinde tesadüf eseri bulunan belgelerden haberdar olduktan sonra izini sürüp ortaya çıkardığı SS üyesi avukat Robert Griesinger’in hayat hikâyesini anlatıyor. Araştırması o dönemle ve Nazilerin aileleriyle ilgili önemli gerçeklere ışık tutar mahiyette. Lee kitabın giriş bölümünde düşük rütbeli Naziler hakkında hâlâ çok az şey bilindiğini vurguluyor. Bunun “Nazi döneminde görev yapmış, haklarında bilgi sahibi olmadığımız önemsiz karakterlerin bazılarının tecrübelerini ve hislerini tanımlayıp anlamanın… gamalı haç altında uyum ve rıza içerisinde yaşamanın ne olduğu”nu öğrenmemiz açısından önemli olduğunu belirtiyor. Yazara göre, ortaya çıkardığı Griesinger’in hayat öyküsü “düşük rütbeli görevlilerin birbirinden bağımsız iki dünyanın arasında” nasıl hayatlarını sürdürdüklerini gösteriyor. Lee’nin, araştırmasının ortaya çıkardığı bulgulardan biri SS üyeliği ile ilgili: “Bu dünyalardan birisi, rejimin ünlü yüksek görevlileriyle doluyken, diğeri sıradan Almanlardan oluşuyordu.” Griesenger “ihtiyaç duyduğu oranda SS’e olan katılımını azaltıp artırmış”. SS üyeliği bürokraside yükselmesine yardımcı olmuş ancak özel hayatında, sosyal konumunda belirleyici bir etki yaratmamış.

Kitapta içi içe geçmiş iki hikâye anlatılmış. “Birisi genç avukat Griesinger’in hayat hikâyesi. Diğeri ise… bu hayatın üzerindeki giz perdesinin aralanması…” İkinci hikâyenin odağını oluşturan yazarın Griesinger’in kızlarıyla görüşmesi benim de bu yazımın konusu. Lee, “Onlar için çocukluklarında ölen… babaları hakkında bilgi kaynağı oldum… Griesinger’in kızları için, babaları o zamanlar ve bugün hâlâ yalnızca isimden ibaretti,” diye belirtiyor.

Jutta sekiz, Barbara ise altı yaşında babalarından ayrılmışlar. Babalarının Nasyonal Sosyalist Parti üyesi olduğunu, devlette görev yaptığını biliyorlar. SS ile ilişkisi olduğunu ise bu görüşmelere kadar araştırmasında mesafe katetmiş olan yazardan öğreniyorlar.

Jutta çocukken annesine babasıyla ilgili sorduklarının cevapsız kaldığını, susturulduğunu hatırlıyor. “Geçmiş bir tabu haline gelmişti. Geçmişle ilgili konuşmamamız gerektiğini biliyorduk.” Lee’nin belirttiği gibi, savaştan sonra büyüklerin konuşmamaları yaygın bir davranış. Almanların çoğu kendilerine yeni kimlikler yaratıp geçmişten sıyrılmak istemişler. Lee, bu davranışın arka planında “Almanya’nın uğradığı ağır yıkım, temel ihtiyaç maddelerindeki büyük kıtlık ve işgal güçlerinin… oluşturduğu cinsel şiddet tehdidi” olduğunu hatırlatıyor.

1950’li yıllarda, Batı Almanyalılar, savaş yıllarına dair anılarını kendilerini mağdur bir ulus olarak konumlandıracak şekilde seçtiler… Yahudilere, muhaliflere… pek çoklarına yaşattıkları acıları düşünmek yerine, birçok Alman kendilerine karşı yapılan haksızlıklara odaklandı: yerinden edilme, Sovyet savaş kamplarında çürüyen insanlar ve ‘Doğu Almanya’nın kaybı.

Auschwitz’de kalmış Jean Améry de Suçun ve Kefaretin Ötesinde kitabında (Metis Yayınları, 2015) savaş sonrası bu suskunluk durumunu ve buna duyduğu tepkiyi benzer biçimde ifade etmiş:

Almanlar, sadece Leningrad ve Stralingrad önündeki kışa, şehirlerin bombalanmasına, Nürnberg Mahkemesi’nin hükümlerine değil, aynı zamanda ülkelerinin parçalanmasına da katlanmak zorunda kaldıkları için kendilerini mağdur bir halk olarak görüyorlardı… Üçüncü Reich geçmişinin… üstesinden gelmenin ötesinde bir şey yapmaya hiç hevesli değillerdi… Bu üstesinden gelme işiyle meşgul oldukları o günlerde bizim -ya da benim- hınç duygularım büyümeye başladı.

Lee, bu suskunluk ortamında “çoğu Nazi failinin, işbirlikçisinin ve bunlara seyirci kalanların geçmiş suçları hakkında konuşmadan yaşadıklarını, birçok Alman için ebeveynlerinin suçla ilişkisinin muamma olarak kaldığını” söylüyor. Bu durumla ilgili, “savaş sonrası yaşayan çocukların ve gençlerin çoğunun üzerinde duran ağır, kalın bir örtü” benzetmesi yapmış: “Birçok genç ailesini lekeleyen birisi olmak istemediği için bu sessizliği, ebeveynlerinin geçmişleri ile ilgilenmemeyi seçti, aileleri tarafından suçtan arındırılmış anlatılara inanmayı tercih etti.” Lee, ’68 kuşağının etkisiyle 1980’li yıllarda çocukların aile geçmişlerini daha eleştirel biçimde sorgulamaya başladıklarına işaret etmiş. Bunlardan söz etmemiş, ancak sanırım Almanya’nın güçlü bir ekonomi inşa etmesinin, sosyal devlet ve hukuk devleti anlayışının hâkim hale gelmesinin sağladığı özgüven ve Nazizm’den arınma sürecinin tamamlanmış olması da geçmişle yüzleşmeyi teşvik etmiştir.

Herald Jahner, savaş sonrası dönemin Almanya’sını ve Almanların yaşadıkları ruh hallerini anlattığı Aftermath: Life in the Fallout of the Third Reich (Üçüncü Reich’in Yıkıntılarında Yaşam) kitabında (Vintage Book, 2023) savaş sonrasında yaşanan suskunluğu, Holokost’la yüzleşmeden kaçınılmasını suçun korkunçluğundan kaynaklanan, ilişkilenmenin doğuracağı ağır utanç hissine karşı geliştirilen bir savunma refleksi olarak yorumluyor. Savaş sonrasında Almanya’da hâkim düşünce Alman halkının Nasyonal Sosyalizmle başlayan, savaş yenilgisi ile sonlanan olağanüstü bir felakete maruz kalmış olduğu. Muhtemelen I. Dünya Savaşı yenilgisini de buna ekleyenler olmuştur. Jöhner, son dönemde nihai yenilgi yakınlaşırken, Nazi yönetiminin işgal güçlerine karşı savaşmaları, kendilerini feda etmeleri için halkına terör uygulamış olmasının Almanların kendilerini Hitler’in destekçileri değil, kurbanları olarak görmelerine fırsat verdiğini söylüyor.

Almanların kendilerini Nasyonal Sosyalizmin destekçileri değil, kurbanları saymaları suçla ilgili sorumluluğun üstlenilmesini, adaletin tecelli etmesini engelliyor. Ancak Jöhner bu algılamanın, yenilgi sonrası, Almanların kendilerini haysiyetsiz biçimde, korkakça, oportünistçe davranıyor gibi hissetmeden Nasyonal Sosyalizmle tüm bağlarını kopartmalarına, işgal güçlerinin kontrolünde kurulan demokratik rejimin gönüllü yurttaşlarına dönüşmelerine imkân sağladığını düşünüyor.

Bernard Schlink ise, Nazi döneminde işlenen suçlarla ilgili sorumluluğun yatay ve dikey yayılması konusunu incelediği Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk kitabında (Zoe Kitap, 2019), “Yalnızca fail değil, failler bir dayanışma birliği içinde olan ve fiilden sonra da olmaya devam eden herkes suçun ağlarına takılır” değerlendirmesini yapıyor. “Bir aileye, bir birliğe, bir örgütlenmeye ya da bir kuruma hatta bir halka ortak aidiyet bu dayanışma ilişkisini kurar… Dayanışma ilişkisini kuran ya da devam ettiren kişi o suça bulaşmış olur.” Ardından şunu belirtiyor: “Fiil aracılığıyla suçlu olmayan ancak fiilin faille birlikte onlara da isnat ettiği dayanışma birliğinin üyeleri faili olmadıkları suçu reddederek söz konusu iddiaya cevap vermezlerse, faili oldukları suç(u) yüklenmiş olurlar.”

Schlink, çocukların sorumluluğunu da şöyle formüle etmiş: Nazilerin çocukları “faili olmadıkları suçu öğrenmeye, onu reddetmeye ehil oluncaya dek söz konusu suç onları bekler”. Söz konusu reddetme zorunluluğu çocuğun suç işlemiş ebeveynini anlayamayacağı, onu sevemeyeceği anlamına gelmiyor.  “Bu daha çok onların hayatını yaşama, onların kaderini yüklenme, izlerinden yürümeyi istemiyor olma anlamına gelir.” Ancak Schlink bu durumun sakıncasını vurgulamış: “Suç işlemiş olan ebeveyni anlamak ve sevmek, çocuğu deforme edici bir dayanışma ve suç birliğine bulaştırabilir.” Schlink, Nazi hukukçusu ve işgal altında Polonya’da yöneticilik yapmış olan Hans Frank’ın oğlunun babasıyla duygusal ilişkisini kopartmış olmasını örnek göstermiş: “Reinhard Frank bunu yapmak zorundaydı. Babasını hem sevmek ve anlamak hem de aynı zamanda babasının fiillerini mahkûm etmek ve bunlardan tiksinmek seçeneği, onun kendi benliğinde bölünmesine yol açardı.”

Philippe Sands, East West Street: On the Origins of Genocide and Crimes Against Humanity (Doğu Batı Caddesi: Soykırım ve İnsanlığa Karşı Suçun Kökenleri) başlıklı kitabında (Weidenfeld & Nicolson, 2016) ünlü hukukçular Rafael Lemkin, Hersch Lauterpacht ile Hans Frank’ın hayat hikâyelerini anlatmış. Frank, Nürnberg duruşmalarında savunma yaparken işlenmiş olan suçun ağırlığını idrak etmiş olduğu izlenimini veren ifadeler kullanmış. Hücredeyken Katolikliğe geçmiş, idama götürülürken rahipten kendini takdis etmesini istemiş. Sands, babasının geçmişiyle ilgili bir kitap yazmış olan Frank’ın diğer oğlu Niklas’la görüşmüş. Niklas babasının samimi bir pişmanlık duymuş olabileceğine inanmadığını söylüyor. İdam cezasına karşı olmakla birlikte babasının bunu hak ettiği görüşünde. O sırada küçük yaşta olan Niklas’ın babasının gerçekten pişmanlık duyup duymamış olduğunu bilebilmesi mümkün değil. Ancak anlaşılan babasıyla kendisi arasında Schlink’in uyarısını yaptığı “benliğinde bölünme” hissine yol açacak bir duygusal bağın olmasını istemediği için böyle düşünmeyi seçmiş.

Jutta’nın davranışı farklı. Oldukça küçük yaşta ayrılmış olduğu babasıyla, daha doğrusu zihninde yer eden onunla ilgili anılarla, duygusal bağı devam ediyor. Lee, Jutta’nın büyüdükten sonra Nazi döneminde uygulanmış olan dehşeti okuldan, kitaplardan ve filmlerden bilse de babasının geçmişini araştırmayı düşünmemiş olmasının Jutta’nın öğreneceklerinden korkuyor olması ile açıklanabileceğini düşünüyor. Ancak hemen sonra bunun bir tahmin olduğunu, pek çok çocuğun evde dinledikleri hikâyelerden fazlasını öğrenmek imkânı bulamamış olduğunu da ekliyor. Sanırım Lee’nin bu konuda kesin hüküm vermekten kaçınmasının nedeni, Jutta’nın görüşmelerde gösterdiği davranışı: “Babam ben daha küçük bir kızken öldü. Yıllar sonra böyle beklenmedik bir şekilde yeniden hayatıma girmesi inanılmaz bir şey. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam… onların akıl almaz yolculuklarını keşfetmek, bana geçmişime ait bir parçayı geri veriyor âdeta.”

Lee, Nazi ebeveynlere sahip olanların birçoğunun ailelerinin geçmişini yabancı bir araştırmacıyla konuşmaya istekli olmadığını bildiğinden, “sevgili babası hakkında bilgi edinmeye istekli” Jutta’nın “her yeni bulguda daha da suçlu görünen bir faile karşı kanıt topluyor” konumunda olan kendisiyle konuşmasını ve anlattıklarını merakla dinlemesini ilginç buluyor: “Anlatacağım gerçeklerin anlamları ve psikolojik etkileri açısından benim anlatmamla onun duydukları arasında dünyalar kadar fark vardı.”

Schlink’in suçla ilgili yazdıkları ve Lee’nin anlattığı hikâye bana çocukluğunu ebeveyni ile sevgi ilişkisi içinde geçirmiş birisinin, suçu öğrenebilecek yaşa geldiğinde, ölmüş olan ebeveyniyle ilgili hatırasını değiştirmesi hangi durumlarda gerekli olur sorusunu aklıma getirdi.

İnsanlığa karşı işlenmiş büyük suçlarla ilgili toplumsal yüzleşmelerin gerçekleşebilmesi devlet kurumlarının bu yönde politika yürütmeleriyle, yargılamalarla, maddi ve manevi telafi edici mekanizmaların işletilmesiyle ve geçmişte olan adaletsizliklerin her yurttaşın öğrenmesi gereken bir tarih bilgisi haline getirilmesiyle mümkün oluyor. Bunların yapılmıyor olması sadece bireyleri suskun kalmaya teşvik etmekle kalmıyor, onları bir kamusal suç haline gelen reddetmeme tavrıyla ilişkilendirmiş oluyor. Buna karşılık devlet politikalarının yüzleşmeye odaklandığı, devlet kurumlarının bu kamusal yükümlülüğü yerine getirir şekilde faaliyet gösterdiği bir ortamda özel sorumluluk ile kamusal sorumluluğun ayrışıyor olduğunu düşünüyorum.

Ulusun parçası olmak, toplum sözleşmesinin tarafı olmak gibi bir şey. Demokrasilerde, bu sözleşmenin hukukun, adaletin ilkelerini ihlal etmeden yerine getirilmesinde -farklı derecelerde de olsa- ulusa aidiyet bağı olan her bireye sorumluluk düşüyor. Kamusal alanda suçlarla yüzleşmek adaletle ilgili değerlerin içselleşmesi için de gerekli. Ulusun tarihinde işlenmiş suçlarla ilgili yurttaş olarak kamusal yükümlülüklerini yerine getirdikleri, hukuk ve demokrasi ilkelerine bağlı kaldıkları sürece, çocukların hayatta olmayan ebeveynleriyle ilgili sevgi duygusunu içeren hatıralarını müdahale etmeden zihinlerinde barındırmaları etik değerlerinde bozulma yaratır mı? İnsanlığa karşı suç işlemiş olduğu Nürnberg’de hükme bağlanan, idam edilen, böylelikle Nazilerin yarattığı kötülüklerin baş sorumlularından olduğu tescil edilmiş olan Hans Frank’ın çocukları için babalarını reddetmeden sağlıklı bir ruh haline kavuşmaları, kamusal alanda haysiyetli bir konumda bulunmaları imkânsız. Ancak böyle bir hüküm yememiş, kamu vicdanında mahkûm edilmemiş, Lee’nin ifadesiyle “haklarında bilgi sahibi olmadığımız önemsiz karakterler”in çocuklarının durumu farklı. Hans Frank’ın oğullarının yaptığı türden ebeveynlerini toptan reddetme davranışında bulunmamaları suçla ilgili duyarsız kalmaları anlamına gelmeyebilir. Anılar üzerinde duygusal ilişkinin sürdürülmesi çocukları, ebeveynlerinin yaptıklarıyla ilgili daha güçlü bir tedirginlik duymalarına, normal gibi görünen insanların bu tür suçları nasıl işlemiş olduklarına dair daha fazla düşünmelerine neden olamaz mı?

Lee’nin ifade ettiği gibi, Griesinger’in kızlarıyla görüşmesi bir araştırmacıyla bilgi kaynağı arasındaki iletişimden oldukça farklı. Kendini “İkinci Dünya Savaşı tarihçisi bir Yahudi” olarak tanımlayan Lee, savaşta yaşanan dehşete maruz kalmış bir aileden geliyor. İki ailenin geçmişinde kritik bir coğrafi çakışma vuku bulmuş. Lee’nin anne tarafından ailesi Ukrayna’nın Stavyshche adlı, yoğunlukla Yahudilerin yaşadığı kasabadan. Griesinger 1941’de Ukrayna’ya giren ve bu kasabanın yakınından geçen Nazi motorlu piyade tümeninde yer almış. İşgalle birlikte özel imha mangaları bölgeye geliyor ve Yahudileri katletmeye başlıyorlar. Lee, “Griesinger belki de benim atalarımı ve diğer Yahudileri bizzat idam etmemişti, ama katillerine oldukça yakın olduğu kesindi. Katillerin isimlerini bilmese de yüzlerini tanıyordu,” diyor. Böyle bir geçmişin ağırlığını hisseden Lee, kızlarla görüşmelere başlamadan önceki beklentisini şöyle ifade etmiş: “Gerçekleri ortaya koymak benim için bir adalet meselesiydi… Jutta ve Barbara, benim zihnimde babalarını temsil ediyorlardı; önlerine koyduğum kanıtın ağırlığını kabullenip şahitlik ederek babalarının yaptıklarını telafi etmeleri gerekiyordu -ya da ben böyle düşünüyordum.”

Lee kitabın Sonsöz’den önceki bölümünde, Jutta’nın kızı Astrid’i de anlatmış. Jutta’nın babasının Nazi döneminde yaptıklarını araştırmak için çaba göstermeme davranışının Astrid’e de geçmiş olduğunu söylüyor. “Astrid de annesi gibi Griesinger’e karşı bir sevgi besliyordu… Onlara sunduğum kanıtların karşısında bile ailesine olan sadakatini elden bırakmadı.” Ancak Jutta’da görüldüğü gibi görüşmesinin bir etkisi olmuş: “Annesini ilk ziyaret ettiğim günden beri, dedesi hakkında daha fazla düşünmeye başlamıştı ve artık onun hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyordu.”

Griesinger’in kızlarının çocukluk dönemlerinde yaşadıklarını olumlu anılar olarak hatırlamalarıyla duygusal ilişkiyi kopartmamış olmaları, onları Lee’nin düşündüğü gibi, babalarını temsil eden bir konumda tutuyor. Bu nedenle Lee onlarla görüşmesinde geçmişte olanların ağırlığını daha fazla hissetmiş, faille kurbanın çocuklarının karşılaşması deneyimini daha canlı biçimde yaşamış olmalı. Şöyle demiş: “Tecrübelerinin bir yönü garip bir şekilde benimkini yansıtıyordu. Her iki aile için de savaşın travmaları, nesiller boyu süregelen kasvetli bir sessizliğe sarılıydı. Varlıkları hakkında hiç konuşulmasa bile sırlar somut, belirgin bir görünüşe bölünürdü.” Schlink de kitabında faillerle kurbanların çocukları, torunları arasında benzer bir ruh halinin olabileceğini, “her iki tarafta da korku ve şüphenin tetiklediği bir içe kapanma, bundan kaynaklı bir savunma ihtiyacı, ebeveynlerin onları kurban ya da fail kılan kaderlerinin yükü altında kendi kimliklerini bulma ihtiyacı”nın hissedileceğini söylüyor.

Bu görüşmelerde Jutta ve Barbara’nın Lee açısından “telafi edici” nitelikte şeyler söyleyip söylemediklerini bilmiyoruz. Söyleselerdi herhalde Lee bunu aktarırdı. Bunun yokluğuna rağmen Lee görüşmelerin kendisi için olumlu bir deneyim olduğu izlenimi veriyor: “Babalarının ölümünden on yıllar sonra, onlara tamamen bir yabancı olarak yaklaşmama rağmen oldukça kibar, misafirperver ve konuşmaya istekliydiler. Aslında babalarından bağımsız düşününce, onları sevmiştim.”

Her ne kadar Lee ile Griesinger’in kızlarının karşılaşmaları ebeveynlerin hatıralarının gölgesinde gerçekleşmişse de belki bu görüşmelerden sonra geçmişin yükü her iki taraf için de daha hafiflemiştir.

Lee, Robert Griesinger’in aile kökenini de incelemiş. Babası Adolf 1871 yılında New Orleans’ta doğmuş, Louisiana’da büyümüş. Irkçılığın şiddetli biçimde yaşandığı yerlerde, dönemde yaşamış. Lee “Naziler ırklarla… ilgili benzer fikirleri açıkça savunarak sokaklara döküldüğünde acaba Adolf gençliğinde ve ailesinin dünyasından tanıdığı bu sözler ve eylemlerle aralarında bir bağlantı olduğunu düşünmüş müdür?” diye soruyor. Bu ve Nazilerin Doğu cephesinde yürüttükleri savaşın ırkçı niteliği ikinci yazımın konusu olacak.