Katliam, kıyım, mezalim, tehcir gibi kelimelere sığamayan, zihnin kavrayamayacağı büyüklük ve kötülükteki felaketler bazen simge isimler üzerinden basitleştirilerek tarif edilir: Yahudileri “Hitler”, toprak sahibi Rus köylüsünü “Stalin”, Kamboç entelektüelleri “Pol Pot”, Aztek ve İnkaları “Cortes-Pizarro ikilisi”, Ermenileri “Talat-Enver-Cemal üçlüsü” kesmiştir. Kişilerin yerini bazen geniş kitleler, uluslar, siyasi hareketler, gizli örgütler alır. Almanlar, Naziler, İttihatçılar, Komünistler, Maocular, Teşkilat-ı Mahsusa, Gladyo, SS’ler. Bu gizli örgüt ve devasa yapıların içinde sessizce çoğunluğa karışmış, sertlikleri ve acımasızlıklarıyla nam salmış “katil ruhlu radikal unsurlar” da ön plana çıkar. II. Dünya Savaşı’nda sivilleri mayın tarlalarında yürüten bir ölüm, yıkım ve tecavüz mangasının başındaki Oskar Dirlewanger, toplama kamplarında binlerce kobay üzerinde büyük bir iştahla ölümcül tetkikler ve işkenceler yürüten Josef Mengele veya Aribert Heim (namı diğer “Doktor Ölüm”), Ermeni milletvekili Kirkor Zohrab’ın başını taşla nasıl ezdiğini “sigarasının dumanlarını havaya savurup bıyıklarını burarak” keyifle anlatan Çerkez Ahmet, Ermeni nüfusu kayıklara bindirip açıkta alabora ettiren Trabzon’un “sopalı mutasarrıfı” Cemal Azmi; devletlerin, hükümetlerin veya siyasi/toplumsal hareketlerin yürüttüğü kıyımların akıl almaz boyutları ve bu süreçlerin emir-komuta zincirlerinin arasına yerleşmiş gözü dönmüş vahşet makinelerinin kan dondurucu hikâyeleri karşısında, bir anlamda nutkumuz tutuluyor. O kadar ki, daha sıradan olan veya kalanın, gaz odasının kapısını bekleyen bekçinin, ihbarcı komşunun, sürülen hemşerisinin malına konan sinsi kasaba bürokratının, kan ve gözyaşı vaat eden intikamcı liderleri omuzlarında taşıyan gölgede kalmış yüzbinlerce “failin” bu tarif edilemez suçlara iştirak ettiğindeki zihinsel ve ruhsal ahvaline, suça ortak olduğu esnadaki saiklerine ve çıkan sonuçtan ne derece mesul oldukları meselesine sıra gel(e)miyor bile.
1915-1917 arasında Ermenilerin “başlarına gelenler” söz konusu olduğunda da (müsaadenizle “soykırım” diyeceğiz) durum pek parlak değil. İttihatçı idarenin tepesindeki yöneticiler (örneğin Talat Paşa, Doktor Nazım, Bahaeddin Şakir) ve “en hızlı katilleri” (örneğin Topal Osman, Yakup Cemil) uzun kahramanlık yıllarından sonra belli bir “itibar kaybına” uğramış olsalar da hazırlanan kan banyosunda tuzu biberi olan irili ufaklı (yüz)binlerce katılımcının hikâyeleri ve sorumlulukları halen sorgudan muaf. Kirli çamaşırlar küf kokulu tozlu dolaplarda bekliyor.
Ümit Kurt’un son çalışması Antep 1915: Soykırım ve Failler Türkiye’deki tarihyazımının merkezine yerleşmiş bu boşluğun doldurulması yönünde atılmış ilk adımlardan. Anadolu genelinde yürütülen tehcir politikasını Antep özelinde ele alan bu eser, soykırımın sorumluluğunun “sadece merkezi hükümet ve İttihat ve Terakki elitleri” ile sınırlandırılamayacağını, kırımın “irrasyonel bir ırkçı nefret motivasyonuyla değil, oldukça kompleks ideolojik, politik ve ekonomik saiklerle” gerçekleştirildiğini ve araştırmaların “sıradan faillere” doğru genişletilmesi gerektiğini savunuyor (s. 36). Kurt’un kendi ifadeleriyle, sorulması gereken temel sorular şunlar: “Sıradan insanlar nasıl sıradan katillere dönüşmüştür? Bu insanlar kimlerdir? Bu tür cinai eylemlere hangi saiklerle iştirak etmişlerdir? Eylemlerinin sonuçları nelerdir?” (s. 35)
Kurt, araştırmasının girizgahında okuyucuyu uyarıyor: “Geniş ölçekli süreçlerin sonucunda meydana gelen soykırımları ve kolektif imha eylemlerini ifa eden aktörler son derece farklı ve çoklu amaçlar ve saiklerle bu süreçlere dahil olurlar” (s. 38). İnsanlar suça, talana, kırıma farklı sebepler/motivasyonlar/beklentilerle bulaşmıştır. Tarihçinin amacı, onların zihin yapılarını çözümleyebilmek, yukarıdan gelen “vur, kır, parçala” seslerine niçin, ne şekilde ve ne ölçüde uyduklarını anlamaya çalışmaktır. İnsan nasıl bir ölüm makinesine, bir soykırım failine dönüşür?
Kurt, bu soruyu o dönem Antep’te meskûn üç değişik figürün yaşamına odaklanarak cevaplandırmaya çalışıyor.
“Duruma, kişiye ve konjonktüre göre pozisyon alan oportünist-konformist bir fail olarak Ali Cenani; İttihatçı ideolojiye ve fikriyata göbekten bağlı bir fail olarak Ahmet Faik Erner; basit bir askeri sevkiyat memurluğundan mebusluğa ve İstiklal Mahkemesi üyeliğine kadar devletin üst kademelerine yükselme arzusuyla yanıp tutuşan kariyerist bir fail olarak Mehmet Yasin Sani Kutluğ” (s. 39).
Ali Cenani Bey (1872-1934), otuz üç bin dönümlük bir çiftlik ve on yedi köye sahip, iyi eğitimli -karşı komşusu Prof. Alexander Bezciyan’dan hususi İngilizce dersleri de almış-, İttihat ve Terakki Antep şubesinin kurucusu ve 1909 Halep mebusudur. Kurt, onun payitahta ısrarla -evvela tehcire dahil edilmeyen- Antep Ermenilerin bir an önce sürülmesi gerektiğini haykıran şikayet mektuplarını, tehcir esnasında geride bıraktıkları malların üstüne oturuşunu, Mütareke devrinde hapsedilişini, İngiliz Yüksek Askeri Komisyonu’na attığı “ben katil değilim, Talat’la da hiç anlaşamazdım zaten” veya “Ankara’daki millicilere hiç katılmadım” minvalindeki feryat figan mektuplarını belgeler, Cumhuriyet’in kuruluşuyla beraber Antep milletvekilliğiyle taltif edilmesini ve ticaret bakanlığına kadar yükselmesini izler. Fırsatçı Cenani Bey bir yandan Ermeni düşmanlığını kışkırtıp servetlerine el koyarken, bir yandan birkaç zengin Ermeni’yi –muhtemelen para karşılığı– çiftlik arazisinde de saklamış, alengirli bir karakterdir.
Kitapta mercek altına alınan bir başka ilginç figür Ahmet Faik Bey’dir. 1905’te Harp okulundan sınıf arkadaşı Mustafa Kemal’le birlikte mezun olan Ahmet Faik, görevli olduğu Yanya’da İttihatçı olur, Meşrutiyet’le beraber Talat Paşa’nın himayesine girer. I. Dünya Savaşı boyunca çeşitli görevlerde bulunur ve 1915’te “düşük performanslı” ve tehcir hususunda isteksiz Mehmet Şükrü Bey’in yerine Antep mutasarrıfı olarak atanır. Tehcire açıkça cephe alan Halep Valisi Celal Bey de görevden uzaklaştırılınca gençlik ve gelişim yılları İttihatçı ideolojiyle yoğrulmuş, Talat Paşa’nın ocağında pişmiş Ahmet Faik’in eli rahatlar, Kuşçubaşı Eşref’in tabiriyle “dahili tümörlerin” peşine düşer ve en iştahlı bir “Ermeni avcısına” dönüşür. 1916’da görevini başarıyla ifa ettikten sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü’yle ödüllendirildiğinde 20 ila 25.000 Antep Ermeni’sinin en ağır koşullarda ve bir daha dön(e)memek üzere şehirlerinden sürülmelerini “sağlamıştır”.
Kitapta bahsi geçen iki sahne soykırım failleri veya “soykırıcılar”ın son derece karmaşık zihin dünyalarının işleyişine dair bir ipucu vermesi açısından oldukça ilginçtir. II. Abdülhamid’in sadrazamlığını yapmış Şakir Paşa’nın kızı Ayşe Hanım’la evli olan Ahmet Faik (Erner), Mütareke döneminde Malta’ya sürgün edilmiş, hayatının devamında siyasetten uzak durmuş ve ticarete atılmıştır. Bir dönem işleri kötüleşmiş, bundan haberdar olan Atatürk onu malulen emekli ederek destek olmuştur. Seneler sonra, sağlığının iyice kötüleştiği 1967 yılında kayınpederinin Büyükada’daki meşhur köşkünde istirahat halindeyken eşiyle –ki Cevat Şakir’in, yani namı diğer Halikarnas Balıkçısı’nın kızkardeşi olur– Ermeni tehciriyle ilgili bir münakaşaya girmiş, Ayşe Hanım’ın bir tenkidi üzerine bir anda canlanmış ve şu sözleri sarf etmiştir: “Bir daha doğsam, gene yapardım. Anladın mı Ayşe! Gene yapardım!” (s. 148-149).
Kitabın da kapanışını yapan bir başka sahnede, yine soykırımın üzerinden belli bir süre geçmiştir ve Ahmet Faik, bu kez kızı Nermidil Erner’in (Binark) çocukluk anılarında belirir:
“… ilkokuldayken, dört kuruşa bir saka kuşu almıştım. Kuşçu küçücük bir kafes içinde vermişti sakayı. Evde, kafesteki kuş babamı rahatsız ediyordu. Belki de kafeste olmanın ne demek olduğunu Malta’dan bildiği için, kuşa üzülüyordu. Kuş bir-iki hafta evde kaldı. Bir bayram günü, hediyelerimizi aldık, güzel vakit geçirdik, o sırada babam bana, ‘İstersen gel şu kuşu salalım,’ dedi. ‘Bir iyilik yap, serbest bırak, bırak gitsin.’ İkimiz birlikte balkon kapısını açtık, kafesi açılan kuş, uçup gitti” (s. 169).
Saka kuşunu kafesinden azat edip özgürlüğe kavuşturan “kız çocuk babası” Ahmet Faik’le Antep Ermenilerini gözünü kırpmadan Der Zor çöllerinde ölüme mahkûm eden otuz altı yaşındaki gaddar mutasarrıfın aynı bedende buluşması, soykırım faillerinin yalnızca kana susamış bir avuç sapkın olmadıklarına veya sıradan insanların belli koşullarda ve ülkülere kapılarak kolaylıkla kana susamış soykırım faillerine dönüşebildiğine delalet eder.
İlginçtir, Yaşar Kemal’in Yağmurcuk Kuşu’nda iki karakter arasında geçen bir sohbet Ahmet Faik ve eşi Ayşe Hanım arasında cereyan eden sert fakat acıklı münakaşayı hatırlatır. 1915 olayları sırasında Van’dan göç eden köylü İsmail Ağa, ölüm döşeğindeki annesinden şu sözleri işitir: “Bir de senden dileğim, oğlum, o kasabaya gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada, öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz…Zulüm tarlasında zulüm biter.”
İsmail Ağa bu nasihati dikkate alarak kendisine bir Ermeni konağı öneren Arif Bey’in teklifini “yuvası bozulan kuşun yuvasında öteki kuş da barınamaz” diyerek geri çevirir. Arif Bey sinirlenir: “‘Onlar kuş değil, Ermeni’, diye bağırdı, bir çelik tel gibi zangıdayarak Arif Bey, ayaklarını yere vurup tepinerek, ‘Sen ne söylüyorsun, be akılsız Kürt, deli Kürt, onlar kuş değil, kuş değil… Evleri de yuva değil, olamaz’” (Murat Belge, Edebiyatta Ermeniler, s. 82-83).
Kurt’un belirttiği gibi, eldeki kaynakların zayıflığı ve araştırmaların yetersizliği, “fail çalışmalarının” (perpetrator studies) henüz emekleme aşamasında olduğunu gösteriyor. Fakat ne olursa olsun hem tarih hem de edebiyat; ellerine bulaşmış kan lekelerini utançla saklamaya çalışan veya lekeyi namus addedip alnına sürerek gururla dolaşan binlerce Ahmet ve Arif beyin kol gezdiği bu topraklarda hikâyelerini anlata anlata bitiremez herhalde.