Hulki Aktunç, Bir Çağ Yangını’nda şöyle der: “Yangın bir kez başladı mı kimse uzak kalamaz! Ya ateşi ya alevi ya dumanı gelir sana. Ulaşır.” Aktunç, yangını bir metafor olarak kullanmıştı; yanan memleketin ruhuydu, gençliği, hayatıydı, değerleriydi. Dün gece ise, Çanakkale’de, çok yakınımıza kadar gelen ve her an, her şeyimizi elimizden almaya metreler kalan alevler, genzimizi yakan dumanlar, kar gibi üzerimize yağan küller, yanmış çam ağaçlarının insana acı veren yanık kokusu Aktunç’un romanını aklıma getirdi. Yangın başlamıştı ve uzağımızda değildi. Bu benzetmenin metafor mu yoksa gerçek mi olduğunu düşünüyordum, beton bloklardan oluşan sitemizi korumak için hazır beklettiğimiz yangın tüplerinin yanında çaresizce dikilirken. Hayır, dedim, metafor değilmiş, işte yanıyoruz ve bu yangın, gerçekten “bir çağ yangını”.
Uçaklar, helikopterler, bitmeyen uğultu, uzaktan başlayıp adım adım yaklaşan duman bulutu ve sonra bir anda parlamaya başlayan alevler… Bu görüntülere eşlik eden ambulans, itfaiye sirenleri… Yükselen alevler, kül yağmuruyla birlikte şehri karanlığa gömen felaket görüntüleri… Çanakkale’nin çevre ormanlarında 22 Ağustos’ta öğle saatlerinde başlayan ve bir anda büyüyüp şehri bir hilal gibi çeviren tepelere, köylere yayılan yangın 23 Ağustos’ta, bu yazıyı yazarken halen sürüyor. Dumandan etkilenmemek için camları kapatıp oturduğum odanın duvarlarında yangın söndürme uçaklarının, helikopterlerin sesi patlıyor. Arazözler, itfaiye araçları, orman işçileri geçmişte zeytinlik olan ve yok edilen verimli topraklar üzerindeki sitemizi doğaya karşı korumak için bekliyor. Su takviye tankerleri, kurumuş dere yatağının dibinde tuhaf bir paradoksun simgesi gibi taşıma suyla iş görebilmek için sırasını bekliyor. Bunların yanında ürkütücü bir uğultuyla yükselen alevler, çevreye mermi gibi dağılan çam kozalakları binlerce insanı paniğe sevk ediyor…
Başka bir deyişle, dünden beri yaşadığımız, felaket ya da savaş filmlerinde görebileceğimizi düşündüğümüz sahnelerdi aslında. Bir an durup çevreye bakınca, bunun bir benzetmeden öte olduğunu gördüm. Yok edilen zeytinlikler, üzüm bağları, şeftali bahçeleri, kavun karpuz tarlaları, sökülmüş çam ağaçları üzerinde inşa edilen beton blokların gittikçe yayılması da doğaya karşı bir savaş değil miydi? Doğanın varlık ve verimlilik alanını daraltarak onu geriletme savaşı değil miydi? Kontrolsüzce imara açılan ormanlar, zeytinlikler ve tarlalar… Resmî makamların “henüz kontrol altına alınamayan orman yangını sebebiyle vatandaşlarımızın güvenliği için…” diye başlayan kuru, gerçeklikten uzak cümleler kurması da bununla ironik bir benzerlik taşımıyor muydu?
Doğa şimdi savunmadan saldırıya geçiyor ve en güçlü silahını kullanıyor. Alevlerin dili bir şey söylemeye çalışıyor: Gelmeyin bu kadar üstüme, alanımı daraltmayın, dereleri kurutmayın, ormanları kesmeyin, zeytinlikleri yok etmeyin, hayatınızı idame ettirmek için hoyratça davranmayın. Doğanın bu haykırışı, bu alev dili, bu duman duman seslenişi, Aktunç’un sözünü ettiğim romanındaki eşik cinini, hayaletleri, gizemli solukları anımsatıyor. O hayaletler ki biz onları İletişim Yayınları arasında çıkan Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale kitabında şu cümlelerle görünür kılmıştık:
Tarihin, şimdiki zamanların tutsak aldığı ender yörelerden biriyken, bugünü ve geleceği birçok şehirden farklı olarak özgürce kurgulamaya çalışan, bunun için çabalayan insanların da kenti. Bunun yanı sıra, yeni zamanların yağmacı ve talancılarının dikkatini çeken, ormanlarını, sularını kaybetmekte olan; bir yandan da güneyi tüketen turizmcilerin arsızlıkla göz diktiği bir bölge.
Bu alıntıyı yazarken, yeni yangın haberleri geliyor; köyler boşaltılıyor, hayvanlar, börtü böcek çıtırtılarla yanan çam ağaçlarının arasından canhıraş bir şekilde kaçmaya çabalıyor. Karaca ile ayı, tilki ile domuz, sincapla kirpi yan yana koşuyor bir su birikintisi bulmak için, canını kurtarmak için. Keklikle atmaca, şahinle çulluk bir arada kanat kanada çırpınıyor dumanlardan uzaklaşmak için. Bin yıldır bu toprakları yurt edinmiş Yörükler, Türkmenler çaresizlik içinde köylerini boşaltıyor. Bütün bunlar olurken sosyal medyaya tevatürler düşüyor ardı ardına: Köylü kadınları salça yaparken ev ateş almış… Anız yakıyorlarmış, rüzgâr alevleri ormana taşımış… Yok yok, çocuklar oyun oynarken olmuş… Alevlerin parlattığı telefon ekranlarına düşen ve gerçekliği su götürür haberler sesli okunup paylaşılırken, elinde yangın hortumu ile bekleyen sitemizin sakini bir genç “Yok abi,” diyor, “bu kadar yangın mı çıkar, bu işte bir bit yeniği olabilir.” Bir an derin bir sessizlik oluşuyor; sonra Aktunç’un romanındaki hayaletler dolaşmaya başlıyor o sessizlikte. Kimbilir neler fısıldıyorlar hepimize, hafızamızı harekete geçirmek için. Orta yaşını geçmiş site sakinlerinin bir bölümü, çevredeki çakarları yanan polis ve jandarma araçlarına bir göz atıp yutkunuyor ve sadece başıyla onaylıyor genci. Elindeki telefonu hızla çantasına atan bir kadın, bir adım öne çıkıyor ve “Haklısın delikanlı, yandı memleketimiz, ah yandı!” diyor, inler gibi. Yaşlı bir adam elini yüzüne kapatıyor, ağlıyor mu yoksa haykırmamak, bir şey söylememek için ağzını mı kapatıyor anlayamıyorum ama bir an parlayıp yüzüne vuran alevlerin aydınlığında yaşanmışlığın ve çok şeye tanıklık etmişliğin büyük kederini görebiliyorum.
Kalabalığın kıyısında bekleyen resmî görevlilerden biri yumuşacık ve üzüntümüze, korkumuza katılan bir ses tonuyla “Yangının çıkış sebebi, kaynağı mutlaka soruşturulacak ve aydınlığa kavuşturulacaktır,” diyor. Bütün gözler ona dönüyor bir anda. Sözünü bitirdiğinde, omzunu belli belirsiz kaldırıp indirdiğini görüyorum çakarların hızla yanıp sönen ışığında. Elbette olması gereken bu ama hepimiz biliyoruz ki çok klişe ve hiç de güven vermeyen, inanılması güç bir şey bu. Keşke soruşturma sonucunda sebebin açıklığa kavuşturulacağına inanabilsek. Hulki Aktunç’un darbeden sonra memleketin hal-i pür melaline göndermelerle kaleme aldığı o romanı hakikate dönüşmeseydi hepimiz o görevlinin temennisine, yargısına hararetle katılır, onaylardık. Yapamadık; güvensizlik elimizdeki hortumları daha sıkı tutmamıza, yangın tüplerinin tetiğine parmağımızı biraz daha yaklaştırmamıza neden oldu. Hiçbirimiz ona yanıt vermedik tabii, kuşkusunu alev topu gibi aramıza bırakan genç daha inandırıcıydı! O suskunluğun tam ortasında, bir orman işçisi; yarı karanlıkta görebildiğim kadarıyla yüz hatlarından bir Türkmen delikanlısı olduğunu anladığım ve muhtemelen asgari ücretle çalışan genç “Teyze doğru söylüyor,” dedi, “memleket hep yanıyor.” Sonra sustu, arkasını dönüp karanlığa doğru bir adım attı. Genç, ardında suskunluğun derin boşluğunu bırakırken Aktunç’un “Beklediğimiz şey değil miydi bu? Gündelik bir olay gibi gelişti. Dumanlar nice zamandır gözlerimizin önünde esmiyor muydu, ince ince tütmüyor muydu, ölüm buhurdanları kol gezmiyor muydu?” cümlesini hatırladım.
Aynı anda, televizyon kanalları inandırıcılıktan uzak bir üslupla ve sahte bir habercilik dilinin şehvetiyle olayı bütün Türkiye’ye aktarırken, şehrin muhtelif yerlerinden yangına en yakın noktaya gelip Instagram paylaşımları için malzeme devşirenler ve selfie çekenler bir çağ yangınının ta kendisini oluşturduklarının farkında değildiler kuşkusuz. O öfkeli kadın ve onu onaylayan orman işçisi de büyük olasılıkla Hulki Aktunç’un adını bile duymamışlardır ama bu ülke yurttaşı olup nice şey yaşamış olmanın getirdiği olağanüstü sezgiyle, bilmeden, yakıcı bir metaforu hafızamıza kazıdılar: Memleket yanıyor!
Dileriz, kahredici bir ihmal, özensiz bir davranış sonucu çıkmış olsun yöre tarihinin en büyük orman yangını. Öyle olmasa bile Kaz Dağları’nda altın madencilerine, yani yeni zamanların Troya atlarına karşı yıllardır direnen Çanakkaleliler, alevlerin içine neredeyse atlayıp söndürecek denli fedakârca çalışan orman işçilerinin, itfaiyecilerin çabasını boşa çıkarmayacaklar ve bu ormanlar yeniden yeşerene kadar memlekete can suyu olmaya devam edeceklerdir.