Faşizm, Nazizm ve bilumum diktatörlükler üzerine edebiyat eserlerinden incelemelere, indirgemeci bakışlardan derinlemesine analize, telif tercüme pek çok yazılı metin var. Hepsi bir şey söylüyor, hepsinin bir kıssası, bir bilgisi var ve hepsi de bugünlerde, bu topraklarda bir nevi istikamet gösterici. Eserlerde istikamet göstermek özel kasıt olmasa bile öyle. İstikamete ihtiyaç duyulan/duyduğumuz, sanki istikametimizi bilsek daha rahat edeceğiz duygusuyla yaşanan günlerdeyiz. Öyle ki istikametlerin bir parça kesiştiği, bir parça karıştığı ama en çok da sis içinde kaybolduğu hissi hakim son birkaç yıldır. Bir şey oluyor ama ne? Bir şey geliyor ama ne? Bir şey yapmalı ama ne? Ya da belki bir yere kaçmalı. Yahut tam siper yatmalı ki, şuradan gelen sis üstümüzden geçe... Bütün bu öngörülemezliğin, yani mevcuduyetimizi huzursuz eden şeylerin ilk kez ve bir tek bizim başımıza gelmediğini bilmek, bir zamanlar başka yerlerde başka insanların da aynı açmazlarla boğuştuğunu, az çok -aslında çok, hatta pek ağır- bir bedel ödenerek oralardan çıkıldığını, yani “Ne de olsa kışın sonu bahardır” demlerine gelindiği bilmek rahatlatır mı bilemiyorum.
Memleketin huzursuzları bu durum üzre yaşarken İletişim Yayınları, Sebastian Haffner tarafından yazılan ve Hulki Demirel tarafından çevrilen Bir Alman’ın Hikâyesi: Hatırladıklarım’ı (1914-1933) çıkardı. Kitaptan ilk elde çarpan bizim şimdi yaşadıklarımızın önemli bir kısmının doz farkı ile Almanlar tarafından da yaşanmış olması. İşte bunu bilmek beni rahatlatmadı...
Orta-üst sınıf bir Alman olarak Haffner, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinden 1933 yılında Nazilerin iktidara kesin olarak gelmesine kadar geçen süreci merkezde kendisi olmak üzere yakın çevresinin günlük yaşamları üzerinden anlatıyor. İşin esası hatırat... Hatırat olmasına hatırat ama tarih yöntemini, sosyolojiyi, hukuku, kitle psikolojisini, yani sosyal bilimlerin pek çok unsurunu da katarak ileri geri bir yirmi yılın hikâyesi anlatılıyor. Hem kişisel yaşantı anlamında hem de 1914-1933 arası Alman tarihi anlamında hikâye.
Birinci Dünya Savaşı yıkımlarından 1919 kışında Spartakistlerin boğazlanmasına, sabah alınan maaşın akşama sıfırlandığı hiper-enflasyon günlerine, aklı başında hiç kimsenin ciddiye almadığı birahane darbecisinin Hitler’e dönüşmesine ve bütün bunlar olurken bütün bir ülkenin Aziz Nesin hikâyesindeki gibi “Du bakali nolcek” havasında yaşadığı günlerden söz ediyor Haffner...
1933 yılına gelindiğinde, yaklaşık on yıl önce günlük yaşama hakim olan özgürlüklerin, ilişkilerin, zenginliklerin, kültürün, hasılı bir bütün olarak günlük yaşamı kuran unsurların ortadan kayboluşu üzerine şunları söylüyor:
“O günleri düşündüğümde başımı avuçlarımın içine almak ihtiyacı hissediyorum. Bugün hangisini kavramak daha güç bilmiyorum: bundan ancak on sene kadar evvel böyle bir şeyin Almanya’da var olmuş olması mı, yoksa on seneden kısa bir süre içinde bütün bunların böyle tamamen, ardında hiçbir iz bırakmadan silinip süpürülebilmiş, yok edilmiş olması mı?” (s. 75)
Kitabın bütününden ortalama bir Alman’ın nasıl Nazi’ye dönüştüğünü izleyebilmek mümkün. Meselenin en azından başlangıç aşamasında, ideolojik-politik bir akıl berraklığından öte, bir ruh hali, bir tür kitle seferberliği olduğu, bunun da iç-dış düşmanlar, şanlı geçmiş, muhteşem gelecek propagandasıyla beslendiği açıkça görülüyor Haffner’in anlatımlarında:
“O dönemde Nazi olanların hepsinin, Nazi olarak ne olduklarını doğru dürüst bildiği kanaatinde değilim. Belki milliyetçilik için Nazizim diye düşünüyorlardı, belki sosyalizm için. Yahudilere karşı olmak için ya da 1914-1918 aşkına ve çoğu, içten içe, yeni bir toplumsal maceraya atılmanın ve yeni bir 1923’ün heyecanını yaşıyordu...” (s. 94)
Alman’ın hikâyesi ilerledikçe insanın ne kadar da bugünlerde bizim yaşadıklarımıza benziyor diyesini getiren olaylar, olgular ve değerlendirmeler çıkıyor. Misal birisi, Alman muhalefeti ve hasseten Sosyal Demokratlar başka bir tutum alabilselerdi Hitler engellenebilir miydi, şeklindeki bitmez tartışmaya dair. Anlaşılan engellenebilirmiş. Pek çok olumsuz gelişmenin yaşanmasına, ülkenin 1933 iklimine gelmesine rağmen “1933 Mart’ında milyonlar hâlâ mücadeleye hazırdı,” diyor Haffner ama “tek bir örneği bile görülmedi direniş enerjisinin, mertliğin, sağlam duruşun. Var olan sadece panik, kaçış ve döneklikti”. Sonra ne oldu derseniz:
“Bir gece yattılar, sabah kalktıklarında kendilerini lidersiz, silahsız ve ihanete uğramış buldular. Bu insanlardan bir bölümü diğerlerinin mücadele etmeyeceği belli olunca, Stahlhelm’e, Deutschnational Parti’ye (DNVP) katıldı. Partinin üye sayısı birkaç hafta içinde muazzam bir artış gösterdi, sonra onlar da dağıtıldılar ve hiç mücadele etmeden yenilgiyi kabul ettiler” (s. 120).
Sonuç olarak şunu söylesek çok mu olur? Alman hikâyeyi güzel anlatmış anlatmasına da, biz hikâyemizin böyle olmasını istiyor muyuz? Bu kitaptan benim anladığım böyle bir hikâye, Almanlar için kaçınılmaz değilmiş ama onlar kaçamamışlar. İstikamet meselesine dönersek, bu topraklarda, yollar içinden bir yolun mümkününü aramak mıdır istikamet, yoksa “du bakali nolcek” mi? Du bakali nolcek?
Sonsöz yine kitaptan olsun: “‘Gerçek hayatta ihtiyatlı olan da cüretkâr olan kadar riske girer’ evet, böyle düşünüyorduk hepimiz ve ekliyorduk: ‘İhtiyatlı olan sadece ilaveten cüretin esrikliğinden de feragat etmiş olur.’”